1. BÖLÜM: KARTALIN İNTİHARI

1098 Words
1. BÖLÜM: KARTALIN İNTİHARI Ekim güneşi, Güllük Dağı’nın sarp kayalıklarını insafsızca dövüyordu. Ozan, Kral Yolu’nun son virajını dönerken ciğerlerindeki yanma hissini sevdi. Bu acı gerçekti. Şehirdeki o sahte gülüşlerden, fakülte kantinindeki o yapmacık “Hocam makaleniz harikaydı” yalanlarından, ay sonunu getirememenin verdiği o sinsi mide krampından daha gerçekti. Dün akşam mahalledeki marketin kasasında yaşadığı o utançtan daha gerçekti. Gözlerini kapattı ama o anı yine de gördü: Kasiyer kızın, "Yetersiz bakiye beyefendi" diyen bıkkın sesi... Arkadaki teyzelerin "Hadi evladım, acelemiz var" diyen oflamaları... Ve Ozan’ın, sanki atomu parçalıyormuş gibi kuruş hesabı yapıp, elindeki kaşar peynirini usulca tezgaha bırakışı. "Bunu almayayım, kalsın." 35 yaşında, Doktora yapmış bir adamın cümlesi buydu: Kalsın. Ama Ozan’ın kulaklarında başka bir ses yankılanıyordu. Leyla’nın sesi. O son kahveyi içerken, yüzüne bile bakmadan söylediği o cümle: "Sen iyi bir adamsın Ozan, gerçekten. Ama seninle bir gelecek göremiyorum. Sen... nasıl desem... durduğun yerde sayıyorsun. Gelecek vadetmiyorsun Ozan. Senin vizyonun, ay sonunu getirmekten ibaret." Vizyonsuz. Kelime, Ozan’ın beyninde bir matkap gibi dönüyordu. Haklıydı. Ozan’ın vizyonu, market rafındaki etiketin değişip değişmediğini takip etmekti. Antalya Termessos antik kenti… “Kartal Yuvası.” Büyük İskender’in önünde durup, yukarıya baktığı ve “Bu delilerle uğraşmaya değmez, bırakın kalsınlar” diyip pas geçtiği o mağrur şehir. Ozan, botlarının altındaki kaygan çakıl taşlarını ezerken İskender’e hak verdi. Burası yaşamak için değil, saklanmak için yapılmıştı. Tıpkı Ozan’ın bugün yaptığı gibi. Sırt çantasını düzeltti. Aşağıdaki Agora(antik kentte Pazar bölgesi) bölgesinden turistlerin kahkahaları yankılanıyordu. Selfie çubukları, renkli şortlar, pahalı güneş gözlükleri… Ozan o kalabalıktan tiksindi. Onlar buraya taş görmeye gelmişti; Ozan ise taşların ruhunu duymaya. Rotasını turistlerin gitmeye cesaret edemediği, patikanın silikleştiği Kuzey Batı yamacına, Alketas’ın Mezarı’na kırdı. Burası sessizdi. Mezarın önüne geldiğinde durdu. Kayaya oyulmuş o devasa kabartmaya, Alketas’ın at üzerindeki o silik figürüne baktı. Bir tarihçi refleksiyle değil, bir kader ortağı gibi konuştu taşla: “Ne diyorsun Alketas? Değdi mi?” Hikayeyi ezbere biliyordu. Büyük İskender’in ölümünden sonra generalleri birbirine düşmüştü.General Alketas, tek gözlü dev General Antigonos’un ordusundan kaçıp buraya, Termessoslulara sığınmıştı. Gençler onu korumak için canını vermeye hazırdı ama şehrin yaşlıları… O korkak ihtiyarlar, şehri kurtarmak için Alketas’ı Antigonos’a teslim etmeye karar vermişlerdi. Ve Alketas, düşmanının eline düşüp zincire vurulmaktansa, o daracık odada kendi canına kıymıştı. “Onur,” diye fısıldadı Ozan. “Bugünlerde pek bulunmayan bir değer.” Cebinden telefonunu çıkardı. Niyeti saate bakmaktı ama ekrandaki bildirimler zehirli bir ok gibi gözüne saplandı. Akbank: Sayın Müşterimiz, asgari ödeme tutarınız… Leyla (i********:): Yeni gönderi paylaştı. (Fotoğrafta yanında o zengin müteahhit çocuğu var, Bodrum’dalar.) Ozan telefonu hırsla kapatıp cebine tıkıştırdı. Dişlerini sıktı. Başarılı bir akademisyendi, zekiydi, dürüsttü ama sistemin çarkları arasında ezilen bir böcekten farksızdı, kadro alamamıştı. Leyla gibiler güce tapardı; Ozan’da ise sadece “potansiyel” vardı. Ve potansiyel, faturaları ödemiyordu. Sinirle mezarın yanındaki çalılıklara doğru yürüdü. İçindeki o bastırılmış avcı dürtüsü, onu daha sapa, daha el değmemiş bir noktaya çekiyordu. Mezarın sol tarafında, kayaların doğal yapısının bozulduğu, sanki binlerce yıl önce bir depremle yarılmış gibi duran dar bir çatlak gördü. Normal bir insan oraya girmezdi. Ama Ozan’ın kaybedecek neyi vardı? Dikenli makilikleri eliyle araladı. Kaygan zeminde temkinli bir adım attı. Ama Termessos affetmezdi. Bastığı taş, yüzyılların yorgunluğuyla ufalanıverdi. “Hass…” cümlesini tamamlayamadan ayağı boşluğa gitti. Dünya ekseninden çıktı. Ozan, tutunacak bir dal, bir kök ararken parmakları boşluğu tırmaladı. Sırtı sert zemine çarptığında ciğerlerindeki bütün hava boşaldı. Yuvarlandı. Yuvarlandı. Ve tok bir sesle durdu. Toz bulutu kalktığında, kendini Alketas’ın mezarının hemen altındaki gizli bir oyukta buldu. Burası sanki mezarın “bodrum katı” gibiydi. Güneş ışığı buraya doğrudan vurmuyordu, içeride metalik, gri bir loşluk hakimdi. “Aferin Ozan,” diye inledi, sağ omzunu yoklarken. “Koca dağda düşecek yeri buldun. Şimdi buradan çıkamazsan, 2300 yıl sonra arkeologlar senin kemiklerini Alketas’ın yaveri sanacak.” Ayağa kalkmaya çalıştı. Eli, destek almak için yerdeki toprak yığınına gitti. Ve parmakları ona değdi. Durdu. Bu his, soğuk bir taşa dokunmak gibi değildi. Bu his, ıslak bir toprağa dokunmak gibi de değildi. Bu, uykudaki bir canlının nabzına dokunmak gibiydi. Ozan başını çevirdi. Toprağın, molozların ve çürümüş yaprakların arasında; Alketas’ın kemiklerinin belki de sadece birkaç metre altında, o şey duruyordu. Bir bilye büyüklüğünde. Kusursuz bir küre değil, hafifçe yamuk. Rengi siyah. Ama öyle bir siyah ki, üzerine düşen cılız ışığı yansıtmıyor, adeta yutup yok ediyordu. Kara Cevher. Ozan’ın içindeki akademisyen “Volkanik cam” dedi. Ozan’ın içindeki avcı “Uzak dur” dedi. Ama Ozan’ın içindeki o ezik, o borçlu, o mutsuz adam “Al onu” dedi. Titreyen parmaklarla uzandı. Baş parmağı ve işaret parmağı arasına aldı. Beklediği gibi elini yakmadı. Buz gibi de değildi. Vücut sıcaklığıyla aynı ısıdaydı. Sanki… Sanki hep oradaymış gibi. Ve o an, temasın sağlandığı o salise, dünyadaki tüm sesler kesildi. Rüzgâr sustu. Uzaktaki turistlerin uğultusu sustu. Kuşlar sustu. Ama en önemlisi; Ozan’ın kafasının içindeki o bitmek bilmeyen gürültü sustu. Borçlar, Leyla, Doçentlik Tezi, Gelecek Kaygısı, Anksiyete… Hepsi, fişi çekilmiş bir televizyon gibi karardı. Duydu. Önce bir uğultu. Sonra binlerce, on binlerce fısıltı. Aynı anda konuşan binlerce insan, aynı anda okunan binlerce kitap, aynı anda düşen binlerce yaprak... Kulağında değil, beyninin tam merkezinde patlayan bir veri yağmuru. "...Alketas'ın son nefesi... Antigonos'un ordusunun ayak sesleri... Toprağın nem oranı... Dolar kurunun yarınki kapanışı... Leyla'nın yalanı..." Fısıltılar bir kaos gibi başladı, sonra aniden, korkunç bir hizaya girip netleşti. Ozan derin bir nefes aldı. Bu hayatında aldığı ilk gerçek nefestu. Ciğerlerine dolan oksijenin moleküler yapısını, kanına karışma hızını, kalbinin pompaladığı kanın debisini hissediyordu. Hissetmek ne kelime; biliyordu. Gözlerini kıstı ve başını kaldırdı. Az önce düştüğü o sarp kayalıklara baktı. Beş dakika önce oraya baktığında sadece “çıkılması zor bir yokuş” görüyordu. Şimdi? Şimdi bir harita görüyordu. Kayanın eğim derecesi: 34. Toprağın sürtünme katsayısı: Yüksek. Sağdaki çıkıntının dayanabileceği maksimum ağırlık: 95 kilogram. Rüzgârın yönü: Kuzey-Kuzeydoğu. Beyni, bir süper bilgisayarın fan açması gibi kükredi. Veriler akıyordu. Durdurulamaz, berrak, kristal netliğinde veriler. Ozan gülümsedi. Bu gülümseme, Leyla’ya attığı o utangaç gülüşlere benzemiyordu. Bu gülümseme, avını köşeye sıkıştırmış bir kurdun, Alketas’a ihanet eden o Termessoslu ihtiyarların suratındaki o soğuk ifadeye benziyordu. Cebindeki telefonu çıkardı. Ekranı açtı. Leyla’nın o fotoğrafına tekrar baktı. Az önce gördüğü şey “mutlu bir çift”ti. Şimdi gördüğü şey ise şuydu: Kızın göz kenarındaki mikro kasılma (mutsuzluk), çocuğun vücudunun kıza değil kameraya dönük olması (narsisizm), masadaki içkilerin dizilişi (gösteriş). “O kız mutsuz,” dedi Ozan, sesi o dar oyukta buz gibi yankılandı. “Ve o çocuk, üç ay içinde batacak bir şirketin varisi.” Bu bir tahmin değildi. Bu, mutlak bir bilgiydi. Kara Cevher’i avucunun içinde sıktı. Taşı cebine attı. Ve Alketas’ın mezarına son bir kez baktı. “Yanılmışsın Alketas,” dedi Ozan, düştüğü yerden bir yay gibi fırlayıp, hesapladığı rotadan tırmanmaya başlarken. “İntihar etmek için acele etmişsin. Oyun daha yeni başlıyor.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD