3. BÖLÜM: ALTIN ÇAĞ
Caner, Ozan’ın dizüstü bilgisayarının başına geçtiğinde saat 21.04’tü.
Caner, ekrandaki Ozan’ın yazdığı paragrafa, bozuk süte bakar gibi baktı.
Normalde Caner, klavyede iki parmakla yazar, her cümleden sonra durup "Acaba buraya virgül mü koysam?" diye tereddüt ederdi. Ama şimdi… Şimdi parmakları klavyenin üzerinde bir piyanistin virtüözlüğüyle dans ediyordu. Tuş sesleri, makineli tüfek gibi odayı dolduruyordu. Tak-tak-tak-tak!
“Hocam,” dedi Caner, ağzını yayarak. “Sen buraya ‘Antigonos’un Lojistik İkmali ve Tedarik Zinciri Sorunsalı’ yazmışsın. Altına da iki sayfa teorik zırva döşemişsin. Adam şehri aç bırakıyor, aç! Ne ikmali?”
Ozan araya girdi, sesi gergindi ve akademik bir savunma içindeydi: “O dönemki tahıl rotaları ve coğrafi kısıtlamalar göz önüne alındığında, stratejinin pasif bir kuşatma olduğunu varsaymak zorundayız Caner. Literatür bunu destekliyor.”
Caner kahkaha attı. Klavyeye sertçe vurdu. “Hangi literatür abi? Bak Kral, mevzu basit. Antigonos tüccar değil, asker. Adam malı taşımaz, malın olduğu yere çöker. Sen buraya ‘Sürdürülebilir Tedarik’ yazmışsın. Ben sildim onu. Yerine ‘Yağma Ekonomisi’ yazdım. Çünkü racon bu. Adamın acelesi var, İskender ölmüş, taht boşta. Kim takar buğdayın lojistiğini?”
Ozan, ekranda Caner’in yazdığı yeni cümleye baktı. “Antigonos, kaynak yönetmek yerine, kaynaklara el koyarak düşmanın direncini kırmıştır.”
Üslup sertti, akademik nezaketten uzaktı ama... Lanet olsun ki haklıydı. Ozan’ın "stratejik pasiflik" dediği şeye, Caner "çökmek" diyordu ve tarihsel gerçeklik tam olarak buydu.
Caner sırıttı. O eski ezik hali gitmiş, yerine mahallenin en bıçkın delikanlısının özgüveni gelmişti. “Merak etme Hoca. Senin o süslü kelimelerini araya serpiştiriyorum. ‘Paradigma’ falan yazıyorum, jüri okurken havalı dursun.”
Ozan, elinde su bardağıyla kapı eşiğinde durmuş, bu manzarayı dehşet ve hayranlıkla izliyordu. Caner ekrana bakmıyordu bile. Gözleri boşlukta bir noktaya sabitlenmişti, sanki kelimeleri ekrandan değil, havada asılı duran görünmez bir bilgi bulutundan çekip alıyordu.
Enter.
Caner sandalyeden geriye yaslandı. Derin bir nefes aldı. "Bitti," dedi.
Ozan saate baktı. 21.41. Otuzyedi dakika. Ozan’ın altı aydır üzerinde çalıştığı, "Burayı nasıl bağlayacağım?" diye uykularını kaçıran o makaleyi, Caner Otuzyedi dakikada bitirmişti. Hem de sadece tamamlamamış, yeniden inşa etmişti.
Ozan bilgisayara yaklaştı. Ekrana baktı. Okuduğu satırlar, sıradan bir akademik metin değildi. Cümleler akıyordu. Argümanlar o kadar keskin, o kadar net ve o kadar tartışılmazdı ki, bunu okuyan bir profesörün itiraz etme şansı yoktu. Bu bir makale değil, bir manifesto idi.
"Bu..." dedi Ozan, boğazı düğümlenerek. "Bu mükemmel olmuş Caner."
Caner sırıttı. O eski, dişleri sararmış, depresif gülüş gitmişti. Yerine, özgüven patlaması yaşayan bir CEO gülüşü gelmişti. "Mükemmel ne kelime oğlum? Bu makale ödül alır. Hatta seni o fakültede kürsü başkanı yaparlar. Hadi gönder şunu, ben acıktım. Dışarı çıkalım. Enerjim var, koşmak istiyorum!"
Takip eden hafta, Ozan, taşı cebinden hiç çıkarmıyordu. Taş oradayken hayat, "Kolay Mod"da oynanan bir video oyunu gibiydi. Evdeki o rutubet ve umutsuzluk kokusu gitmişti.
Caner, ertesi sabah tıraş oldu. O yağlı saçlarını kestirdi. Dolabın dibindeki o tek takım elbisesini çıkardı, ütüledi. "İş görüşmesine gidiyorum," dedi. "Hangi işe?" diye sordu Ozan. "Fark etmez," dedi Caner, kravatını düzeltirken. "Girdiğim her mülakatı alırım. Şu an bana 'Hayır' diyebilecek bir İK müdürü tanımıyorum."
Haklıydı. Caner, o hafta dört farklı holdingle görüştü. Birinde, şirketin finansal raporundaki hatayı mülakat sırasında buldu. Diğerinde, İK müdürünün vücut dilini okuyarak kadına duymak istediği yalanları söyledi. Üçüncüsünde ise, şirketin CEO’suyla asansörde karşılaştı ve adama 40 saniyede şirketin lojistik maliyetlerini %15 düşürecek bir formül ayaküstü anlattı.
En sonuncunda Caner, Organize Sanayinin en büyük holdinglerinden biri olan Korkmazlar Holding’in en üst katındaki mülakat odasındaydı.
Karşısında İnsan Kaynakları Müdürü değil, şirketin o meşhur, egosu gökdelenlerden yüksek CEO’su Hakan Korkmaz oturuyordu. Hakan Bey, Caner’in buruşuk CV’sine tiksinerek baktı.
Hakan Korkmaz, İstanbul’un en büyük kulelerinden birinin 40. katında, maun masasının arkasına gömülmüştü. Elinde Caner’in buruşuk CV’si vardı.
“Caner Bey,” dedi Hakan, purosunu kristal küllüğe basarak. Gözlerinde tiksinme vardı. “Üç yıldır işsizsiniz. KPSS puanınız yerlerde. Tecrübeniz sıfır. Ve bana gelmiş, ‘Şirketinizi krizden çıkarırım’ diyorsunuz. Güvenliğe söylemeden önce bana tek bir sebep söyleyin: Sizi neden bu camdan aşağı atmayayım?”
Normal bir Caner orada kekeler, "Efendim yanlış anladınız" der ve kaçardı. Ama hala her akşam birlikte evde kaldığı Ozan’daki Kara Cevher’in etkisi atlındaydı.
Caner, Hakan’ın karşısındaki deri koltuğa, kahvehanede okey masasına oturur gibi yayılarak oturdu. Bacak bacak üstüne attı.
“Hakan Bey,” dedi Caner. Sesi gevşekti. “O kolundaki saat Patek Philippe Nautilus. İkinci el piyasası 120 bin dolar. Ama kravatının düğümü gevşek. Gömleğinin sol manşetinde kahve lekesi var. Demek ki sabah evden aceleyle, belki de kavga ederek çıktın. Neden?”
Hakan dondu. “Sen ne diyorsun lan?”
Caner ayağa kalktı. Masaya yürüdü. Hakan’ın önündeki kalemi izinsizce aldı ve Hakan’ın o çok kıymetli dosyasının üzerine bir şeyler çizmeye başladı.
“Bak Baba, mevzu şu: Senin gemi su almıyor, senin tayfa malı çalıyor. Sabahki sinirin de bundan. Asya piyasaları açıldığında senin o tekstil iştirakinden zarar raporu geldi, di mi?”
Hakan’ın rengi attı. “Bunu… Bunu nereden biliyorsun?”
Caner kalemi masaya fırlattı. “Bilmeme gerek yok, görüyorum Hacı. Senin o ‘Finans Müdürü’ dediğin kel adam var ya dışarıdaki? Şu an sekreteriyle mesajlaşıyor, eli ayağı titriyor. Adamın vücut dili ‘Ben şirketi soydum, kaçmaya yer arıyorum’ diye bağırıyor. Sen maliyeti düşürmek için Bangladeş’e fabrika kurdun ama oradaki müdürün, kumaşı %20 komisyonla senin rakibine satıyor. Sen de burada ‘Enflasyon var, dolar arttı’ diye ağlıyorsun.”
Caner, Hakan’a doğru eğildi. Yüzünde o sokak serserisi gülüşü vardı. “Şimdi Hakan Bey… Bana denetim müdürünün koltuğunu veriyorsun. Ben de o hırsızı ensesinden tutup senin önüne atıyorum. Maaşımı da dolarla istiyorum. Çünkü senin TL ile işin bitmiş, o iş yaş.”
Hakan yutkundu. Karşısındaki adam bir serseriydi. Tavırları, konuşması, oturuşu… Tam bir fiyaskoydu. Ama kahretsin ki, odadaki en zeki adam oydu. “Yarın gel oryantasyona başla,” diyebildi Hakan. Caner odadan çıkarken, kapıdaki sekretere de göz kırptı.
Cuma günü akşam evde bir bayram havası vardı.
“Oğlum inanamazsın!” diye bağırdı Caner, keyfinden kahkaha atarken. “Adamı madara ettim Ozan! Resmen herifin ciğerini söktüm, masaya koydum. Bana ‘Denetim Müdürü’ dedi lan! Bana! Caner’e! Maaşı sorma, dudağın uçuklar."”
Ozan zoraki gülümsedi. “Tebrikler kardeşim.”
Ozan da boş durmamıştı. Makalesini Caner’in dilinden çıkarmış akademik bir tonda verilerle donatıp dergiye göndermişti. Normalde hakem süreci altı ay sürerdi. Ama Ozan, editöre yazdığı o "ön yazı"yı öyle bir kurgulamıştı ki, editör yazıyı okur okumaz hakem kurulunu acil toplantıya çağırmıştı. Telefonu çalmış, fakülte dekanı bizzat arayıp, "Hocam bu çalışma devrim niteliğinde, hemen görüşelim" demişti.
Her şey mükemmeldi. Para, kariyer, özgüven... Yıllardır Ozan’ı ezen o "Vizyonsuzluk" damgası içinden silinmişti.
Ama o gece... Ozan ve Caner, balkonlarında oturmuş, şehrin ışıklarını izlerken, ilk uyarı geldi.
Caner, elindeki kadehi sallayarak, "Hayat garip be Ozan," dedi. "Yıllarca debelendik, meğer tek ihtiyacımız olan biraz... ne bileyim, biraz 'netlik'miş. Sanki beynimdeki sis kalktı. Sende de öyle mi?"
Ozan cevap verecekti ama veremedi. Çünkü sağ bacağında, tam cebinin olduğu yerde keskin bir acı hissetti. Sanki cebinde bir bozuk para ısınmış da etini dağlıyormuş gibi.
Elini gayriihtiyari cebine attı. Taş sıcaktı. Ama vücut sıcaklığı değildi bu. Bir arabanın kaputu gibi, aşırı yüklenmiş bir işlemci gibi yanıyordu.
Ozan dişlerini sıkarak acıyı bastırdı. "Evet," dedi zoraki bir gülümsemeyle. "Aynen öyle kardeşim. Sis kalktı."
Caner, Ozan’ın yüzündeki o anlık acı ifadesini görmedi. Kendi başarısının sarhoşluğu içindeydi. "Bu arada," dedi Caner, neşeyle. "Yarın hafta sonu. Ben diyorum ki bir tekne kiralayalım. Kızları da çağırırız. Artık para sorunumuz yok nasılsa."
Ozan başını salladı ama aklı bacağındaki o yanma hissindeydi. Taş ısınıyordu. Ozan o an anladı: Bu enerji bedava değildi. Beyni %100 çalıştırıyorsa, bir yerden yakıt alıyor olmalıydı. Ya Ozan'ın vücut ısısından, ya biyolojik enerjisinden... ya da ömründen.
Ozan tuvalete gitme bahanesiyle kalktı. Banyoya girdi, kapıyı kilitledi ve pantolonunu indirdi. Sağ bacağında, cebinin denk geldiği yerde, bozuk para büyüklüğünde kızarık bir iz vardı. Deri hafifçe tahriş olmuş, sanki radyasyon yanığı gibi pul pul dökülmeye başlamıştı.
Ozan aynadaki aksine baktı. Gözleri hala o insanüstü zekayla parlıyordu ama yüzü... Yüzü solgundu. "Her gücün bir bedeli vardır," diye fısıldadı kendi kendine.
Taşı cebinden çıkardı ve soğuk suyun altına tuttu. Taş cızırdadı. Sudan buhar çıktı. Bu şey bir mucizeydi ama aynı zamanda bir reaktördü. Ve Ozan, bu reaktörü çıplak eliyle taşıyordu.
"Buna bir kılıf lazım," dedi Ozan, zihni saniyeler içinde çözümü üretirken. "Kurşun. Yalıtım. Ve bunu yapabilecek, soru sormayacak bir usta."
Ozan musluğu kapattı. Aklına gelen isim, fakültedeki bir öğrencinin bahsettiği, Eski sanayide yer altındaki o efsanevi ustasıydı. Kör İsmail.