9. BÖLÜM: SORGU
Sorgu odası griydi. Rengi yoktu. Zamanı yoktu. Tavandaki floresan lamba, sinir bozucu bir vızıltıyla yanıp sönüyor, odadaki ağır sigara ve ter kokusunu aydınlatıyordu. Masada metal bir kül tablası ve duvarda tek taraflı bir ayna vardı.
Ozan, demir sandalyede oturuyordu. Cebindeki Kara Cevher (Saat), kalbinin üzerindeydi. Nabız: 62. Stabil. Kortizol Seviyesi: Baskılanmış. Adrenalin: Kontrollü salınım.
Normal bir insan bu odada, o aynanın arkasında kimin olduğunu düşünerek delirebilirdi. Ozan ise aynaya bakmıyordu. O, floresan lambanın titreşim frekansını (50 Hz) sayıyor ve bu ritimle nefes alıp veriyordu.
Kapı gürültüyle açıldı. İçeri Komiser Cevdet girdi. Elinde kalın, mavi kapaklı bir dosya vardı. Cevdet sandalyeyi çekmedi. Masanın diğer ucuna geçmedi. Dosyayı Ozan’ın önüne, metal masanın üzerine tüm gücüyle çarptı.
GÜM!
Dosyanın içinden fırlayan kağıtlar masaya yayıldı. “Okudun mu bunları?” dedi Cevdet. Sesi, bir sorgu memurundan çok, hayal kırıklığına uğramış bir babanın tonundaydı. Ama gözleri... Gözleri avını parçalamaya hazır bir akbaba gibiydi.
Ozan kağıtlara göz ucuyla baktı. İfadeler. İmzalar. Mahallelinin o eğri büğrü el yazıları. “Okumadım,” dedi Ozan. “Ama tahmin edebiliyorum. İnsanlar hikaye anlatmayı sever Komiserim. Özellikle de sonunu bilmedikleri hikayeleri.”
Cevdet masaya eğildi. Yüzü Ozan’ın yüzüne sadece on santim uzaklıktaydı. “Hikaye değil bunlar Ozan Efendi. Bunlar tanık ifadesi. Bak ne diyor Bakkal Rıza?”
Cevdet parmağıyla bir satırı işaret etti, tükürük saçarak okudu: “Bunlar son bir haftadır garipti Memur Bey. Ozan Bey gece yarıları geliyor, sabaha kadar balkonda fısır fısır konuşuyorlardı. Işıkları hiç sönmüyordu. Sanki… Sanki dünyadan kopmuş gibiydiler.”
Cevdet kağıdı çekti, diğerini itti. “Bak bu da Karşı Komşu Neriman Hanım. 60 yaşında, bütün gün pencerede. Ne demiş?” Cevdet taklit yaparak, alaycı bir sesle okudu: “Bunlar… Nasıl desem Memur Bey, fazla samimiydi. Ozan gidince o çocuk, rahmetli Caner delirdi. Balkona çıkıp ağlamalar, kendi kendine konuşmalar… Aşk acısı gibiydi halleri. Ozan terk etti, çocuk dayanamadı atladı.”
Ozan’ın midesinde bir düğüm oluştu. Aşk acısı. Mahallelinin o sığ, o basit, o çiğ hayal dünyasında, Caner’in yaşadığı biyolojik ve zihinsel çöküşün adı buydu: Aşk acısı. İki erkek, sabaha kadar uyumuyor, gülüyor, konuşuyor ve biri gidince diğeri intihar ediyorsa; Türk sosyolojisinde bunun tek bir karşılığı vardı.
“İğrençsiniz,” dedi Ozan. Sesi yükselmedi ama tonu buz gibiydi.
“Ben değilim!” diye bağırdı Cevdet. “Ben sadece duyduğumu söylüyorum. Mahalleli konuşur Ozan! Ve ben o konuşmaların arasında gerçeği ararım.” Cevdet sandalyeye oturdu. Bir sigara yaktı. “Bak Ozan… Ben senin ne olduğunu bilmiyorum. Ama ne yaptığını biliyorum. Sen o çocuğun beynine girdin. Ona bir hayal sattın. Onu kendine bağladın. Psikolojik bir hakimiyet kurdun. Sonra da…” Cevdet dumanı üfledi. “…sonra da sıkıldın. Paris’e, o ışıltılı hayatına kaçtın. Arkada bıraktığın enkazı umursamadan.”
“Bu doğru değil,” dedi Ozan.
“Doğru olan ne peki?” Cevdet masaya vurdu. “TCK Madde 84: İntihara Yönlendirme. Bir kimseyi intihara azmettiren, teşvik eden, kararını kuvvetlendiren kişi… 4 yıldan 10 yıla kadar hapis yatar.”
Ozan, Cevdet’in gözlerine baktı. Bu adam blöf yapmıyordu. Ozan’ı hapse attırmak istiyordu çünkü Ozan’ın "soğukluğu" Cevdet’in midesini bulandırıyordu.
Ozan, derin bir nefes aldı. Cebindeki taşın sıcaklığını hissetti. Zihni berraklaştı. Şimdi savunma zamanıydı. Duygusal değil, matematiksel savunma.
“Komiserim,” dedi Ozan. Sesi, bir cerrahın neşter tutuşu kadar hassastı. “Bakkal Rıza dediğiniz adam, veresiye defterini bile tutamayan, hayatı televizyon dizilerinden ibaret bir adam. Neriman Hanım ise günde 12 saatini başkalarını dikizleyerek geçiren, kendi yalnızlığını başkalarının hayatına hikaye uydurarak dolduran biri.”
Ozan öne eğildi. Masadaki dosyayı işaret etti. “Siz de biliyorsunuz ki, bunlar delil değil, dedikodu. Caner ile ben kardeştik. Evet, sabaha kadar konuşurduk. Neden biliyor musunuz? Çünkü Caner işsizdi. Depresyondaydı. Ben ona umut vermeye, vizyon katmaya çalışıyordum. Ona iş buldum. Onu hayata bağladım.”
“Sonra?” dedi Cevdet, gözlerini kısarak.
“Sonra…” Ozan duraksadı. Gerçeğin (yoksunluk krizinin) üzerini, mantıklı bir yalanla örttü. “Caner bipolar bozukluk belirtileri gösteriyordu. Bir gün çok neşeli, ertesi gün dipteydi. O ‘fısır fısır konuşmalar’ dediğiniz şeyler, benim onu terapi etme çabamdı. Ben Paris’e kaçmadım Komiserim. Ben Paris’e, ikimiz için bir gelecek kurmaya gittim. Döndüğümde ona sürpriz yapacaktım.”
Ozan’ın sesi o kadar ikna edici, o kadar pürüzsüzdü ki; aynanın arkasındaki polisler bile birbirine baktı. “Adam haklı olabilir,” dediler.
Ama Cevdet… Cevdet yemedi. Cevdet, Ozan’ın kelimelerini dinlemiyordu. Ozan’ın göz bebeklerine bakıyordu. Ve o göz bebeklerinde, arkadaşını kaybetmiş bir adamın acısını değil; bir satranç ustasının hesaplamasını görüyordu.
“Güzel hikaye,” dedi Cevdet, sigarasını söndürerek. “Çok mantıklı. Çok… temiz. Ama Ozan Efendi, hayat bu kadar temiz değildir. O çocuk o balkondan aşağı, sadece ‘iş stresi’ yüzünden atlamaz. O ekmekleri yarına saklayan adam, durduk yere atlamaz.”
Cevdet ayağa kalktı. Dosyayı kapattı. “Sen o çocuğa bir şey yaptın. Belki ilaç verdin, belki uyuşturucu… Belki de dediğin gibi sadece umut verdin ve geri aldın. Ama sen o çocuğun katilisin. Kanunen olmasa bile, vicdanen katilisin.”
Ozan’ın içindeki o derin kuyu sarsıldı. “Evet,” dedi iç sesi. “Ben katilim. Ben onun dopaminini kestim.” Ama dışarıya, o mermer suratıyla baktı.
“İspatlayamazsınız,” dedi Ozan.
Cevdet kapıya yürüdü. Kapı kolunu tuttu ve omzunun üzerinden baktı. “Ben ispatlamam. Ben şüpheyi Savcı’nın önüne koyarım. O bakkalın, o teyzenin ifadesini dosyaya koyacağım. TCK 84’ten, tutuklama talepli fezlekeyi hazırlıyorum. Bu gece nezarettesin misafirimsin.”
“Bu hukuksuzluk,” dedi Ozan.
“Burası matematik sınıfı değil Hoca,” dedi Cevdet, kapıyı açarak. “Burası emniyet. Ve benim matematiğimde, 2 artı 2 her zaman 4 etmez. Bazen müebbet eder.”
Kapı kapandı. KLİK. Kilit sesi.