Beyoğlu Yalısı Beyoğlu sırtlarında bizzat Mustafa Beyoğlu’nun dedesi tarafından yaptırılmış, ampir ve barok tarzlarının karışımıyla inşa edilmiş, 150 yıllık tarihi bir yapıydı. Tüm Beyoğlu ailesi yalıda birlikte yaşıyor, işlerini de yalının ardındaki araziyi satın alıp yaptırdıkları şirket binasında görüyorlardı. Kaya Mustafa beyin en büyük oğlu Mehmet’ten olma en büyük torunuydu. Kardeşi Emre’den 10 yaş büyüktü ve başka kardeşleri yoktu. Seçil hanım kariyer yapmayı tercih etmiş, Beyoğlu Üniversitesinde Dekanlık yapıyordu. Mehmet aile işlerinin başındaydı ve kardeşi Sedat ve Hamiyet’le ortak çalışıyordu. Sedat Paşazadelerin kızı Senan’la evliydi ve ailenin tekne kazıntısı, haşarı oğlanıydı. Bir kızları vardı. Hamiyet Hanım ise Özkan’la evliliğinden Kerem adında bir çocuğa sahipti. Kerem 20, Emre 19, İnci 18 yaşındalardı.
Kaya o sabah da diğer sabahlar gibi giyinmiş kuşanmış kahvaltı masasına inmişti. Dede Mustafa aile içinde bile olsa giyim kuşama önem verirdi. Öte yandan disiplinli bir adam olduğu için tüm aile de masa da yerini almıştı. Normalde evin içinde hiç görünmeyen Senan yengesi bile yemeklere inerdi.
Masanın başına Mustafa Bey, iki yanına iki oğlu ve aileleri oturur, kızı hamiyet hanımsa karşısına, kocası ve kızı da iki yanına otururdu. Mustafa Bey’in sözüne en itibar ettiği kişi Mehmet Bey olsa da en sevdiği evladı Hamiyet Hanımdı. Sedat doğduğunda onunla bir bağ kuramayacak kadar yaşlanmış, işlere gömülecek kadar yoğun bir döneme girmişti.
“Günaydın saygıdeğer ailem,” diyerek masaya şenlikle oturdu kaya.
“Öğlen oldu ne günaydını,” diye söylendi Mustafa Bey.
“Aman dede sen de yani, saat daha 8 bile olmadı.”
“Gece feneri orda burada söndürüp ben kalkarken yatınca 8 de kalkmak zül mü geldi sana?”
“Zül ne demek dede?” diye araya girdi İnci. Mustafa Bey tercüman olmadan İnci’yle konuşamadığını hissediyordu. Yine de tek kız torununu çok severdi. Ah bir de erkek kardeşi olaydı. Allah Mehmet’e iki oğlan vermiş, Sedat’a bir kız vermişti.
“Yük yani,” diye açıkladı Senan kızına.
“Torunum bana sordu gelin. Sen onun dedesi misin? Anası mısın?” diye azarladı Mustafa Bey. Birilerini azarlamak onun için sabah sporu gibiydi.
“Sen açıklasan sanki anlayacaktı İnci, baba. Senin açıklamanı tekrar açıklamak zorunda kalacaktık,” diye Senan’ı savundu Sedat. Karısına atılan ters bir bakış bile cinlerini tepesine çıkartmaya yetiyordu.
“Sana ne Sedat? Baban haklı, İnci dedesine sordu.” Diye tersledi Senan. Sedat’ı rencide etmekten asla vazgeçmezdi. 20. yıla girecekleri evliliklerinde bir gün bile laf sokmayı, kötü davranmayı ihmal etmemişti. Yine de Sedat’ın sabırla ve sevgiyle yaklaşması daha çok sinirini bozuyordu. Adam kendisini kaçırmıştı, kaçırmıştı kaçırmasına ama bunun dışında tek bir kötü muamelesi olmamıştı.
“Eee Emre dersler nasıl?” diye lafı çevirdi Kaya. Şimdi dedesi sazı eline alır Kerem, Emre ve İnci’ye dersleri hakkında bir nutka başlardı.
“Abi beni niye harcıyorsun?” diye fısıldadı Emre abisine öfkeyle.
“Nasıl olacak ders mi çalışıyor sanki? Ne zaman görsem ya yanında bir kadın var ya da bir kadınla buluşmaya gidiyor.”
“Ama dede gençlikte olur böyle şeyler,” diye savunacak oldu kendini Emre.
“Gençlikte çalışmak da olur evladım. Biz de genç olduk, bizim de babamız beylerbeyiydi. Biz de yaşadık hayatımızı ama çalışmaktan da geri durmadık. Her şeyin bir hududu vardır.” Diye bitirdi sözlerini. İnci tam ‘hudut’ ne demek diye sormak için ağzını açacaktı ki annesinin çimdirmesiyle sustu.
“Lakin görüyorum ki siz üçünüz için de gençlik eğlencesi namütenahi bir raddeye ulaşmış.”
“Valla bu defa ben bile anlamadım dede,” diye araya girdi Kaya. Kahvaltı bu şekilde bir atışma ve eğlence haliyle geçti. Kaya kahvaltıdan sonra çalışmak için babası ve amcasıyla şirket binasına geçmişti ki önemli bir gelişme oldu. Asım Paşazade piyasa da arazi araştırmasına başlamıştı. Adamı haberi verirken arazinin büyük bir arazı olmasına uğraştıkları, gerekirse bir mahalleyi ve evleri satın alabileceklerinin bilgisini bile vermişti.
“Kesin yapamadığı mahalleyi yapacak. Ben araziyi elinden alınca kudurdu köpek.” Diye hırsla geziniyordu babasının çalışma odasında.
“Yapsa ne olacak aslanım, sen önce başladın. O arazi bulacak da yapacak da ohoooo! Ölme Eşşeğim ölme.”
“Başladın değil mi lan?” Diye sordu Sedat odadaki geniş çalışma masasının başından. Mehmet de kendi masasının başındaydı.
“Başladım tabii amca. Almanya’dan mimar getirdim ben bu iş için. O paşa piçinin işimi bozmasına izin vermem.” Büfeye ilerleyerek kendisine içki doldurdu.
“Sabahtan başladın,” diye söylendi Mehmet bey.
“Bir kadehle sarhoş olacaksam ayıp bana,” diye söylendi Kaya.
“Sabahtan başladın derken bunu kastediyorum zaten, kaç şişe devrilir akşama kadar.”
“Öf tamam. Ben biraz dışarı çıkacağım,” diye söylendi Kaya ve yel gibi çıktı çalışma odasından. Bora’nın aklında kesin bir plan vardı, olmasa abisi arazi arayışına başlamazdı. Belki de kendi işine çomak sokup ondan önce yapacaktı mahallesini. Mimarlar çalışmaya başlamıştı ama yetmezdi, açılış yapılmadan rahata eremezdi asla.
Ateşinin Bora’nın yüzündeki dumur söndürürdü ancak. Bütün ailesi gibi o da Bora’yla husumet içindeydi. Galatasaray Lisesinde okurken ya da Oxford'da okurken bu rekabetleri ve atışmaları hiç bitmemiş, ailelerininkinden daha hırslı bir hal almıştı. Nerede olduğunu öğrenmek için içerideki adamına sordu. Mekânın yakın olduğunu görünce bastı gaza.
Mekândan içeri girince kendine rast gele bir masa seçti. Masaya oturunca da beklemeye başladı. Birazdan yollardı birini paşa piçi. Beklediği gibi bir garson dibinde bitti.
“Siparişiniz nedir efendim,” diye sordu kibarca.
“Söyle patronun gelsin, burada olduğunu biliyorum.” Dedi tüm vakur tavrıyla. Garson gitti ve on dakika sonra geldi. Paşazade ayağına çağırıyordu. Normalde olsa hayatta gitmezdi ama bu defa yalnız olmaları daha da iyi olurdu. Mekânın işletmecisinin odasında yalnız bekliyordu onu Bora.
“Ne o paşa piçi, yalnız takılıyoruz.”
“Rezillik çıkartacaksın, ben kendimi sağlama alıyorum.”
“Yok canım, Senan yengemin selamını ileteyim dedim sadece. Amcamla beraber selam yolladı sana.” Halası Bora’nın zayıf karnıydı. Deli damarı attı hemen.
“Sen al o selamı oturma yerlerine iliştir!” diye yanıtladı.
“Kibar adamsın tabi götüne sok diyemedin,” diye alay etti Kaya. “Neyse, arazi arıyormuşsunuz. Ne oldu yenilmeye doymadın mı pehlivan?”
“Sen nereden biliyorsun benim arazi aradığımı?” diye sordu Bora. Daha sadece abisi amcası ve annesi biliyordu. Kimsenin yanında konuşmamışlardı.
“Ben bilirim. Bilmez misin? Eskiden beri sen yellensen şortundan önce ben duyarım.”
“İğrençsin.” Kusacak gibi bir hareket yaptı adam. “Benim midemi bulandırmaya mı geldin pezevenk oğlu.” Diye Kaya’nın kendisine paşa piçi demesinin misillemesini yaptı Bora. Arazi aradığını kimden öğrendiğini elbet öğrenirdi.
“Hiiiç. Öyle bir seni göresim geldi. Şu yüzünün halini görüp günüm güzelleşsin istedim.”
“İyi nane yedin. Seni yeterince eğlendirdiysem siktirip gidebilirsin.”
“Elbette. Gideyim de yârimin koynunda neşemi arttırayım. Okula diye çıkmıştır.” Bora’nın anlamadığı şekilde Kaya daha da keyiflenerek ayaklandı. Yaylana yaylana yürüyerek çıktı ofisten. Bora hemen abisini aradı ve Kaya ile konuşmasını aktardı. İçlerinde bir hain vardı, bulunmalıydı.
O Kaya ile sidik yarıştırırken Atiye hala bekliyordu. Bora biraz gecikeceğini yazmış, beklemesini salık vermişti. Kadın da bir kahve ve geçen ki kestane şekerlerinden söylemişti. Aynı lezzette ve aynı kalitedelerdi. Acaba aynı yerden mi alınıyordu? Atiye bağımlısı olmak üzereydi.
O sosyal medyada gezinip kahvesini içerken Bora ve Kaya’nın konuşması bitti ve Beyoğlu gitti. Bora da on dakika sonra gelebildi. Defalarca özür dileyip işle ilgili bir mesele olduğunu söyledi.
“Kötü bir şey mi oldu? Yüzün asık duruyor.” Diye ilgilendi Atiye.
“İş dünyasında daima kötü şeyler olur,” diye genel bir yanıt verdi. Sonra masada yarısı yenmiş kestane şekerlerini görünce konuyu değiştirdi. “Bakıyorum müdavimi olmuşsun?”
“Ay evet Bora. Nereden alıyorlar bilmiyorum ama bir öğrensen ben de alsam.”
“Gerek yok,” dedi adam heyecanı arttırarak. “İste kamyonla yığayım kapının önüne.”
“Abartmaya gerek yok da bir paket fena olmaz.”
“Bizim kestane ağaçlarından toplanan kestanelerle bizim fabrikalarda üretiliyor.”
“Bir şeyin altından da sizin fabrika, sizin mekân, sizin çiftlikler çıkmasın. Malınızın sınırı yok anladım.”
“Deme öyle be Atiye.”
“Biz üretiyoruz deyip geçsen demezdim. Yarım saat kendini övünce diyorum.”
“Ben de bir kahve söyleyeyim de içelim karşılıklı.”
“Bana da söyle, ben bir lavaboya gideyim.” Diye kalktı Atiye masadan. Kadın gidince annesi aradı.
“Efendim anne.”
“Yanındaki kadın ajan olmasın? Sonuçta onunla gezmeye başladıktan sonra çıktı bu içerideki hain meselesi.” Diye konuya girdi direkt Güler hanım.
“Anneciğim ne alakası var? Atiye benim işlerimi nereden bilsin?”
“Kadın milleti şeytan olur. Sen anlamadan alır lafı ağzından. Siz erkekler çok salaksınız.”
“Anne ayıp oluyor.” Diye söylendi adam. Garson kahvesini ve bir tabak daha kestane şekerini getirdi.
“Realist yaklaşmayı severim. Takip ettir, öğren. İçinde şüphe kalacağına rahatlarsın.”
“Ben rahatım zaten,” dedi Bora takip ettirdiği gerçeğini saklayarak.
“Peki evladım. Al koynuna çıplak yılanı, gör seni soktuktan sonra gününü.” Güler hanım aradığı hızla selamsız sabahsız kapatıp yarıda kestiği toplantıya döndü. Bora ise kendinden emin Atiye’yi beklemeye başladı. Atiye içlerindeki hain değildi, aksine düşman sahasındaki kendi adamları olacaktı. Bora bunun için bedenini seve seve feda ederdi.