Geçmişin bir yarası vardı, dokundukça kanayan, anımsadıkça acıtan derin bir yara. Ne iyileşiyor ne de kayboluyordu. Kalbimin arka köşesinde benimle birlikte yaşıyordu.
Derse yetişmek için caddenin karşısında duruyordum. Karşıya geçmek için beklerken bir yandan da telefonda annemle konuşuyordum. Annem, soğuk bir eylül sabahında geçmişime dokundu. Kaşıdığı yaram, kanamadı ama hafifçe sızladı. Annemi dinlerken karşıya geçmekten vazgeçip düz yolda yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmeden sadece yürüdüm. Soğuk havayı içime çekerek yürümeye devam ettim.
"Burak'ın nişanlanacağını geçen gün öğrenince ben de sana söylemek istedim."
Sarf ettiği sözler üzerine ufak bir nefes aldım. Düşüncelere o kadar çok dalmıştım ki ayağım, görmediğim bir tümseğe takıldı. Gözlerimi kırpıştırırken kısaca "Peki anne," diye mırıldandım. Boş bakan yeşil gözlerimi, Almanya'nın soluk gökyüzüne çevirdim.
"Kapatıyorum, sonra konuşuruz."
"Hayır kapatma," diye itiraz etti.
Eskiden sevdiğime inandığım eski sevgilim, evleniyordu. Geçmişin sızısı kalbime yayıldığında, içimdeki nefretin silik izleri belirginleşti. Sonbahar rüzgârı saçlarımı yüzüme doğru savurdu. Ne hissettiğimi tam olarak kestiremiyordum. Annemin itirazlarını duymazdan gelerek telefonu kapatıp cebime yerleştirdim. Mevsimlik ceketime sarılırken dalgın adımlarla yürümeye devam ettim. Burak'ı lise zamanlarında sevmeye başlamıştım. Platonik hislerdi ve beni yormuştu. Karşılık bulacağıma dair umutlarımı yitirdiğim bir noktada Burak'ın kardeşi, benim de en yakın arkadaşım olan Ahu araya girmişti. Hâlâ nasıl olduğunu tak olarak anlamadığım bir şekilde Burak ile çıkmaya başlamıştık. Bu beklenmedik ve heyecan verici bir şeydi ama işler tahmin ettiğim gibi gitmemişti. Her şey çok hızlı gerçekleşmişti. Olanları hatırlayınca dudaklarımda kırık bir gülümseme belirdi. Hızlı başladığı gibi hızlı da bitmişti. Birkaç ayın sonunda ayrılmıştık. Burak ihanetin hançerini sırtıma geçirmişti.
Dayanamadığım noktada kaçmıştım.
Sadece ondan değil ailemden de... Yoğun ısrarlarım üzerine üç yıl önce üniversiteyi okumak için Almanya'ya gelmiştim ve ona dair her şeyi silip atmıştım. Evleneceğini duymak, garipti. Ne üzüldüğümü söyleyebilirdim ne de umursamadığımı. Gerçekten garip bir histi.
Derin bir nefes alırken bakışlarım caddedeki hareketliliğe takıldı. Küçük bir kız annesinin elini bırakmış, yola doğru yürüyordu. Gözlerim korkudan irileşti. Annesi arkası dönük telefonda konuştuğu için en fazla beş yaşında duran kızını göremiyordu. Kıza doğru koşmaya başladım ama karşıdan gelen araba hızlıydı. Yetişmem imkânsızdı. Yine de koşmaya devam ettim. Kız tam yolun ortasında duruyordu.
Yetişemeyeceğimi anlayınca ufak bir çığlık atıp yüzümü kapattım. Arabanın fren sesi caddede yankılanırken gözlerimi kapattığım ellerimi indirdim. Göreceğim kanlı manzaraya hiç hazır değildim. Fakat ben bir hemşire adayıydım ve bana ihtiyacı olabilirdi. Uyuşan ellerimi sıkıp gözlerimi açtım. Olay yerine doğru ilerlerken gördüklerim karşısında şaşırdım. Bir adam kıza sarılmış, yerde yatıyordu. Toplanan insanların arasından geçtim. Almanca olarak hemşire olduğumu söyleyince yer açmışlardı. Dizlerimin üstüne çöküp adamı sırtüstü çevirdim.
"Wie geht es dir?" (Nasılsın?)
Adam yüzünü buruştururken başıyla onayladı. Onu bırakıp hızla küçük kıza doğru döndüm. Annesi kızının yanına çökmüş ağlıyor, bir yandan da sakinleştirmeye çalışıyordu. Kız da annesine korkmuş yüzüyle bakıp ağlıyordu. Beyaz teni ağlamaktan kızarmıştı. Kolunun duruşundan anladığım kadarıyla kırık vardı. Kafasının kenarından da kan sızıyordu. Telefonumu çıkarıp ambulansı aradım. Annesi kızıyla konuşmaya devam ederken onu muayene etmeye çalıştım. Röntgen çekilmeden tam anlamıyla ne olduğunu kestiremiyordum ama bakışlarında sorun yoktu. Adamın dudaklarından acılı bir inleme dökülünce ona doğru döndüm. Yirmilerinin sonunda, genç biriydi. Adam yavaşça doğruldu. Elimi omzuna yerleştirip durdurdum.
"Warten sie bitte!" (Bekleyin lütfen.)
Yüksek sesli çıkışımdan sonra başını kaldırıp bana baktı. Yüzü şu an tam anlamıyla bakış açıma girmişti. Yüz hatları keskindi. Elmacık kemikleri çıkık, burnu bir erkeğe göre son derece düzgündü. Kumral saçları alnına dökülmüş, saçı ile aynı renk olan kirli sakalları ona hoş bir hava katmıştı. Bakışlarımı gözlerine çıkardım ve o an, gözlerinin ne kadar güzel olduğu gerçeği vurdu beni. Maviye çalan gri renkteki gözleri, fırtınalı gökyüzünü andırıyordu. Kaşının üstü yarıldığı için şakağına doğru kan sızıyordu.
"Gut." (İyiyim.)
Güçlü çıkan sesini duyunca kendime geldim. Bakışlarımı dikkatle baktığım gözlerinden kaçırırken saçımı kulağımın arkasına iteledim. Cevap veremeden ambulans gelmişti. Küçük kızı dikkatle sedyeye yerleştirip ambulansın içine taşıdılar. Uzun bedeniyle ayağa kalkan adam, ambulansa binmemek için direniyordu. Kesin bir dille iyi olduğunu söyledi. Görevliler kızı götürmek için acele ettiğinden daha fazla üstelemediler. Öfkeyle adamın geniş sırtına bakarken "Ne inatçı adam," diye söylendim. Arkasını dönüp boş gözlerle bana baktı. Bir an Türkçe bildiğini düşünerek gerilsem de kısa sürmüştü. Elin Alman'ı Türkçe nasıl bilip anlayacaktı sanki? Eğilip yerden çantamı alırken bakışlarım bileğine takıldığında ona doğru yürüdüm. Bileğini bir şey kestiği için kanıyordu. Kanı görünce söylenmeye devam ettim. "Ambulansla hastaneye gitseydi ölürdü sanki." Boynuma doladığım fuları çıkarıp bileğine doladım. Almanca hastaneye gitmesi gerektiğini anlatmaya başladım ama adamdan tepki gelmiyordu. Dişlerimin arasından "Tenezzül edip cevap bile vermiyor," diye geveledim.
"Gitmek istemediğimi yeterince söylediğimi düşünüyorum."
Türkçe konuştuğunu idrak edince gözlerim irileşti. Elim donup kalırken, şaşkın bakışlarla yüzüne baktım.
"Türkçe biliyor musunuz?" Dolgun dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi.
"Son yirmi yedi yıldır."
Yanaklarım kızarmaya başladı. Bunu belli etmeyen kumral tenime şükrettim. "Neden söylemediniz ki?" diye çıkıştım. Söyleseydi en azından sözlerimde daha dikkatli olurdum. Alt dudağını büktü.
"Canım şimdi söylemek istedi."
Alaycı cevap karşısında dik dik yüzüne baktım. "Öyle mi?"
Hafifçe sırıtırken muzip bakışlarla cevap verdi. "Öyle küçük hanım."
Hafifçe gülümseyip başımı yana doğru eğdim. Tükçesi son derece düzgün ve akıcıydı. Yine de emin olmak adına "Türk müsünüz?" dedim. Bakışları büyük bir dikkatle yüzümde dolaştı. Boğazımın kuruduğunu hissettiğim için sertçe yutkundum.
"Evet, sanırım sen de Türksün."
Başımı aşağı yukarı doğru salladım. Kalın sesi boğuk ve kısıktı. Güzel bir ses tonu vardı. Boğazımı temizlerken bakışlarımı kanamaya devam eden bileğine kaydı. "En azından eczaneye gidelim." Başımı kaldırıp kaşına bakarken kendi kaşımın üstünü gösterdim.
"Kanıyor." Eliyle arasını yoklayınca kaşları çatıldı. "Bir bu eksikti," diye mırıldandı.
"Hadi gidelim." Tam itiraz edeceği sırada yolun sonundaki eczaneyi gösterdim. "Bakın hemen orada." Adam gösterdiğim yere baktıktan sonra "İşim var aslında," dedi.
"Sağlığınız daha önemli, lütfen inat etmeyin. Kısa sürecek."
Kısa bir an düşündükten sonra "Tamam," dedi. Ses tonundaki isteksizlik bir an gülmeme sebep olmuştu. Bileğini bıraktım.
"Siz tutmaya devam edin."
Adam sözümü dinleyip bileğini tutunca eczaneye doğru ilerlemeye başladık. "Sayenizde kız iyi, tam zamanında yetiştiniz."
"Bir an yetişemeyeceğim sandım."
Aynı korkuyu ben de yaşamıştım. "Neyse ki yetiştiniz ve hayatını kurtardınız." Bakışlarım ona kayınca adam derin bir nefes aldı.
"Kız annesinin elini bırakınca bir terslik olduğunu anladım. Arabadan inip ona doğru koştum."
Kalbim korkuyla çarptı. Araba kıza çarpsaydı neler olacağını düşünmek dahi istemiyordum. "Ben geç kaldım." İçim tekrar korkuyla ürperdi. Başımı ona doğru kaldırdım. "Başka ağrıyan bir yeriniz var mı?" Başını iki yana doğru salladı. "Ufak birkaç ağrı dışında ciddi bir şey yok."
Cebimdeki telefonum titreyince alıp ekrana baktım. Annem arıyordu yine. Meşgule attım şu an konuşmak istemiyordum.
"Kaç yıldır burada yaşıyorsunuz?"
"Bir yıl oldu sanırım, sen?" Gözleri karşıya dikiliydi. Sizli bizli konuşmayı bıraktığını fark ettim.
"Üçüncü yılım."
Bakışları beni buldu. "Öğrenci falan mısın?"
Başımı aşağı doğru eğdim. "Hemşire adayıyım."
"Sana rastladığımız için şanslıymışız"
Saçımı kulağımın arkasına iteledim. "Böyle bir durumda ne kadar olursa," diye gevelediğimde hafifçe gülümsedi. Hoş bir gülümsemesi vardı, yüzündeki sertliği siliyordu. Gözlerimi ondan ayırıp eczaneden içeri girdik. Pansuman için gerekli malzemeleri aldıktan sonra ücreti, ısrarlarımı önemsemeden o ödedi. Eczanedeki koltuğa otururken "Bu arada ben Verda," dedim.
"Güzel isim," diye mırıldandı. Ben de ismimi çok seviyordum.
"Ateş ben de."
Ona yakışan bir isimdi. Bileğine sardığım fuları çekince yüzünü buruşturdu. Oksijen suyu yardımı ile pansuman yapmaya başladım. Eczanedeki kadın da endişelenip yanımıza gelmişti. Ona az önce olanları anlatınca bizimle ilgilenmeye başladı.
Bileğine gazlı bezi sardıktan sonra "Dikişe ihtiyaç yok, çok derin kesilmemiş," dedim. Başımı kaldırıp diğer yarasının bulunduğu kaşına baktım. Yakından incelemek için yarasına doğru eğilince kokusu içime süzüldü. Temiz havayı andıran kokusu yabancı ve ferahtı. Güzel kokuyordu. Bakışları yüzünün yakınındaki yüzüme kayınca utanmaya başladım. Yüzümü basan sıcaklığı umursamadan konuşmaya çalıştım. "Ama kaşın için doktora gitmeni tavsiye ederim. Kesik derin duruyor." Yüzünü buruştururken başını iki yana doğru salladı.
"Toplantıya yetişmem gerekiyor, daha sonra belki."
Oksijen suyu döktüğüm pamuğu kaşına doğru yaklaştırdım. Hafifçe silerken gerildiğini hissettim. Eğilip yarasına üflemeye başladım. Hem silip hem üflerken "Az kaldı," dedim. Nefesini dışarı üflediğinde sıcak nefesi boynuma çarptı. Kıpırdanmamak için kendimi zor tutuyordum. Derin bir nefes alıp işime yoğunlaşmaya çalıştım. Kısa sürede halledip geri çekildim. Ufak bir gülümsemeyle "Bitti," dediğimde Ateş de derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Boyu nerden baksan bir doksandı. Yanında ufak kalmıştım. Keşke bir altmış beşten daha uzun olsaydım diye iç çekmekten alıkoyamadım kendimi. Yüzünde içten bir gülümseme oluşurken gözlerimin içine bakıp "Teşekkür ederim," dedi.
"Toplantıdan sonra doktora gitsen iyi olur. Yoksa iz kalacak."
Cevap vermeden gözlerime baktı. Derin bakan gözleri vardı ve ne diyeceğimi bilememiştim. Aramızdaki tuhaf bakışma uzarken onu sanki daha önceden tanıyormuş gibi hissettim. Karşımdaki adam gibi yabancı bir histi. Anlam veremiyordum. O sırada telefonum çaldı. Bu ses beni kendime getirirken gözlerimi Ateş'in gözlerinden hızla kaçırdım. Cebimdeki telefonu biraz sarsak hareketlerle çıkarırken Ateş geriye doğru bir adım atıp arkasını döndü. Eczanede çalışan kadına dönüp lavaboyu kullanmak için izin istedi. Orta yaşlarındaki sarışın kadın, ona yolu gösterirken telefonu cevapladım.
"Efendim Çağrı?" Çağrı benim hem kuzenim hem de süt kardeşimdi. Ben okumak için Almanya'ya gelince o da benim peşime takılmıştı. İkimiz de hemşire olacaktık.
"Kızım neredesin sen? Dersin başlamasına az kaldı. Sözlü var hem bugün."
Ben bunu tamamen unutmuştum. Elimi alnıma yerleştirdim. "Çağrı başıma gelenleri tahmin bile edemezsin. Neyse hemen geliyorum." Telefonu kapatırken kadına döndüm. Hızla gitmem gerektiğini söyledikten sonra eczaneden çıktım. Ateş ile vedalaşmak istiyordum ama vaktim yoktu. En gıcık hocalardan birinin sözlüsü vardı. Geç kalırsam biterdim ben. Bu yüzden Ateş'i geride bıraktım ve ilk bulduğum taksiye atladım. Bakışlarım eczanedeyken "Hoşça kal!" diye fısıldadım. Oraya geri dönmek istesem de bunu yapamazdım. Numaramı bırakmak ise yeni aklıma gelmişti. Yavaşça kafama vurdum. "Of, iyice Leyla oldum," diye söylenirken taksiciye adresi verdim. Onu bir daha görmem imkânsızla eş değerdi. Bu, içimde tarifi zor olan garip bir his doğurdu. Derin bir nefes alıp sırtımı taksinin koltuğuna yasladım. Ateş, fırtına gibi dahil olduğu hayatımdan aynı hızla çıkmıştı.
***
Bir Yıl Sonra / 2018 Ağustos
Ruhuma saplanan geçmişin kırık parçaları anılarımdı. Kurtulmak istediğim hatıralar, en çok kalbime saplanmıştı. Derin bir nefes aldım, o geçmişle karşılaşmaya hazır değildim. Bu yüzden ileriye doğru attığım her adımım, sanki geriye doğru gidiyordu. Bir an için durup derin bir nefes aldım. Bugün Türkiye'ye geri dönecektim. Yaklaşık dört yıl önce gelmiştim Almanya'ya. O zamanlar küçük bir kız çocuğundan farklı değildim. Olanlara dayanamamış, bu yüzden de kaçmıştım. Her şeyi geride bırakıp Hamburg'a yerleşmiş, eğitimime burada devam etmiştim. Şimdi ise üniversitem bitmiş ve geri dönme vaktim gelmişti.
"Seni çok özleyeceğim."
Çağrı'nın sesini duyunca üzgünce ona baktım. "Sen de Türkiye'ye gel."
Başını iki yana doğru salladı. "Ben burada iyiyim fıstık."
Eğilip koca kollarıyla bana sarıldı. "Keşke sen de gitmesen. Burada ne güzel yaşıyorduk işte."
Kollarımı beline sardım. En çok onu özleyecektim. "Böyle yaparsan ağlamaya başlarım."
Daha sıkı sarıldı bana. "Ağlaman için bahane çıktı bence."
Geri çekilirken koluna vurdum. "Abartma."
"Ağlaksın işte Verda, küçükken de böyleydin sen," deyip sırıttı.
Ufak bir nefes aldım. Artık gitmem gerekiyordu. Son kez birbirimize sarıldık. "Hoşça kal."
"Kendine iyi bak ve ağlamayı da bırak."
İstemeyerek de olsa Çağrı'nın yanından ayrıldım. Gözümden birkaç damla yaş aktı.
Çantamın kulpunu sıktım. Ona da bu ülkeye de çok alışmıştım. Gözümdeki yaşları silip işlemleri hallettim. Uzun bir süreçten sonra nihayet bilet kontrolündeydim. İstanbul'a gidecek olan uçağa doğru yürüdüğümde attığım her adımla beraber, içimdeki sıkıntı anbean büyüyordu. Uçağın kapısından içeri girdiğim sırada telefonum çalmaya başladı. Elimde tuttuğum telefonun ekranına bakınca babamın aradığını gördüm. Yüzümde oluşan içten gülümsemeyle telefonu cevapladım.
"Babacım?"
"Uçağa bindin mi can parçam?"
Babamın sesini duyduğum an içimdeki sıkıntı kayboldu, onu çok özlemiştim. Daha birkaç ay önce beni görmeye gelmiş olsa da sanki onu yıllardır görmüyormuş gibiydim. Zaten İstanbul'a da sırf onun için dönüyordum. Beni çok fazla özlediğini, artık geri dönmemi istediğini söylemişti. Okulum da bitmişti, bu yüzden bahane uydurmayı bıraktım. Babamı kıramazdım.
"Şimdi bindim baba, birazdan uçak kalkar." Babam özlem dolu bir sesle, "Saatler sonra yanyanayız o zaman," deyince kıkırdadım. Telefonu kulağım ve omzum arasındaki boşluğa sıkıştırıp yürümeye devam ettim. Hostesin gösterdiği koltuğa doğru yürürken "Çok az kaldı," diye şakıdım.
"Bu arada, artık bir işin var."
Babamın sesini duyunca oturacağım koltuğun önünde durdu adınlarım. "Nasıl yani?" diye sordum heyecanla.
"Geçen gün bahsettiğim hastanede işe başlayacaksın."
Babamın söylediği hastanenin adını, yaşadığım heyecandan dolayı yüksek sesle telaffuz ederken sevinçten âdeta havalara uçuyordum. Babam, mesleğim olan hemşireliği yapabilmem için kendi imkânlarını kullanarak bana özel hastane de iş ayarlamıştı. Tabii notlarımın yüksek olmasının katkısı da büyüktü. "Çok sevindim baba, teşekkür ederim," dediğim sırada hostesin uyaran bakışlarına kaydı gözlerim. "Benim şimdi kapatmam gerekiyor," dedikten sonra babamla vedalaşıp telefonu kapattım.
İş bulmuş olmam beni fazlasıyla mutlu etmişti. Yüzümdeki gülümsemeyle oturacağım koltuğun üst bölmesini açtım, el valizimi yerleştirmek için uzandım. Fakat valiz nedense bölmeye bir türlü yerleşmiyordu. Valizi yerleştirebilmek için bir adım atınca aynı koltukta oturacağım adamın omzu, bir an için göbeğime sürtündü. Bu temas karşısında biraz geri çekildim. Adama rahatsızlık vermemek için hızlı hareketlerle valizi itelemeye devam ettim. Farkında olmadan öne doğru hareketlenince adamın omzu tekrar göbeğime değdi. Sıkkın bir nefes alırken itelediğim valiz, aniden bölmeye yerleşti. Dengemi kaybettim ve ayağım burkuldu. Tam yana doğru düşeceğim sırada belime bir çift güçlü kol sıkıca dolandı. Ürkek bakışlarım beni düşmekten kurtaran adama kaydığı an, zaman durdu. Geçmişe takılan yelkovan akmadı, tesadüfe çakılan akrep kımıldamadı. Şaşkınlık, buzdan bir çakı gibi göğsüme saplandı. Kocaman açılan gözlerim, beni tutan adamın tanıdık yüz hatlarını arşınlıyordu. Görüyordum fakat algılayamıyordum.
"Se-Sen?" diye kekeledim.