“İnanamıyorum, yürüyorsun!” bunu kaçıncı kez söyledi, artık saymıyordum. Gri gözlerinden durmadan yaşlar boşanıyor, beni mıncıklayıp duruyordu. Gözlerini tavana dikip eliyle ıslak yanaklarını siliyordu. “Çok sevindim. Nihayet…” sözlerinin sonunda yine hıçkırıklara boğuldu. Beni bulan oydu, ambulansı arayıp başımda bekleyen de oydu. Koyu kestane saçlarını, kulaklarının arkasına sıkıştırırken dolgun dudakları titriyordu. Eliyle yüzünü kapayıp başını dizlerime koydu.
Serap, güzel bir kızdı. 1.72’lik ince ama yuvarlak hatlarıyla geçtiği her yerde dikkatleri üstüne çekerdi. Omuzda biten, kâküllü saçıyla tam bir şirinlik abidesiydi. Geçen yıl, İTÜ’de iç mimarlık kazanmış, iyi bir öğrenci olduğunu kanıtlamıştı. Babası Recep amca, tıp okumasını istiyordu ama Serap’ın çok farklı hayalleri olunca annesi Berrin teyze, araya girmişti.
Tek çocuk olduğundan fazlasıyla şımarıkça davranabiliyordu. Eh, bir yerden sonra bunu sevimli bile bulabilirdiniz. Görebildiğim tek sorunu, şıpsevdi olması… Bir süre sonra sustu. Nefesi yavaşladı, uyudu mu diye bakacakken birden başını kaldırıp kocaman gülümsedi.
“Sınava yürüyerek gideceksin!” Koltuğun üstünde bağdaş kurup gözlerini sildi. Yüzü, yaşadığı heyecanla parlıyordu. “Bu yıl, güzel bir yıl olacak. Ortamlara akacağız kızım!” Birden somurttu. Bu ani duygu değişimlerine alışıktım. O yüzden tuhafsamadım. “Tabii okullar farklı ama olsun, seni bir sürü insanla tanıştıracağım.” Ellerini iki yana açarak salladı. Sonradan yüzü aklına geldiğinde kollarını indirip endişeyle, “Kahretsin kalemim akmış mı?” diye sordu. Başımı, evet anlamında salladım.
“Çok çirkin görünüyorsun.” Dil çıkardı. Misafirlerimize bakınca suratını ekşitti. Onlara dönüp, “Daha sonra konuşabilir miyiz? Soracaklarım var,” dedim. Semih gergince,
“Zamanımız yok, anlamışsındır,” dedi. Anlamıştım. Bana bunu yapanlar, arkadaşlarına da yapmıştır. Belki de daha fazlası… Ancak ben ne yapabilirdim ki? Baha, beni cevap vermekten kurtardı.
“Sonra Semih, sindirmesine izin ver.” Bana dönerken gülümsedi. “Biz, yarın geliriz. Senin için de uygunsa tabii.” Başımı sallamakla yetindim. Onlar gider gitmez Serap,
“Kimdi onlar? Dün sana mesaj attım, cevap vermedin,” dedi. Göğsüm, nefes alışımla şişip indi.
“Çok geç atmışsın. Sabah, uyandığımda telefonu da babam aldı. Geldiğinde konuşuruz diye düşündüm ben de.” Dudaklarımı büktüm. “Onlara da gelince, sarışın olan Semih, Ayşen teyzenin torunu. Diğeri de Baha, Semih’in arkadaşı. Senin okulu kazanmışlar…” göz kırparak, “Mimarlık,” dedim. Yüzü aydınlandı. “Bu arada kapı kapalıydı sanki.” Kollarını kaldırarak gerindi.
“Sık sık görüşeceğiz yani, ne hoş…” İç çekip arkaya attı kendini. “Hım, Semih iyiymiş.” Gözlerimi devirdim. Östrojen tavandı şuan. “Kapıyı da kapatırken daha dikkatli ol. Hadi kalk, dışarı çıkıyoruz.” Kapıyı kapattığıma emindim oysaki… Başımı sağa sola sallayıp,
“Şuan hazır değilim inan. Uyuyup dinlenmem, sindirmem gerekenler var,” dedim. Başta itiraz edecek gibiydi ama sonra ısrar etmekten vazgeçti. Bir süre oturup gelecek planları yaptı. Nerelerde takılacaktık, beni kimlerle tanıştıracaktı vesaire…
Güneş battığında Serap da gitmişti. Bense evde dönüp duruyor, yaşadıklarımı anlamaya çalışıyordum. İki gün önce biri bana bu tür şeyler anlatsa inanmazdım ama şuan yürüyordum ve inanıyordum. Ya Baha’ya bakarak yaptığım şey neydi? Belli ki bilmediğim birçok şey vardı. Beni bu kadarıyla bile şu hâle soktuğuna göre, kim bilir her şeyi öğrendiğimde ne hâle gelecektim. Belki de kulaklarımı tıkayıp yoluma devam etmeliydim. Peki, içim içimi kemirmeyecek miydi? Kendimi en iyi ben tanırım ve evet, altını deşer, deşmekle kalmayacağımı da biliyordum.
Kararımı vermiştim ama önce babam için mükellef bir sofra hazırlamalıydım. Akşama doğru mutfağa geçip buzdolabını açtım. Dün Ayşen teyze, zeytinyağlı dolma yapmıştı. Tencerenin yarısı duruyordu. Bugün yenmeseydi çöpe atılma ihtimali olurdu. Müsriflik yapmaya hacet yoktu. Yanına sadece çorba yapmaya karar verdim. Düdüklü tencereye malzemeleri katıp ateşe verdim. Piştiğini anladığımda altını kapayıp blander’a geçirdim. Nefis görünüyordu. Babamı, ne zaman geleceğini öğrenmek için aradım. Uzun bir aradan sonra açıldı.
“Alo. Baba, ne zaman geliyorsun?” Telefonun diğer ucu, bir süre düşünürmüş gibi ses çıkarmadı. Sonra,
“On beş dakika sonra. İşlerimi hallettim, atölyeye bırakılacak eşyalar var,” dedi. Sanki o görecekmiş gibi başımı salladım.
“Tamam, bekliyorum.” Mutfakta işim bittiğinde masayı hazırladım. Sürahiyi dolaptan çıkardığımda kapı çaldı. Kapıya giderken babamın beni nasıl karşılayacağını merak ettim. Derin bir nefes alıp yavaşça açtım. Başta ne olduğunu anlayamadı. Ancak ayaklandığımı fark edince çığlığı koparıp ayaklarımı yerden kesti. Heyecanı dindiğinde beni yere bırakıp salona doğru çekiştirdi. Kanepeye oturup beni de yanına çekti.
“Nasıl oldu?” Nasıl açıklamam gerektiğini bilmiyordum ama gerçeği söyleyemezdim. Yani düşünsenize, ‘Biri beni zorlamış, ondan yürüyemiyordum,’ dediğimi. Muhtemelen akıl sağlığımdan şüphe ederdi. Elimi sallayarak geçiştirmeye çalıştım.
“Sandalyeden düştüm. Sonra da yürüdüğümü anladım.” Açıklamam tatmin edici değildi fakat pek takılmadı. Sonuçta yürüyordum. Onun için önemli olan sadece buydu. Nasıl olduğunun ne önemi olabilirdi ki? Sonunda yaptığım yemekleri yerken bugünün benim için bir dönüm noktası olduğunu biliyordum…
***
Kendimi ayakta görmek çok güzeldi. Bir sene önce giydiğim kotu deniyordum. Dar paça, buz mavisi bir kottu. Çok az, dar geliyordu. Fazla rahatsız etmediğinden çıkarmadım. Üstüme de bohem tarzı beyaz bir gömlek giydim. Yaka kenarlarında kanaviçe ile işlenmiş motifler vardı. Sol omzumu öne doğru çıkartıp parmak uçlarımda yükseldim. Evet, ayakta olmak çok güzeldi. Dışarı çıkarken sandaletlerimi ayağıma geçirdiğimde artık hazırdım. Ayşen teyzeme giderken hiçbir şeye şaşırmamaya karar vermiştim. Zira annemle ilgili bir şey bildikleri kesindi. Öğrenmem gereken şeyler vardı.
Ayşen teyzemin evi, bizimkinin dört ev ötesindeydi. Babamın atölyesinin hemen yanında, sarı boyalı iki katlı bir evdi. Kapıyı çalar çalmaz açıldı. Ayşen teyze, beni görünce sarıp sarmaladı.
“Dün çocuklar demişti de inanmamıştım. Canım kızım benim, çok sevindim.” Beni içeri alırken oldukça heyecanlı görünüyordu. “De hele, nasıl oldu, daha dün sabah sandalyedeydin?” Yanlış anlaşılacağından endişe ederek hemen ekledi. “İyi ki olmuş ondan demiyorum, o kadar zaman uğraştın niye şimdi?” Bu soruların sorulacağını elbette biliyordum. O yüzden dün, babama söylediğimin aynısını tekrarlarken zorluk çekmedim.
“Doktorların dediği gibi psikolojikmiş demek ki Ayşen teyze. Hem ne yapacaksın nedenini? Ayaktayım, o yetmez mi?” Bana tekrar sarılırken haklı olduğumu söyledi. Geçip gitmişti ona göre. Gerçekten geçmiş miydi acaba? Salona geçerken Semih ile Baha’yı sordum.
“Tembeller daha uyanmadı. Ben gidip bakayım, saat 9 oldu. Yapılacak bir sürü iş var.” Ayşen teyze, yukarı kata çıkarken bağırmaya başlamıştı bile. “Semiiiiih! Bahaaaa! Hadi uyanın artık. Misafirimiz var!”
Ayşen teyze, gözden kaybolurken balkona çıktım. Özenle baktığı çiçekler, insana huzur veriyordu. Elimi uzatıp reyhan çiçeğine dokununca yaydığı kokuyu içime çektim. En sevdiğim çiçektir. Dipleri yeşil, uçlara doğru koyu mora doğru giden bir çiçek, naneyi andırır. Gösterişsiz ama kokusu insanı çeker. Elimi çekip burnuma götürdüm, tenime sinmişti. Hafif esen rüzgâr saçlarımı arkaya doğru savurdu. Gerçekten güzel bir gündü. Ellerimi kenetleyerek dirseklerimi balkon korkuluğuna dayadım. Hafifçe eğilip bahçeyi seyre daldığımda izlendiğim hissine kapıldım. Arkama dönünce Baha’nın beni izlediğini gördüm. Ellerini pijamasının cebine koymuş, saçları dağılmıştı. Gözleri, yeni uyandığını söylüyordu.
“Sen yüzünü yıkadın mı? Kötü görünüyorsun.” Tabii ki görünmüyordu. Bu haliyle bile etkileyiciydi. Eh, bunu söyleyecek değildim ya. Somurtup lavaboya koştu. Darılmış mıydı acaba? Omuz silkip mutfağa gittim. Mutfak, pişmiş hamur kokuyordu, ağzım sulandı. Fırına bakınca inledim. Elime bezi alıp fırını açtım. Tepsiyi alırken başparmağım tepsiye değince tepsiyi hemen tezgâhın üstüne bıraktım. Yanan parmağımı ağzıma koyarak emmeye başladım. Diğer elimle böreklerden birini alırken sabrım tükeniyordu. Uzun zamandır yememiştim.
“Beni etkilemeye falan mı çalışıyorsun?” İrkildim. Sese dönüp kaşlarımı çattım. Dudağının kenarı kıvrılırken kim bu çaba içerisinde diye sormak istedim ama başımı sallamakla yetindim.
“Kedi gibi sessiz yaklaşmasan nasıl olur. Sapık gibi görünüyorsun.” Yanıma gelip elimdeki böreği aldı. Tezgâha yaslanıp böreği yemeye başladı. Etkilemeye çalışan oydu, halinden tavrından belliydi bu. Böreği çiğnerken gözlerini kapayıp iç çekti. Ayşen teyze mutfağa girip de Baha’yı o hâlde görünce tepsiyi ondan uzaklaştırdı. Poposuna sesli bir şaplak atarken Baha yerinde sıçradı. Evet attı! Bunu bir tek, Ayşen teyze yapabilir.
“Bunlar, gün için yaptıklarım.” Cıkcıklayıp, “Sorsaydın size yaptığımı verirdim,” dedi. Kaşlarını çatıp börekleri yine fırına koydu.
“Ben çıkarmadım ki…”
“Sus, kıza çamur atayım deme. Aldıysan aldım de!” Kendimi zor tutuyordum. Ağzımdan bir kıkırtı çıkmaması için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ayşen teyze, mutfaktan çıkınca daha fazla dayanamadım. Kaşları çatıldı.
“Senin yüzünden!” ben susmayınca, “Artık sussan diyorum,” diye sızlandı.
“Yaratmaya çalıştığın karizma yerlerde. Allahtan benden başka kimse yoktu.” Elimi göğsüme koyarak, “Maazallah ne yapardın sonra,” dedim. Kollarını göğsünde kavuşturarak somurtmaya devam etti. Uzatmamaya karar verip kendimi toparladığımda elimle yüzümü yelledim. “Oh! Tamam, her neyse konumuza gelelim. Dün, söyleyecekleriniz vardı.” Başparmağımla gözpınarlarımda biriken yaşları sildim. Semih, elinde havluyla içeriye girince Baha, başını onaylarcasına salladı.
“Tamam, kahvaltıdan sonra dışarıya çıkalım.” Fırını göstererek, “Malum gün var,” dedi.
Nihayet dışarı çıktığımızda Semih bizi bir jip’e yönlendirdi. Bu çocuk, bu arabayı nasıl almıştı? Kanun dışı işlere mi bulaşmıştı acaba? Yoksa beni de mi bulaştıracaklardı? Baha, benim için arka kapıyı açarken,
“Çalıntı falan değildir herhâlde,” dedim. Alınmış gibi,
“Tabii ki de değil. Kanunsuz iş yapmayız bize güven,” dedi. Arka koltuğa yerleşirken, “En azından ben,” diye mırıldandığını duydum. Bu, içime su serpmedi.
Evin yakınlarındaki bir kafeye gittik. Renkli, ahşap sandalye ve masalarıyla oldukça şirin, ferah bir yerdi. Fonda Sia’nın Eye Of The Needle vardı. Güzel bir şarkıydı. Ortamla uyum sağlıyordu. Bir sandalye çekip oturdum. Baha, garsona doğru elini kaldırdığında ben de dirseğimi masaya dayayıp etrafı daha çok incelemeye koyuldum. Yeni açılmış olmalıydı. Benim eve tıkıldığım zamanlarda… Garson geldiğinde cebindeki not defterini çıkartıp kalemiyle söylediklerimizi karalamaya başladı. Yirmilerinde, genç bir kızdı. Sarı, kıvırcık saçları, tepesinde toplanmış, yürürken sağa sola salınıyordu. O gözden kaybolana kadar ardından baktım. Beni daldığım yerden Semih, çıkardı.
“Evet, konumuza gelelim artık.” Baha, iç çekip elini masada birleştirdi. O konuşmadan önce öne atıldım. Baha’ya bakarak,
“Öncelikle, birbirimizi tanıdığımızı anladım ama yakın mıydık?” diye sordum. Gözlerini kaçırıp masanın üzerine koyduğu telefonunu döndürmeye başladı.
“Sadece tanışıyorduk. Öyle senin, kim olduğunu bilecek kadar.” Doğruyu söyleyip söylemediğini bilemezdim ama inanmaktan başka bir şansım yoktu. Başımı sallayıp konuşması için gözlerimi kırptım. Baha, telefonunu bırakıp öne daha çok eğildi.
“Senin için zor biliyorum ama dikkatle dinle tamam mı? Bir insanın hayatı söz konusu...” Sözlerini vurgulamak için gözlerimin içine bakıyordu. Başka zaman olsa gözlerinin rengini tuvale dökerdim ama… “İçinde bulunduğumuz dünya, senin bildiğin gibi basit değil. Daha önce de biraz bahsettim ruh ve bedenle ilgili durumu… Ruh, öyle bir şey ki rüya sırasında yeterli gen ve yetenek varsa bedeninden çıkıp dünyada istediği gibi gezer. Bununla kalmayıp olayları etkileyebilir, istediğini yaptırabilirsin. Fakat bazıları var ki rüyada yapabildiklerini gerçekte de yapabiliyorlar. İnsanlara bakarak delirten birini gördüm. Kafasını duvara vura vura öldü.” Başını sallarken oldukça ciddi görünüyordu. “İnan bana, buna şahit olmak istemezsin.” Nefeslenmek için duraksarken gözlerini, ellerine dikti.
“Bunu herkes yapamaz, sendeki genler annenden geliyor. Babandan emin değilim ama onun, ailesinde de var. Çekinik gen sayesinde bu yetenek, sende de var. Ruhun çok güçlü...” Durup bir gencin yanımızdan geçmesini bekledi. Sonra bana doğru eğilerek, “Bazen bir ruh, diğer ruhu isteyebiliyor, emerek tatmin oluyor. Eroin gibi… Tabii ki bu emen ruhu güçlendirir. Emilen ruh ise…” başını sallayarak, “Eğer rüya anındaysan ve şanslıysan sadece güçsüz düşersin. Yoksa ölüm bile daha cazip gelir,” dedi.
Söyledikleri anlamsız geliyordu. Belki de olayların içinde olmadığımdan anlayamıyordum. Hani derler ya yaşayarak daha iyi öğrenilir diye… Yine de anlamak için pür dikkat dinliyordum. Duyduklarım korkutuyordu. Bu konuşmanın daha kötü yerlere gideceğinden endişeleniyordum.
“Bizim dünyamızın, yöneticileri var. Küçük bir devlet gibi düşün. Senin gibileri bulup sömürüyorlar. Bunu genelde beden uyuduğu sırada yaparlar. Bazı özel durumlarda ise rüyada yürüyenleri bulup ayinde kullanıyorlar. Bu olay, kesin ölümlerle sonuçlanır.” Tüylerim ürperdi. “Bunu da konsey dediğimiz yönetim, yılın belirli günlerinde yapıyorlar. 21 Aralık ve 21 Haziran gibi…” dinlediğimi gösteren tek şey baş sallamalarımdı. Bilmediğim çok fazla şey vardı. Tarihler mantıklıydı. Tüm bunların benimle ilgisini kavramaya çalışırken sormama gerek kalmadan ağzından döküldü. “Geçen yıl, Erva’yı buldular, senin gibi… Araştırmalarımıza göre ayin için alındı. Bu yıl, 21 Aralık için onu hazırlıyorlar. Yeterince güçlendirip sömürecekler!”
Söylediği şey bana tecavüz kadar çirkin gelmişti. Bir topluluk, genç bir kızı ortalarına alıp kim bilir ne yapacaklardı. Çok korkunç! Başımı önüme eğip gözlerimi ellerime diktim. Tanımadığım bir insan için üzgündüm. Herkes öyle hissederdi. Başımı kaldırdığımda ikisinin de beni izlediğini gördüm. İç çektim,
“Tüm bunların benimle ne ilgisi var peki?” Baha, ellerini saçlarının arasından geçirip sandalyesine yaslandı. Garson, siparişleri getirdiği için bir süre sessiz kaldı. Sonunda gittiğinde limonatasını önüne alıp yuvarlamaya başladı. Limonatanın içindeki buzlar, bardağın kenarına çarpıp ince bir ses çıkardı.
“Erva’yı, annen kaçırdı ya da emrine çalıştığı adamlar…” Bardağı bırakıp uzanarak elimi tuttu. Evet, sayın seyirciler ellerim ellerinde. Şimdi fonda, Shape Of My Heart varken erimemek elde değil ki. En sevdiğim şarkıların arasındaydı. Çocukken Leon Sevginin Gücü adlı filmde çalmıştı. O günden sonra favorilerimin arasında yer aldı. O filmi, Serap ile her sıkıldığımızda açar izlerdik. İlk kez 19 Eylülde izlemiştik. O günden sonra da vazgeçilmezimiz olmuştu.
“Annen kadar güçlü olduğunu biliyorum. O potansiyel sende var. Beni rüyandan ittin, kimse yapamazdı. Yani denese bile benim ruhum daha baskın olurdu. Ayrıca onun, senin annen olduğu gerçeği var…” ne demek istediğini anladığımda ellerimi çekip sözünü kestim,
“Annem, beni terk etti, onu tanımıyorum. Neye benzediğini Allah bilir!”
“Onun için önemlisin. Seni uzak tutmak için o adamları yollayan, oydu.” Yüzüme tokat yemiş kadar olmuştum. Kayıp bir yılım annem yüzünden miydi yani? İnanamıyorum diyecektim ama hayır, inanıyordum. Belki de inanmak istediğim için sorgulamadım. Bir yanım beni unutmamış olduğuna seviniyor, her ne kadar kötü sonuç doğursa da, diğer yanımsa yaşadıklarım için öfkeliydi. Masadan kalkıp kapıya yöneldim. Semih, yolumu kesti. Kolumdan sertçe tutup dışarıya çıkardı. Baha, arkamızdan geliyordu. Resmen sürükleniyordum.
“Bırak beni! Sen böyle davranınca yardım eder miyim zannediyorsun?” Tutuşunu iyice sertleşince acıdan cıyakladım. Baha, bizi ayırınca az daha yere kapaklanıyordum.
“Ne yaptığını zannediyorsun? Onun için her şey yeni. Sindirmesine izin ver! Böyle itip kakarak nereye varacaksın?” Yakasından tutup sarstı. “O, benim kardeşim! Kardeşimi bulmak istemiyor muyum zannediyorsun? Aptalca davranıp son şansımızı elimizden almana izin vermeyeceğim.” Semih, Baha’dan kurtularak,
“Peki, ne yapıyorsun? Geldiğimizden beri …” beni göstererek, “…onunla oynaşmaktan başka!” dedi. Hey yavaş, oynaşmak nedir yahu! “Her şeyi söyle de kurtul. Ekstra çaba harcamaktan kurtulursun!” ben, Semih’in ne dediğini anlamaya çalışırken Baha, yumruğunu Semih’in, çenesine indirdi. Geriye sendelemekten başka etkilenme emaresi göstermedi. Geniş bir gülümsemeyle Baha’ya baktı. “Canın biraz dayak mı çekti. O yumruk böyle atılmaz,” diyerek yumruğunu Baha’nın karnına indirdi. Baha, iki büklüm olurken Semih, “İşte böyle atılır,” diye devam etti. Baha, kendini toparladığında birbirlerine giriştiler. Şok olmuş vaziyette onlara bakıyordum. Daha önce kavga eden iki erkeği hiç görmemiştim. Sokaktan geçen iki genç, koşarak kavgayı ayırmaya çalıştılar. Sonunda ayrıldıklarında Semih, hiçbir şey söylemeden öfkeyle uzaklaştı. O gidince Baha, elini belime koyup arabaya yönlendirdi. Arkada kalan iki genç, “Kız meselesiydi herhalde,” deyince yerin dibini aradım.
Beni eve bırakana kadar tek kelime etmedi. Benden bir şey saklıyordu. Evet, daha önce tanıştığımızı biliyordum ama sakladığı şey, Semih’in söylediği şeyler ne anlama geliyordu? Bu kadar sır çok fazlaydı. İnmeden önce bir şey söylemesini bekledim. Bakışlarını ileriye dikmişti. Gergin olduğu belliydi. Parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. Sormamı bekliyordu. Alacağım cevaptan korkarak sormaktan vazgeçtim. Arabadan inerken son kez bakıp,
“Görüşürüz.” dedim. Karşılık olarak sadece başıyla bir onay aldım. Araba birkaç ev ötede durdu. İnerken epey dalgın görünüyordu. Kapıyı çalıp içeriye daldı. Ben de eve girmekten vazgeçip Seraplara gittim. Babası işteydi. Annesi ise Ayşen teyzede, gündeydi. Odasına gidip tüm abur cuburları önümüze yığdık. Müzik açıp sohbet etmeye başladık. Semih ile Baha’nın kavgasından bahsedince, tabii ki bilmemesi gereken şeyleri atlayarak,
“Ooo, bu çocuk senin sapığın olmasın. Hani, sen bilmezsin ama o gizliden gizliye seni izler, takip eder, hakkında her şeyi bilir falan. Şimdi de seni tavlamak için gelmiştir. Hı?” dedi. Geliş sebeplerini bilmeseydim kafamı karıştırabilirdim ama hayır, öyle bir şey olamazdı. Başımı sallayıp,
“Hayır, te Balıkesir’den buraya bunun için gelemezler, üstelik okul okumak için gelmişler. Onu bırak sence Semih’i niye peşine taksın ki?” dedim.
“Ayşen teyzede kalmak için. Bu kadar basit... Sana yakın olurdu böylece.” Bilmeseydim heyecanlanırdım, ah keşke…
“Beni tanıyor…” Serap’ın gözleri kocaman açılırken biraz sonra söyleyeceğim şeye tepkisinin sert olmamasını umdum. “Ben de tanıyormuşum…” Elime aldığım fıstığın tuzlu kabuğunu soyup ağzıma attım. Serap’a bakmamaya çalıştım ama o, burnumun dibine girerek söylenmeye başladı.
“Nasıl tanışıyormuşsun? Ben niye bilmiyorum?” Omzuma sert bir şaplak indirdiğinde irkildim. Vurduğu yeri ovarken,
“Dur, ya! Ne vuruyorsun?” dedim. Serap, geri çekilirken kaşları çatılmış vaziyetteydi. Erin bir nefes alıp konuşmaya başladım. “Kaza ile unutmuş olmalıyım…” İtiraz etmek için ağzını açtı ama ona fırsat tanımadım. “Sadece tanışıklıkmış. Daha fazla bir şey yok tamam mı?” Dudaklarını büktüğünde çatık kaşlarıyla çok korkunç görünüyordu. İleri atılıp kollarımı, omzuna sardım. Geri çekildiğimde yüzünde daha yumuşak bir ifade vardı. “Tanışıyoruz ama ben, başka şeyler de unutmuş muyum diye merak ediyorum. Benden sakladığı bir şey var gibi…” Serap, gözlerini kısıp,
“Arkadaşından bir şey saklarsan böyle olur işte. Hak etmişsin!” diye söylendi. Bezginlikle,
“Of, Serap ya! Hatırlamıyordum ki!” dedim. Serap, başını yana yatırıp gözlerini sıkıca kapattı. Açtığında,
“Neyse, senin soru işaretleri sonraya kalsa? Sen, bana şu Semih’ten bahsetsene,” dedi. Gözlerini kırpıştırıp en tatlı gülümsemesini takındı. İkna etmek için kullanırdı bu yöntemi. Şu an onun istediğini yapacağımı sanıyordu ama avucunu yalardı.
“Hayır, akıllıysan uzak durursun. Kaba herifin teki! Zarardan başka bir şey vermez sana.” Somurtup başka yere bakınca, “Çok ciddiyim. Uzak dur, beni katil etme,” dedim.
Bu konuda ciddiydim. Daha önce, Serap’ın eski sevgilileriyle başım derde girmişti. Serap’a şiddet uygulamak üzereyken yakaladığım eskilerden birini kovalamış, sıkıştırdığım yerde en hassas noktasını tekmelemiştim. Daha önce, krav maga dersleri aldığımdan benim için zor olmamıştı.
“Of! Tamam, çalışırım.” İnanmadım tabii ki. “Yetenek sınavın ne zaman?” Ağzı dolu konuştuğu için kelimeleri yarım yamalak anladım.
“Bu pazartesi. Babam götürecek, şu komşu çocukları da kayıtlarını yaptıracakmış. Babam, beni okula bırakıp onları yetiştirmeye çalışacak.” Fındığı ağzına atıp çiğnemeye başladı. Yuttuğunda,
“Ay inşallah kazanırsın. Gerçi bir şüphem yok ama duanın zararı olmaz. Ayşen teyze, kesin okunmuş su hazırlar. Hım, kızma ama ben de gelsem? Sıkışırız falan hoş olur.” Göz kırpınca çekirdek çöpünü ona attım. Saçına yapıştı.
“Iy! Ne pissin. Atılır mı o hiç?” Mızmızlanarak, “Yıkamam gerek,” diye söylendi.
“Hak ettin ama hiç dinlemiyorsun beni. İlla başına geldiğinde mi anlayacaksın!” oturduğum yerden kalkıp gitmek için ayaklandım. “Ben artık gideyim, geç oldu.” Oturduğu yerden elime uzanıp sızlandı.
“Geç falan olmadı. Tamam, özür dilerim. Sadece şaka yapıyordum. Uzak duracağım tamam mı?” Pişman görünüyordu ama anlaması gerekirdi. Dangalak herifin tekiydi o, zarardan başka bir şey vermezdi.
“Tamam, ama gerçekten gitmem lazım. Babam eve gelecek. Yemek falan bilirsin.” Onaylayarak beni geçirdi. Eve gittiğimde akşam için etleri dinlenmeye bırakıp odama geçtim. Günüm uzun ve yorucu geçmişti. Duş aldıktan sonra yatağa geçip uyudum.