BÖLÜM 6

2092 Words
Günler vızır vızır geçiyordu, zaman su misali avuçlarımın arasından kayarken hayatımın en güzel anlarını yaşıyordum. İçimin içime sığmadığı koskoca bir ay geçmişti. Kağan artık misafirimiz değil, kiracımız olmuştu ve iki adımlık ötemde, bir solukluk canımın içinde yaşamaya başlamıştı. Bu kadar kısa sürede ben artık eski Aycan değildim, o işini yapıp köşesine çekilen, suratı beş karış kız gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti. Sanki anamın karnından yeni doğmuşum da hayatı yeni öğreniyormuş gibiydim, isyankâr ruhum inine çekilmiş, yerine cıvıl cıvıl birini tayin etmişti. Yediğim yemeklerin tadına varmıştım, içtiğim köy suyunun, soluduğum havanın, bastığım toprağın, girdiğim bahçenin her birinin tadını yeni alıyormuş gibi davranıyordum. Artık yaşadığım her ana, Kağan’ın gözüyle bakıyordum, o neyi sorgularsa ben de sorguluyor, neyi beğendiğini dile getirse benim gözümde değeri katlanıyordu. Tıpkı onun baktığı gibi bakmaya çalışırken, hayatı keşfedip tadına varıyordum, kısacası, boşlukta yüzen hayatımın sandalı, soluk hayatıma renk katmıştı Kağan. ... Bazen pencere aralığında üç kelimelik sohbet eder, bu bana iki gün yeterdi. Bazen kaldığı evin önüne sandalye koyar, gecenin işsizliğinde kollarını önüne bağlayarak yıldızları seyre dalardı. O yıldızlara bakardı, ben karanlık mutfağın içinde yıldızım sandığıma. Annem ve babam, benim onunla baş başa kalmamı istemiyordu. O vakitler bunu normal karşılıyordum, her anne baba gibi genç bir adamla genç kızlarını yan yana görmek istemediklerini düşünüyordum. Çok sonra anlayacaktım neden böyle davrandıklarını. Bu yüzden onlar yanımdayken asla adını anmıyor, yahut onu görmek için fırsat kollamıyordum. Fakat annem komşuya, babam işe, kardeşlerim de bir yere gittikleri an, ayaklarım ona koşmak için sabırsızca birbirine dolanıyordu. Halbuki çağıran da yoktu. Hatta yine bir gün evde kimse yoktu. Bunu fırsat bildiğim gibi, o günün bahanesiyle elime beşer kiloluk su bidonu alıp kapısını çalmıştım. Bahanem, suların kesilecek olmasıydı. İnsan şimdi bunları düşününce yerin dibine giresi geliyor. "Bunları ben mi yapmışım?" diye kendime hesap soruyorum. Evet, bu kadar da arsız biriydim işte. Çağırılmadık kapıda bitmemin başka açıklaması olamazdı. Tedirgin fakat bir o kadar da cesaretimi yüklenerek kapısını çaldım. Üstünden birkaç dakika geçti geçmedi, açmayınca bu kez daha sert vurdum kapıya. İllaki açsın diye. Açtı ama nasıl açtı? Kapıyı sonuna kadar açtı, kardeşlerimin yemek götürdüğü akşam giydikleriyle karşıma çıktı. Saat, öğlen vaktini az biraz geçmişti ama yeni uykudan uyanmış olduğu ortadaydı. Gecesinde sabaha kadar evin önünde yıldız kovaladığından, uykusuz kalmış olmalıydı. O öyle karşıma geçti ya… O hâli gözümde öyle şirin, öyle tatlıydı ki. Kara gözlerinin çevresi şişmişti, beyaz teninde sakallarının arasına yastık izi yapmış olacak, alnına kadar kızarmıştı. Saçları dağılmış, dudakları daha da kalınlaşmış, sesi pürüzlüydü. Siz hiç kocaman adamı kucağınıza bastırıp, çocuk sever gibi sevesiniz tuttu mu? İnanın, ben o gün tam olarak öyleydim. Karşımdaki Kağan’ı kucağıma bastırıp yanaklarını sıkmak, dağılmış saçlarına parmaklarımı yerleştirerek taramak, şiş yanaklarını avuçlamak, uykusuzluktan kızarmış gözlerini üfleyerek derman olmak istemiştim. Ben Kağan’ı akıl almaz bir sevdayla sevmiştim. Elimde bidonlarla karşısına çıkınca gözlerini ovalayarak kapıyı açtı, kapı açılır açılmaz da ona has kokusu ciğerlerime ulaştı. Hani bahar ayı gelir de dağ bayır her yer yeşerirdi ya, o yeşilliklerin üzerine nisan yağmurları dökülünce bir koku yayılır. İşte o kokuya eşsiz bir esans serpmişler gibi burnuma ulaşınca gözlerimi kapatıp tek solukta soluduğumu bilirim. Allah kimseyi o duruma düşürmesin. Gözlerimi açıp baktım ki, ne göreyim, o da gözlerini açıp şaşırmış bana bakıyordu. "Aycan, bir şey mi oldu?" diye sordu. Yerin dibine geçtim. Ben ona nasıl söyleyeyim, "Dur biraz kokunu ezber ediyorum," diye? Eveledim, kekeledim, bir şeyler dedim. Sonunda da "Sular kesilecek de su getirdim," diyerek elimdeki bidonları kaldırıp gösterince, karşısında nasıl bir hâle düştüysem kafasını geri yatırarak kahkaha atmıştı. "Bu bir öngörü mü?" diye sordu. Bazen anlamazdım onu. "Hı," demiştim kaba saba bir şekilde. Sonra utanıp "Efendim?" diye sormuştum. "Sular kesilecek dedin ya, onu söylüyorum. Kesilmesi için belirli saatler mi var? Hani köyde sistem nasıl işliyor, onu soruyorum." Ben ona değil kötü söz, kötünün “k”sini diyemezdim. Öyle güzeldi gözümde, karşısında kızardım, bozardım. Ahırdaki hayvanlardan bahsediyorum demeye çalıştım, insanların zorluk çekmemesi için önceden önlem alınsın gibi bir şeyler gevelerken beni yanlış anladığını düşünüp panik yapmıştım. Ben o panik hâlimle karşısında açıklama yaparken, meğer benimle şakalaşıyormuş. Sona doğru yine kahkaha attı, gülüşünün arasında “Aycan, sen çok tatlısın” dedi. Zannedersiniz bana ilanı aşk etti. Söylediği sıradan bir şeydi, ama karşısındaki ben sıradan değildim. Sonra ne olduysa, gülüşü normale dönüp gözlerimin içine daldı. Sesi değişmişti, hecelemeye başlamıştı. İlk kez karşımda bana benzemişti. “Aycan, beni düşünmen büyük incelik. Teşekkür ederim,” dedi ama bir şeylerin farkına varmış gibi çekinerek söylemişti sanki. O bana böyle kibarca teşekkür ederken, ben içimden şunu söylüyordum: Yahu adam, neyin inceliğinden bahsediyorsun? Ben karşında kalın bir halat olup ortadan ikiye ayrılmışım, sen beni dantel ipliği mi sandın? Her geçen dakika, her saniye onunla karşı karşıya geldikçe içimde filizlenen sevda büyüyor, nereye gittiğini bilmeden kök salıyordu. Sonumun böyle olacağını bilseydim, o günlerde değil kapısına bahanelerle dayanmak, gördüğüm yerde başımı yere eğip yanından geçerdim. *** Şimdi o günleri hatırlayınca gülümsüyorum. Ama bir sorun var: bu gülümseme nasıl? İnsan hiç gülümserken kalbine kıymık batar mı? Yanaklarım yana açılırken, sanki iğneyle delik açıp ip takmışlar da saçlarıma doğru çekerek açıyorlar gibi. Vallahi o durumdayım. O günleri yeniden anımsadıkça, yüreğimde ince ince çizikler oluşuyor, sanki biri çakıyla ruhumu oyuyormuş gibi hissediyorum. Ben yedi yıldır böyleyim. Gülmek isterken canım acıyorsa, o ipi kopartmayı da istiyorum. O günleri anımsamak hem acı veriyor hem de unutmak istemiyorum. Unutmak istiyorum çünkü yeni hayatıma ihanet ediyorum. Zoruma gidiyor. Lakin dökülmeye başlayabilmek bile benim için yol almak demek. O yolda geri dönmeyeceğim. Eteğimdeki taşları, yüreğimdeki gözyaşlarını akıtarak bugüne geleceğim inşallah. .... Velhasıl, Kağan ile birlikte gelen günler, giden günlerimi taşlarla uğurladı. Halbuki her köy kızı gibi bir hayatım vardı. Biraz daha fazlasıydı, orası ayrı, ama ben o bunalımlı zamanlarımda bunu gözümde fazlasıyla büyütmüştüm. Ömrüm boyunca kendimi o hayata mahkûm zannederken, Kağan’ın hayatıma girmesiyle hem huyum hem de karakterim değişmişti. Çocukluğumun yorgunluğunu üzerimden attığımı sandım. Oysa sadece yalnızdım. Elimden tutan bir ana, sokakta yan yana yürüyeceğim bir arkadaş, sırlarımı paylaşacağım kuzenlerim olmadığından, benden öte yorgunlukta genç bir kız yok sanıyordum. Kağan gelince, geçti o günler dedim. İş yapmaktan bile zevk alır hâle gelmiştim. Annemin tembelliği artık zoruma gitmiyor, hatta evde olmasın diye dualar ediyordum. Bu süreçte Kağan da köye adapte olmaya çalışıyordu. Çoğu zaman eve uğramıyor, hatta akşam geç saatlerde babamla birlikte döndüğü günler oluyordu. Arkadaş bile edinmişti; arada birinin adı geçiyordu. Bazen babamla fısır fısır bir şeyler konuşurken onun adını da kullanıyorlardı. Az çok bir sıkıntısı olduğunu hissediyordum, ama bunu bilmemek için kulaklarımı tıkadığımı da bilirim. Kağan benim gözümde sihirli bir siluetti, hakkında kötü bir şey öğrenirsem silinip gidecek korkusuyla onu olduğu gibi görmek istiyordum. İnsanın başına ne gelirse en korktuğu yerden gelirmiş. Babamla birlikte geç saatte eve geldikleri günün sabaha karşı vakitleriydi. Evin içinde el ayak çekilmiş, herkes ikinci uykusunu alırken, bir tek ben ayaktaydım. Gece boyu hülyalar aleminde gezmiş, sabaha karşı ancak dalmıştım; gün aymasına az bir süre kalmıştı. Ne kadar derin uyusam da, aşina olduğum hayatta sesler beynimin içinde dalgalanıyordu. O uykunun içinde, birinin balkona koşarak çıktığını ve arkasından köpeklerin havladığını duydum. Gözlerimi uykulu hâlde aralamaya çalışırken, aynı sesi babamlar da duymuş olacak ki, yattıkları odanın kapısı açıldı. Uyumak ve uyanıp neler olduğuna bakmak arasında sızlanırken, Kağan’ın sesini duyduğum gibi yataktan fırlamam bir oldu. Sabahın altısında, benden önce kapıya bakacak kimse yokmuş gibi davranmam, babamın canını fazlasıyla sıkmıştı. Kağan, "Yusuf Ağabey!" diye kapıya vurunca, üstümde ne var ne yok hiç akıl etmemiştim. Yaz vakti evin içi cayır cayır yanarken, kalın askılı atletten hallice, rengi solmuş ama oldukça rahat olan pijamam her yerimi ortaya çıkarıyordu. Göğüslerim, gerdanım, kollarım çıplaktı; keza altıma giydiğim pijama da öyleydi. Ben, babamın bile karşısına böyle çıkmayı edep sayan bir genç kızken, Kağan’ın sesini duyduğum gibi babama fırsat bile bırakmadan kapıyı açmam, hangi kıt aklımın oyunuydu? Kapıyı açtığım gibi, karşımda telaşlı duran Kağan’a, "Hayırdır inşallah?" dedim. Tam o anda babam da benim hâlime bakıp, "Aycan, sen bir dur," dedi. İşte o gün, aymamış vakitte, Kağan'ın dili tutuldu; karşısındaki bana bakarken baştan aşağı süzdü. O yaşa kadar en büyük ayıbım olsa gerekti bu. Güya, kendime bir şeyden anlamazdım diyordum ama Kağan’ın bana beğenerek baktığını da anlamıştım. Şimdilerde adına egom tatmin oldu diyorlar ya, aynen öyleydi. Zaten çok sonra Kağan da bunu itiraf etmişti. “Seni o sabah karşımda peri kızı gibi görünce çarpıldım. O gün aldın aklımı,” demişti. “Şu dudakların o gün de böyle şişmişti, duru gözlerin, kalın kirpiklerin ve beline kadar dökülen telleri birbirine dolaşmayan saçlarınla… Bu nasıl bir şeymiş, dedim.” Koynunda şımarırken, “Nasıl bir şey mişim ben?” diye sordum. “Şu anda olduğu gibi, kucağına bastırıp, her saniye, her zerresi öperek koklanması gereken bir şey,” demişti. Altında bej renginde keten bir şort, üstünde koyu mavi yakalı kısa kollu bir gömlek vardı. Sabah olmadan bu görüntüsü, gece uyumadığını gösteriyordu. Ben onu, o beni süzerken saniyeler akıp gidiyordu. Karşısına nasıl çıktığım ancak o an aklıma gelebildi. İlk işim, darmadağın olan saçlarımı geriye doğru parmaklarımla tarayıp, yüzümün ve gözlerimin açılmasını sağlamak olmuştu. Geriye açıkta kalan yerlerimi ise ancak ondan sonra fark ettim ve geri adım attığımda babamın öfkeli bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. Bu kadar ayrıntıyı neden anlattığıma gelecek olursak... Ah, dile dökmek ne zor! Dedim ya, paldır küldür kapıyı açınca ne arkamda sinirden kuduran babamı ne de üstümdekileri düşünmüştüm. Ama Kağan’ın bana beğenerek baktığını görünce geri adım atıp hemen çekilmek de istemedim. Ben meğer yaşayacağım sancılı hayata o gün bile isteye kulaç atmıştım. Seve seve. Kapıyı açıp karşısına çıktığımda, eli havada, ağzı O şeklinde açılmıştı ve öylece kaldı. Şimdi bile o anı iliklerime kadar hissediyorsam, üstünden elli yıl geçse bile unutacağımı sanmıyorum. Fakat unutamayacaklarımın en basiti... Karşımda em-küm etmeye başladı. Adım, dilinden önce heceleyerek döküldü. “Ay-can!” dedi, başını da sonunu da uzatarak. “Şey, ben... pardon! Ben bir şey diyecektim,” derken babamın arkamdan yaklaştığını görünce gözlerini anında yere indirdi. Bunları öyle saatler geçmiş gibi anlatıyorum ama öyle değildi. Belki üç-beş dakikalık bir şeydi ama benim onu süzmem, onun bana bakması, o an ömürlük gibiydi. Babam, Kağan’dan önce benimle göz göze gelince bağırmaya başladı. “Ben var iken sana mı kaldı kapıyı açmak? Geç içeri, almayayım ayağımın altına,” diye öyle bir azarladı ki Kağan’ın bakışından değil, babamın beni onun yanında azarlamasından dolayı yerin dibine girmiştim. Tabii ki babam yerden göğe kadar haklıydı. Ama o an onun haklılığı değil, Kağan’ın yanında ezilen gururum ve parçalanan özgüvenim canımı daha çok yakmıştı. Ben dolan gözlerimi Kağan’a göstermemeye çalışarak odama doğru hızla ilerlerken, o babama açıklama yapıyordu. Bana kızmaması gerektiğini söylemişti. Bütün suçun olmadık saatte rahatsız ettiğinden kendisinde olduğunu belirterek konuşmaya başlamıştı. Babama "ağabey" derken içtenliği ve samimiyeti, aralarındaki bağın giderek kuvvetlendiğini gösteriyordu. Babam da onun böyle bir duruma bile isteye düşmeyeceğini bildiğinden çabuk yumuşamıştı. “Sorun değil, evladım,” diyordu. Babam genellikle ondan bahsederken gözleri ışıldar, her seferinde ne denli efendi olduğunu, okumuş, kültürlü biri olduğundan takdir ederek söz ederdi. Babam onu böyle anlattıkça, benim dinlemeyeceğimi sanırdı ama yanılırdı. Aksine kulaklarımı dikip her kelimesini dikkatle dinlerken içim ona karşı coşar ve daha da çok bağlanırdım. Babam birini böylesi takdir edip severek bahsediyorsa, kötü biri olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Ben annemden ziyade babama hep güvenirdim. Aşktan gözüm kör olmayı tercih ederken, annemin söylediği her söz batar olmuştu. Annem, Kağan’ı bir türlü sevememiş, normalde her insana fazlasıyla sıcak davranırken ona karşı hep gardını almıştı. İşte bu, gözüme batıyordu. Annem yine benim sevdiğim, değer verdiğim şeyi, “Senin şimdi işin var,” diyerek elimden alacak zannediyordum. Babamla Kağan arasında olan sırrı, annem de öğrenmiş olmalıydı. Babamla baş başa kaldıklarında sürekli uyarıyor, Kağan’ın adı geçiyordu. Bize yansıtmak istemiyorlardı ya da orada burada ağzımızdan kaçırırız diye korkuyorlardı. Başlarda böyleydi. Kağan kimdi? Nereliydi? Anası babası nasıldı? Kardeşleri var mıydı? Ben bunları annemin tepkisinden ve babamın sırlara olan yükünden dolayı soramadım. Zaten fazlasıyla göze batıyordum, bir de bunları sorsam içeri kilitlerler, asla Kağan ile yüz göz etmezlerdi. Ben, beni Kağan’dan edecekler diye korkup gizli saklı sanki hiç fark etmiyorlarmış gibi içimde yaşarken, annem çoktan fark etmişti aslında. O gün, kapı ağzında babam beni azarlayıp kendimi odama attığımda, peşimden gelen annem olmuştu. Utancımdan yastığı yüzüme bastırıp sırtımı kapıya dönmüştüm. Güya uyuyor numarası yapacak, babamla yüz göz olmayacaktım. Ama yanıma gelen annemdi. Oysa onun çoktan yatağa girip, sabaha karşı uyanarak babama kahvaltı hazırlaması gerekiyordu. Annem, yetişkin olduğum yaşa kadar ilk kez o gün omzuma elini koyup, ılık bir sesle konuşarak destek vermeye çalışmıştı. Ama söyledikleri bana büyük bir engeldi. “Aycan, şu hâline bir bak kızım. Farkında değiliz sanıyorsun ama yanılıyorsun yavrum. Görüyorum. Yapma anneciğim. Yanarsın. Sen yanarsan biz de yanarız! Bu yakışıklı oğlandan ne sana yar ne de bize damat olur! Kendini hiç etme çocuğum!” Kelime kelime söyledi. Ama ben o uçuruma çoktan düşmüştüm.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD