MİRZAT

1658 Words
Ve o ikinci haber geldikten sonra her şey öyle hızlı değişti ki… Sanki ev halkı, sanki köy, sanki dünyanın kendisi bir anda bambaşka bir yöne akmaya başlamıştı. Ben ise o akıntının içinde savrulan bir yaprak gibiydim. O haber şuydu: Mehmet Ağa yeniden evleniyordu. Hem de ben evlendikten yani kaynanam öldükten sadece üç ay sonra. Bunu duyduğum an mideme bir yumruk oturdu. Zihnim dondu, ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. “Olmaz.” dedim içimden, “Bu kadar da olmaz.” Ama oluyordu. Kaynanam mezarında daha toprağa alışamamışken o, yeni bir gelin getiriyordu eve. Kadınsızlığa sadece üç ay dayanmıştı. Bu beni en çok sarsan şeydi: insan, kendine beş çocuk doğurmuş, evini çekip çevirmiş, yıllarca yanında durmuş o kadar iyi bir kadının ardından nasıl bu kadar çabuk evlenirdi? Hem de… Hem de yirmi beş yaşında biriyle. Duyar duymaz, olduğum yerde taş kesildim. Yirmi beş… Bu yaş kulağıma tokat gibi çarpıyordu. Miran bile ondan büyük sayılırdı; tam yaşını bilmiyordum ama kesin 25 ’i geçmişti. Yani… Mehmet Ağa ’nın evleneceği kadın, oğlundan küçük, kızının yaşında, benim yaşımın sadece birkaç yıl üstündeydi. Üstelik… Mehmet Ağa’ nın evleneceği kadından yaşça büyük üç çocuğu vardı. Bu düşünce kafamda dönüp durdu. Nasıl oluyordu bu? Nasıl kabul ediliyordu? Kim nasıl ses etmiyordu? Hizmetçiler arasında fısıltılar çoğalmıştı. Aralarında konuşurken bazen sesleri yükseliyor, bazen şoktan kahkahaya benzer tuhaf bir ses çıkarıyorlardı. Ama herkesin yüzünde tek bir ifade vardı. “Yeni hanım geliyor.” Oysa daha üç ay önce bu evin gerçek hanımı toprağa verilmişti. Artık sadece bir yük, bir uğursuz, bir hatırlatmadan ibarettim. Ve en kötüsü şuydu: Kaynanam öldüğünde ev tamamen dağılmış gibiydi. O ölünce evin çatısı çökmüş, herkes sağa sola savrulmuştu. Ama şimdi yeni gelin geliyordu ve herkes yeniden düzene girecekti. Ben nereye girecektim? Belli değildi. Mehmet Ağa ’nın bu evliliği, evdeki dengeleri bir anda alt üst etti. Yeni kadının kim olduğu, nereden geldiği, nasıl birisi olduğu… Bunlar beni bekleyen fırtınanın sadece başlangıcı gibiydi. Ben o an şunu anladım: Üç ay boyunca çektiğim zulüm hiçbir şeymiş. Asıl sınavım şimdi başlıyordu. Aynı anda iki tokat gibi çarpıyordu gerçekler. Mehmet Ağa istediğini yapıyordu, kimse ses edemiyordu… Ve herkes, her şey yine benim suçummuş gibi davranıyordu. --- Çalışanlar kaynanamı öyle çok severdi ki, onun yokluğunda evin dengesi tamamen bozulmuştu. Ama kimse Mehmet Ağa’ ya tek kelime bile edemiyordu. Adam ne derse o olurdu. O yüzden herkes öfkesini, acısını, özlemini, sitemini benden çıkarmaya başladı. “Hanımağayı toprağa düşüren bu kız.” “Uğursuz işte.” “Geldi, evin düzenini bozdu.” “Bir tek o gelinliğin yüzünden kaybettik hanımımızı.” diyerek fısıldaşıyorlardı. Her kelime iğne gibi kulaklarıma batıyordu. Yeni gelin haberinin tüm suçu da bana yüklendi “Hanım ölünce Ağa evsiz kalır.” “Evlenmek zorunda kaldı.” “Zorunda bırakan da bu kız.” diye tekrar tekrar söylediler arkamdan. Mehmet Ağa ’nın kendi isteğiyle evlendiğini kimse söylemedi. Hepsine göre ev, ben yüzünden açıkta kalmıştı ve Ağa da çare olarak genç bir kadın alıyordu. Bu yüzden bana olan nefretleri bir kat daha arttı. Hani ilk zamanlar bile beni sevmezlerdi, şimdi artık açık açık düşman oldular. Düğün öncesi evin tüm yükü bana kaldı. Yeni gelin gelmeden önce konak tepeden tırnağa temizlenecekti. Ama kimse bir bez bile eline almadı. Hepsini bana yaptırdılar. Halıları çektirdiler. Şilteleri taşıttılar. Avizelerin taşlarını bile bana sildirdiler. Bütün merdivenleri dizlerimin üzerinde ovdurdular. Ahırdaki koyunların yemliklerini bile temizlettiler. Bunlar yetmezmiş gibi bir de şiddet başladı. Ellerime bastılar, arkamdan ittiler, saçımı çektiler… Bir şey demeye kalksam “Kes sesini uğursuz!” diye bağırıyorlardı. Bir gece rezil bir bahane uydurup beni avlunun ortasına çıkarıp saatlerce soğuk taşları ovdurdular. “Temiz değil.” deyip iki kere daha yıkattılar. O an ellerim su topladı. Ertesi sabah patladı. Ama yine de iş verdiler. Konağın ikinci katı bana ve Miran ’a aitti Benim odam, Miran’ ın çalışma odası, ikimize ayrılan küçük bir oturma kısmı hepsi oradaydı. Ama yeni gelin bu katı istedi. İstediği an da aldı. Mehmet Ağa bir kere bile “Olmaz, orası oğlumun karısının yeridir.” demedi. Bir kere bile “Genç kız, başka oda verelim.” demedi. O her ne derse ev öyle olacaktı, zaten öyle oldu. Beni üçüncü kata çıkartmadılar. Çünkü üçüncü katta Miran ’ın kardeşleri vardı. Yeni gelin “ben üst katta kalamam, gençler olur, rahat edemem” demiş. Ama bekar erkek varmış, o yüzden orası da kapatıldı bana. Ve sonuç… Artık hizmetçilerle aynı katta yaşıyordum Sıradan bir oda. Daracık bir yatak. Bir tek pencere. Banyoya bile en uzak oda. Bir gelinin değil, Bir misafirin değil, Bir çalışanın bile kalmak istemeyeceği bir yerdi. Kapının dışı sabah akşam bağırış, fısıltı, emir doluydu. Ben de o kapının arkasında, o odanın içinde öylece yokmuşum gibi yaşamak zorundaydım. İkinci kattaki tüm eşyalarım aşağı indirilirken, hizmetçiler birbirine fısıldıyordu. “Uğursuz gelin artık layık olduğu yere gidiyor.” “Yeni hanım yukarıda oturur, bu da aşağıda. Hanımağa hayattayken gelini için her şeyin en iyisini almıştı.” “Zaten ilk günden belliydi bunun yüzünden evin başına taş yağacağı.” Ve ben, henüz on altı yaşında bir kız… Daha düğünümün üzerinden üç ay bile geçmemişken… Gelinken hizmetçi statüsüne bile layık görülmeyen biri oldum. Köşeye itilen, sevilmeyen, dışlanan, suçlanan… Ve en kötüsü: Kimsesiz. ... Ve Mirzat geldi. Meğer benim düğünüm için de gelmiş ama ben o zaman onu ne görmüştüm ne de görsem tanıyacak haldeydim. Miran’ ın yurt dışında yaşayan ağabeyi… Adı geçince bile herkes “okumuş çocuk” der, “başka dünyaların adamı” diye konuşurdu. O yüzden gelişini herkes önemsemişti. Birkaç gün önceden gelmişti. Babasının evlenmesine sinirli olduğu belliydi, hele ki genç bir kadınla evlenmesine. Mehmet Ağa ise her zamanki gibi kendine bir gerekçe uydurmuştu. “Bu evi çekip çevirmek kolay mı? Ananız gibisi vardı da ben mi evlenmedim? Genç birinin anca gücü yeter bana.” Herkes biliyordu bunun bir yalan olduğunu. Bu evlilik güce, düzene, ihtiyaçlara değil; azgınlığa yapılmıştı. Herkes biliyordu ama kimse söyleyemiyordu. Ben de gizliden gizliye kız için üzülmüştüm, sonra fark ettim ki kendisi pek üzülmüyormuş. Daha gelir gelmez konağı ölçüp biçmeye, emirler yağdırmaya başladı. Gençliğine güveniyordu; orası belli. Sonra Mirzat beni gördü. Öyle uzun uzun bakmadı ama bir anlığına gözleri takıldı üzerime. Sanki içinden, “Bu kız mı bütün bu yükü taşıyan?” diye geçirir gibi… Bir anlığına yüzünde acıma, kızma, anlamaya çalışma gibi karışık bir his belirdi. Bir insanın yüzü bazen kelimelerden çok şey söyler ya, işte öyle… Ben sofrayı hazırlıyordum. Ellerim titreyerek tabak diziyor, içimdeki yorgunluğu bastırmaya çalışıyordum. Çalışanlar beni dövüyor, her işin en ağırını bana yaptırıyordu. Yeni gelin geldiğinden beri konaktaki düzen tamamen alt üst olmuştu; beni üçüncü kattan indirip hizmetçilerin katına atmışlardı ama kimseye bir şey diyemiyordum. Tam sofranın ortasına ekmek sepetini koymuştum ki Mirzat sesini yükseltti. “Bu kıza niye hizmetçi gibi davranıyorsun baba? Yazık değil mi?” Bir anlığına zaman durdu sanki. O kadar zamandır kimse bana “yazık” bile dememişti. Hep suçlu, uğursuz, günahkar, uğursuz gelin… Ne kadar ezilsem de hak etti”i muamelesi… Bir insanın ilk defa acımasını bile minnet sanacak hale gelmiştim. Mehmet Ağa, o her zamanki buz gibi tonuyla cevap verdi. “Anan onun yüzünden öldü. Evde tuttuğuma, kanıma karşı kanını istemediğime dua etsin.” Sanki bıçağı çekip kalbime saplamıştı da herkes masada bunu seyrediyordu. Ama Mirzat geri çekilmedi. Gözleri bir an parladı, sanki içindeki adalet duygusu bir anda kabarmış gibiydi.. “Hiçbiriniz sordunuz mu kıza, bir sevdiği var mı diye?” dedi. “Töre diye evlendirdiniz gencecik kızı. Normal değil mi bir sevdiği olması? Sorsaydınız keşke baştan…” O cümleyi o kadar sert, o kadar açık söyledi ki bir anda masanın üstünde görünmez bir rüzgar esti. Herkes sustu. Mehmet Ağa’ nın yüzü gerildi ama cevap vermedi. Ve o an anladım. İlk kez biri, ben suçlu değilmişim gibi konuştu. İlk kez biri, bana ‘yazık’ dedi. İlk kez biri, beni gerçekten gördü. Bu bile, bir insanın ayakta kalmasına yetiyormuş. O gün öyle geçti işte. Sessiz, ağır, üzerime çöken bir bulut gibi… Hiçbir şey düzelmedi ama bir tek Mirzat ’ın o sözleri içimde küçük bir çıtırtı gibi yankılanıp durdu. Akşam olduğunda, herkes sofradan kalkıp odalarına çekilirken, Mirzat Abi ’nin yatağını hazırlamak yine bana düştü. Ne var ne yok düzelttim, yorganı serdim, yastıkları kabarttım. Bir yabancının odasını düzenlerken bile içimde garip bir utanç vardı; sanki her hareketim başkasının gözünde suçtu. Tam işi bitirip sessizce kapıya yöneliyordum ki arkamdan kapının kolu hafifçe tık diye döndü. İçeri giren Mirzat Abi oldu. Gözlerinde bütün gün taşıdığı o sert ama adil bakış hala duruyordu. Bir an yapacak bir şey bulamadım. Ellerim birbirine dolaştı. Sonra içimde patlayan o ihtiyaç, anlaşılma, duyulma, suçsuz olduğumu birinin bilmesi isteğiyle dilimden döküldü. “Yemin ederim ki… onun bende gözü olduğunu bile bilmiyordum.” dedim. Sesim titriyordu. “Bana hiçbir şey söylemedi.” Aslında söylediklerimin bir anlamı yoktu. Bu ev, bu töre, bu insanlar… Hiçbirine bir şey kanıtlayamazdım. Ama yine de birinin gerçekten beni anlamasına öyle çok ihtiyacım vardı ki, sanki onun cevabı nefes almamı sağlayacaktı. Mirzat Abi durdu. Odanın yarı karanlığında yüzü net değildi ama sesi… sesi insana benzeyen nadir seslerdendi. “Zamanla öfke yatışır.” dedi. “Herkes senin nasıl biri olduğunu anlar. Biraz sabret. Bu töreler çok can yaktı… Ne ilk kurban sensin ne de son olacaksın, ne yazık ki.” Onun annesine benzediğini o anda anladım. Vicdanı vardı, aklı vardı, başkasının acısını duyabilen o nadir insanlardan biriydi. O konakta bu ses bir tek ondan geliyordu. “Keşke gitmeme izin verseler.” dedim. Sesimi alçaltmıştım, sanki duvarlar bile ihbar eder gibi. Mirzat Abi başını yana eğdi, bir süre düşündü. Sonra gözlerimin içine baktı. “Vermezler.” dedi. “Ve sakın kaçmaya çalışma.” Bu söz içime bir taş gibi oturdu. “Belli ki annemin kanına karşı senin hayatını istiyorlar. Kaçman onlara sadece bahane verir. Babamın eli çok uzundur. Mutlaka bulurlar.” Bir anda dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Konaktan dışarı adım bile atmamıştım ama sanki dünyanın bütün kapıları yüzüme kapandı. “Anladım…” diyebildim sadece. Töre neydi tam olarak bilmiyorum hala. Nasıl işler, sınırı nedir, kim karar verir… Bildiğim tek şey; onun benim ayağıma vurulmuş bir pranga olduğu. Ve Mirzat gibi biri bile, bana gerçekten üzülen biri bile, “kurtuluşun yok” diyorsa… demek ki gerçekten yoktu. Ve düğün günü geldi. Miran da geliyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD