KINA GECESİ

1353 Words
Evin avlusunda bir hareket, bir koşuşturma vardı ama kimse yüksek sesle konuşmaya cesaret edemiyordu. Sanki herkes farkındaydı: Bu gece bir kızın hayatı, kendi rızası olmadan başka bir yola çevrilecekti. Akşam ezanından az sonra kapı bir daha vuruldu. Annem hemen örtüsünü düzeltti, elini yüzüne sürdü ve kapıyı açtı. İçeri üç kadın girdi. Ellerinde bohçalar, kına kapları, işlemeli tepsiler… “Biz geldik güzelim, hadi hazırlanalım.” dediler bana. Biri yaşça daha büyük, yöreyi bilen, eli ağır hareket eden kadınlardandı. Öbür ikisi gençti, belli ki hanımağanın yolladığı yardımcılarıydı. Odanın ortasına oturttular beni. Kafamın üstünde duran ampul bile huzursuz yanıp sönüyordu. Sanki benim içimi biliyordu. Kadınlardan biri çantayı açtı. “Önce bir altınlarını takalım. Nişan olmasa da bir şey takılmamış denmesin. ” En altınlara bakmamaya çalışsam da, içinde kırmızı pullu kına elbisesinin ateş gibi parıldadığını gördüm. Altınlar üzerinde yansıma yapıyordu sanki. Kalbim sıkıştı. Tam o sırada dışarıdan bir ses geldi. Kapı açıldı, ayak sesleri… Erkek ayakkabısı gibi sert tıkırtılar… Elim ayağım birbirine girdi. Annem kapıya doğru koştu ama telaşla değil; sanki bana görünmesin diye kendini siper eder gibi. “Kim geldi?” dedim fısıltıyla. Kadınlardan biri, başını bile kaldırmadan cevap verdi. “Çeyiz almaya geldi, çeyiz.” Ama kalbim durmak bilmedi. İçimde kötü bir his yayıldı. Damat mı? diye düşündüm. Bütün vücudum buz kesildi. Dizlerim titredi. O ana kadar bir umutla kınada damadın gelmeyeceğini biliyordum ama ya bu ev başka adet uyguluyorsa? Adeta nefesim kesildi. Kapı yeniden açıldı ve biri içeri girdi. Genç biri. Uzun boylu, omuzları geniş. Sırtında işlemeli bir örtü taşıyor. Yüzünde tuhaf bir mahcubiyet. Yanında iki kadın daha vardı. Kalbim göğsümü yırtacak gibi attı. Kadınlardan biri beni izlerken gülümsedi. “Ne oldu kız, damat sandın herhalde?” O an nefesimi verdim. Sanki içimdeki taş yuvarlandı gitti. Genç olan hafifçe başını eğdi. “Ben kuzeniyim. Sandığı almaya geldim sadece.” dedi. Kuzen demek bu, damat değil. Yutkundum. İçimdeki panik biraz olsun çekildi ama geriye başka bir acı bıraktı. Korktuğum şeyin ne olduğunu artık biliyordum. O genç, eğilip sandığı aldı. Kadınlar hemen çevresini sardı. Üstünde bakırdan yapılmış bir sürgü vardı, Mardin işi motiflerle dolu. İçinde işlemeli yazmalar, tülbentler, ipek gömlekler, terlikler, çoraplar bir sürü süs, çeyizlik olan bohçalar taşınmaya başladı. Kadınlardan biri dedi ki. “Hanımağa gelinin sandığını almaya kaç kişi yollamış. Bunlar yarın düğün öncesi serilir.” Annem en arkadan sadece bakıyordu. Gözleri dolu ama içi daha derin bir korku ile kaplıydı. Bense sanki olanları dışarıdan izliyordum, kendi hayatım değildi bu. Sandık götürüldükten sonra kuzen hızlıca çıktı. Kadınlar kapıyı kapatır kapatmaz hazırlığa geri döndüler. Sanki az önce nefesimi kesecek korku yaşamam hiç olmamış gibi. Bana döndüler. “Hadi bakalım güzelim, son bir eksiğin var mı bakalım.” Bir kadın saçımı örgüsünü düzeltmek için arkamdan geçti. Saçlarımı nazikçe değil, aceleyle tutuyordu. Parmakları her çekişinde gözlerim yanıyordu. Diğeri kırmızı pullu kına elbisesinin eteğini tuttu. “ Bu gece senin son kız gecen.” Son kız gecem… O kelime içimi paramparça etti. Sanki biri içime ince bir bıçakla çizik atmıştı. Sanki hayallerimi önüme koydular. Veda et dediler. Işıl vurdukça elbisenin kırmızısı parladı. Ben parlamadım. Ben soldum. Hayallerim soldu. Annem yanıma geldi, elleri titriyordu. “Biraz dayan kızım, bitsin gitsin.” diye fısıldadı. Kadınlar bunu duymadı ya da duymazdan geldiler. Gelinin ağlaması normal sayılırdı onlar için. Saçlarım düzeltildi, başıma kırmızı tül örtüldü. Tülün altından dünya daha loş, daha boğucu görünüyordu. “Hazır mıdır kız?” diye seslendi biri. “Hazır.” dedi diğeri gururlu bir tonda. Ama ben hazır değildim. Hiçbir şeye. Hiçbir saate. Hiçbir kadere. Kadınlar beni kaldırdılar. Köyün ortasına kınanın yakılacağı yere doğru yürüttüler. Ayakkabılarımı giydim ama ayaklarımın bağı çözülecekmiş gibi hissediyordum. Kına tepsisini hazırladılar. Mumlar yakıldı. Her yer sanki uruncu bir ışıkla doldu. Kadınlar türküye başladı. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…” O türkü başladığında annemin nefesi kesildi sanki. Omuzları çöktü. İçine ağladı. Kadınlar ritimle alkış vuruyor, türkü söylüyor ama ben sanki suyun altında kalmış gibiydim. Sesler boğuk geliyordu. Kınayı yakacak kadın elime baktı. “Elini aç kızım.” dedi. Açmadım. Biliyorum, kızların çoğu böyle yapar. Açmaz. Kaynana bir hediye gönderir, o zaman açarsın. Kaynanam geldi ana damat yok. Erkek gelmiyor. Kadın bekledi. Bir süre sonra kaynanam yanıma yaklaştı. Elime bir yarım altın koydu. “Bu, altın gibi parlak olsun hayatın.” dedi. Kadınlar memnun oldu. Diğer elimi açtım. O an sanki kaderimi de açmış gibi hissettim. Kına avucuma sürüldü. Sıcak bir şeydi. Yakmıyordu ama içimi kavuruyordu. Türküler yükseldi. Kadınların sesi, ışıkların cızırtısı, annemin kokusu, toprağın soğukluğu… Hepsi iç içe geçti. Babamın karısı, kıskanmış bir suratla izliyordu. Kına tepsisine, aldığım altınlara bakıyordu. Anneme bakıp içinden bir şeyler sayıyordu sessizce, bu gece o bile susuyordu. Kırmızı tül yüzümün önünden sarkarken, içimde tek bir cümle yankılandı. “Bu gece, ben olmaktan çıkıyorum. Buradan dönüş yok. ” Kadınlar türkü söylemeye devam etti. Kınam yakıldı. Ellerim bağlandı. Ve ben daha çocukken, bir gecede kadın ilan edildim. ... Türküler yavaş yavaş bitti. Işıklar söndü. Kalabalık dağıldı. Kadınlar eşyalarını topladı, “Hayırlı olsun” deyip ayrıldılar. Sanki bütün gece o şarkılar, o kalabalık, o renkler benimle alay etmek için yapılmıştı. Şimdi geriye sadece çıplak gerçek kalmıştı. Eve döndük. Kınanın kokusu hala elimdeydi. Nemli, kırmızı, toprak gibi. İçime işlemişti sanki. Annem beni kaldığımız odaya götürdü, kapı sürgüsünü çekti, ardından her zamanki gibi yere oturdu. Ben de karşısına geçtim. Annem yüzüme baktı, nefes aldı, dudakları titredi. “Güzel kızım…” dedi. Sesi boğuktu. Sanki boğazındaki düğümü kelimelerle açmaya çalışıyordu. Ben başımı kaldırmadan bekledim. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Konuşsam ağlayacaktım. Annem dizlerini toplayıp yanıma daha yakın oturdu. “Elbet… zor.” dedi. Gözlerinden yaşlar dolmuştu ama akıtmıyordu. Kendine bile izin vermiyordu ağlamaya. “Bu ev böyle, bu düzen böyle. Biz kaderi değiştiremedik kızım.” Elini uzatıp yanağıma dokundu. Sessizce, özenle. “Bilesin ki,” dedi, “sen güçlü durursan, kimse seni ezemez. Korkunu belli etme. Korkun büyür. Ama içinde tutarsan küçülür.” Ben hala bakamıyordum. Gözlerimi açarsam ağlayacağımı biliyordum. “Bak kızım…” dedi annem, sesi daha da alçaldı. “Eğer bir gün canın çok yanarsa gelir bana söylersin. Ben seni kimseye bırakmadım, yine bırakmam. Ama burada herkes, güçlü kızı sever. Sen ağlarsan seni zayıf sanırlar.” Kafamı hafifçe salladım. İçimde on altı yaşında değil de, sanki altmış yaşında biri gibi çökme vardı. Annem beni kurtarmaya çalışırdı, canını ortaya koyardı ama kurtaramazdı. Yine de denerdi biliyorum. Annem sözlerine devam etti. “Bazen evlilikte kötü gün olur. İnsandır, olur. Ama kötü insan olsun istemem. Dua et kızım, dua et ki erkek iyi biri çıksın.” Odamız küçüktü. Bir duvar boyunca eski bir halı, yerde ince bir yatak, köşede annemin giydiği kına kıyafeti, kapının arkasında benim kırmızı tülüm. Her şey bana benzemeyen bir geleceğe hazırlık gibiydi. Annem derin bir nefes aldı, sonra bana yaklaşarak alnımdan öptü. “Bu gece yanında yatayım mı?” diye sordu. “Yok ana yat sen.” diyebildim kısık bir sesle. Benden daha çok yorulmuştu aslında. Kadıncağız hem beni korumaya çalıştı hem milletin laflarına dayandı. Hem korktu hem güçlü durdu. Babam kovdum der miydi? Anam kocasını terk edip kaçmış bir kadındı milletin gözünde. O yattıktan bir süre sonra ev tamamen sessizleşti. Uzakta bir köpek havladı. Rüzgar pencere arasından içeri ince bir serinlik gönderdi. Herkes uyurken ben de yatağıma uzandım. Kına hala avucumda, pul pul kurumuş. Sanki elime değil, kaderime sürülmüş gibi. Dönüp duvara baktım. Küçük bir çatlak vardı duvarda. Çatlağın kenarlarını parmaklarımla yokladım. Parmaklarım titredi. Göz yumdum ama uyku gelmedi. İçim doluydu. Tepeden tırnağa sıkışmış bir nefes gibi. Birden her şey oldu bitti gibi çöktü: Yeni ev. Bilinmeyen bir adam. Yeni insanlar. Yeni korkular. Gülmediğim bir düğün. İstemediğim bir gelinlik. Ellerimdeki kına. Sessizce yastığa yüzümü gömdüm. Evde annem uyanmasın diye nefesimi tuttum. Ve ağladım. Boğuk, titrek, içimi yakan bir ağlamaydı bu. Sanki dünyanın yükü göğsüme çökmüş gibiydi. Her damla gözyaşım, sanki şu soruyu soruyordu. “Ben bu hayatı istedim mi?” Duvardaki gölge büyüdü küçüldü, nefesimle dalgalandı. Yastığım ıslandı. Ellerimi yumdum, kına parçaları döküldü. “Allah ’ım…” diye fısıldadım, “kötü olmasın. Ne olur kötü olmasın.” Kendi kendime böyle dua ederken annemin yattığı odadan hafif bir hışırtı geldi. Uyandı sandım. Hemen gözyaşlarımı sildim, nefesimi tuttum. Ama annem sadece döndü. Muhtemelen o da uyuyamıyordu. Sonra ev yine sessizleşti. Ben bir daha gözlerimi kapadım. Bu sefer ağlamadan. Sadece boş boş karanlığa baktım. Çünkü sabah olacaktı. Ve sabahla birlikte, yeni bir hayat zorla kapımı çalacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD