Davul ve zurnanın ritmiyle adımlar birbirine karışıyor, tozlar göğe kalkıyor, eller havaya uzanıyor, bağırışlar meydanı dolduruyordu. Kadınlar türküler söylüyor, zılgıtlarla eşlik ediyordu. Bazıları bana bakıyor, bazıları sessiz fısıltılarla dedikodu yapıyordu; ama ben artık bakışlara aldırmıyordum.
Küçük bir grup erkek, ortada büyük bir daire oluşturmuş, birbirine kenetlenmişti. Halay ritmiyle birlikte eğlencenin enerjisi yayıldı. Ben göz ucuyla etrafı izliyordum; gençler arasında oyunlar dönüp duruyordu. Birkaç genç erkek, davulcuların önünde şov yapıyor, ellerini havaya kaldırıp çevresindeki herkesin ilgisini çekiyordu.
Kadınlar ise ayrı bir neşe kaynağıydı. Renkli şallar, işlemeli kaftanlar, parlayan bilezikler… Her biri kendi ritmiyle dans ediyor, zılgıtlar eşliğinde meydanın dört bir yanına seslerini yayıyordu. Neredeyse her adım bir kahkaha, her bakış bir fısıltıydı. Gözlerimin önünde eski köy düğünlerinin o masalsı havası canlanıyor gibiydi, ama benim için artık her şey farklıydı; gözlerim etrafta, kulaklarım kalabalığın sesinde, ama içimde hafif bir boşluk vardı.
Halaydan sonra bazı erkekler ortada kısa gösteriler yaptı; geleneksel oyunlar gibi küçük bir eğlence, meydanın ortasında alkışlarla karşılandı. Ben kenardan izliyordum, Miran hala ifadesiz, adeta olaylara yabancı bir şekilde duruyordu.
Kalın ve ağır altınlarla dolu eli omzuma dokunduğunda, dayı kızının bir adım geri çekildiğini gördüm. Hatta geri çekilmek değil… resmen kaçmak gibi. Kaynanamın bakışıyla kovduğu çok belliydi. Kadının üzerinde öyle bir heybet, öyle bir sözüm yasadır hali vardı ki yanında durmak bile insanın duruşunu değiştiriyordu.
Sesi kalabalığın uğultusunu kesen bir sertlikte çıktı.
“Kızım, kalk. Miran’ la reyhani oynayın.”
Bir an nefesim kesildi. İnsanların eğlendiği, bağırıp güldüğü o meydanda, sanki spot ışığı bir anda üzerime dönmüş gibiydim.
“Ben bilmiyorum ki…” dedim, sesim biraz titreyerek.
Kaynanam hiç vakit kaybetmeden elini havaya kaldırdı, birini çağırdı. O kişi koşa koşa geldi.
“Al gelinimi. Konağa götür. Reyhani öğret.”
Hemen. Şimdi. Bu kalabalığın ortasında. Düğün devam ederken. Söz verdi mi bitti.
Afalladım.
“Ben öyle kolay öğrenemem…” dedim, sırf bir şey demiş olmak için.
Yoksa içimdeki gerçek cümle çok daha keskin, çok daha yorgundu.
Sanki isteyerek evleniyorum. Ne reyhanisi, ne oyunu… ne gerek var?
Ama o cümle boğazımda durdu. Dışarı çıkmadı. Çıkamazdı.
Kaynanam bana hafifçe döndü. Gözlerindeki otoriteyle sanki etrafın gürültüsü bile susmuştu.
“Kızım, burada çok fazla insan var. Ağır misafirler de var. Herkes biliyor ki töreyle evlendiniz. Miran aslında şu an Ağa değil yakında olacak. Sen de hanımağa olacaksın. Eğer sana değer vermiyor gibi görünürse, seni dinlemezler. Sen kocana, kocan da sana sahip çıkmalı. Bunu şimdiden göstermek lazım.”
O an kalbim inceden bir sızıyla çekildi.
Hanımağa?
Ben?
İçimde acı bir tebessüm belirdi.
Ben hanımağa olamazdım ki…
Ben töre bilmezdim.
Ben bu insanların içinde doğmamıştım, bu kültürü yaşamamıştım.
Kaynanam ise sanki doğuştan hanımağa gibiydi; duruşu bile “bu evin düzenini ben kurarım” diyordu.
Onun yanında kendimi küçük hissettim.
Küçük ve çok yabancı.
Ama ne olursa olsun, dudaklarımı aralayıp hiçbir itiraz etmedim.
Sadece başımı hafifçe salladım.
Çünkü o an, hayır demek kalabalığın ortasında düğünün sesini bile kesebilirdi.
Etraf coşkuyla doluyken, ben bir anda içimde kocaman bir yalnızlık hissettim.
Yanımda dikilen orta yaşlı iki kadın hemen öne çıktı. Biri kolumu nazikçe tuttu, diğeri yol açmak için kalabalığı yararak yürümeye başladı.
Miran çok uzaktaydı. Halayın en ucunda erkeklerin arasında, omuz omuza oynuyordu. Bana bakmıyordu bile. Ben de bakmadım. Bakmak istemedim belki ya da bakarsam gözümdeki dolan yaşları tutamayacaktım.
Kadınlar beni kalabalığın içinden çekip götürürken zılgıtlar, davullar, kaval sesleri arkamızda kaldı. Meydanın ışıkları, ateş yakılmış variller, elinde telefonlarla çekim yapan çocuklar, herkes hepsi sanki benden uzaklaşıyordu. Ben de onlardan uzaklaşıyordum.
Konağa girince gürültü bir anda sustu. Sadece içerideki kadınların fısıldaşması ve taş duvarlarda yankılanan adımlarımız kaldı.
Üst kata çıktık. Karanlık bir koridordan geçip geniş bir odaya girdik.
Kadınlardan yaşı büyük olanı elini beline koyup bana baktı.
“Güzel kızım, reyhani öyle zor değil. Öğrenirsin. Hanımağa dediğin oynayacak tabii yeri geldiğinde.”
Ben başımı eğdim. “Ben hiç bilmiyorum. Hem de… kolay da öğrenemem.” dedim utangaçça.
Kadın hafif gülümsedi.
“Öğreneceksin. Bu düğünde herkes seni izleyecek. Ağa’ nın karısı nasıl durur, nasıl yürür, nasıl oynar… Her biri önemli. İnsanların gözü senin üzerinde. Bütün köy konuşuyor şu an.”
Karnıma bir sancı saplandı.
“Bak kızım, Miran ağır delikanlıdır. Töreyi sever. Sen ne kadar duruşunu gösterirsen, o da o kadar sahip çıkar. Biz buradayız, merak etme.”
Merak etmeyeyim mi? 16 yaşındayım. Ne töre biliyorum ne oyun… Ne bu evin kadınlarını tanıyorum. Sıcak nefesleri bile yabancı geliyor bana.
“ İlk adımı böyle öğreneceğiz. Reyhani ’nin özü yürüyüştedir. Önce yürümeyi göstereceğim.”
Ben usulca aldım, avuçlarım terledi.
“Sağ ayak… sol ayak… ağır ağır. Reyhani acele edilmez. Başın dik olacak. Hanım duruşu olacak. Omuzların düşmeyecek.”
Başımı kaldırdım. Aynamdaki yansımam bile bana yabancıydı.
Kadın devam etti.
“Kalabalığın önünde eğilirsen olmaz. Korkarsan da olmaz. Seni küçük görmek isteyen çok.”
Ben yutkundum.
“Ben… korkuyorum.” dedim kısık bir sesle.
Kadın bana ilk defa gerçekten baktı. Yumuşak bir bakıştı.
“Korkacaksın tabii. Ama belli etmeyeceksin. Biz kadınlar hepimizin korkusunu içimize gömeriz. Sen de gömeceksin.”
Sonra reyhaninin ilk adımlarını gösterdi.
Ben denedim.
Becereyemedim.
Tekrar denedim. Yine olmadı.
Kadın sabırla tekrar gösterdi.
“Başını kaldır kızım. Sen ağa gelinisin artık. Kimseye ezilme. Ayağını şöyle sür, bak böyle… heh işte böyle!”
Yavaş yavaş, benim bile şaşırdığım bir uyumla adımlar oturmaya başladı.
Kapı aralandı. İçeri giren kadın, “Gelin kız hazır mı? Hanımağa sordu, birazdan meydana inecekmişsiniz.” dedi.
Hazır mıydım?
Asla.
Ama mecburdum.
Kadınlar kuşağımı düzeltti, saçımı toparladı.
“Dik dur kızım. Birazdan herkes seni izleyecek.”
Derin bir nefes aldım.
Kapıya yürüdüm.
Ayaklarım titriyordu.
Miran hala meydandaydı.
Ben ise rolüme yeni başlıyordum.
Miran önden bir adım attı.
Sonra durdu.
Ben de durunca elini hafifçe yana kaldırdı yine değmeden, yine uzak ama yön göstererek.
“Karşıma geç.” dedi kısık ve sert sesiyle.
Bir an ne yapacağımı anlamadım ama kadınların daha önce fısıldadığı şey aklıma geldi.
“Reyhani ’nin aslı karşı karşıya oynamaktır. Göz göze gelinir.”
Adımlarımı sürüyerek tam karşısına geçtim.
İkimizin arasında iki adımlık bir mesafe vardı.
Davul bu kez daha derinden vurdu; zurna uzun bir nefesle ağır bir hava çalmaya başladı.
Miran omuzlarını düzeltti.
Ayaklarını yere sağdan sola sürüdü.
Sonra aniden ama çok kontrollü bir hareketle başını kaldırıp doğrudan gözlerimin içine baktı.
Tam gözlerime.
Hiç kaçırmadan.
Hiçbir yabancı erkek bana böyle bakmamıştı.
Hele böyle bir kalabalığın ortasında…
Bir an nefesim kesildi.
“Niye böyle bakıyor?”
“Bir hata mı yaptım?”
“Bu bakış ne demek?”
Ama yüzünden anlamak mümkün değildi.
Ne kızgınlık vardı ne yumuşaklık.
Sadece… dikkat. Yoğun bir dikkat.
Ben gözlerimi kaçırmak istedim.
Refleks gibi aşağıya bakmaya yeltendim ama o tam o anda kaşını çok hafif kaldırdı.
Öyle küçük bir hareket ki…
Kimse anlamazdı.
Ama bana çok net bir şey söylüyordu.
“Bakışını kaçırma.”
Boğazım kurudu.
Kalbim hızlandı.
Gözlerimi tekrar kaldırdım.
Ve Reyhani böyle başladı.
Miran bir adım attı ağır, bastıra bastıra.
Ben de aynısını yaptım.
Sonra o bir daire çizdi ayaklarıyla, ben de onu izledim.
Kolunu hafif kaldırdı; ben de aynı yükseklikte kaldırdım.
Ama gözünü hiç ayırmadı.
Ben de ayırmadım.
Sanki o bakışın içinde bir sınav vardı.
Bir ölçme.
Bir yoklama.
Bir “iyimisin, güçlümüsün” bakışı.
Zurna kesildiğinde bir an sessizlik oldu.
Miran ayağını yere vurdu.
Ben de aynı anda vurdum.
Kalabalık çığlık attı.
Zılgıtlar yükseldi.
Herkes alkışladı.
Ama ben sadece bir tek şeyi düşünüyordum.
“Bu adam neden gözümün içine böyle bakıyor?”
Aslında öyle sert bir bakış değildi.
Ama öyle derindi ki…
Sanki içimde bir yerlere dokunuyordu.
Davul yeniden vurdu.
Reyhani hızlandı.
Biz hala karşı karşıyaydık.
Hala göz göze…
O an anladım ki,
Bu düğünde ne giysim, ne saçım, ne adımlarım…
Asıl izlenen şey ikimizin göz göze duruşuydu.
Ve Miran…
Sanki herkesin önünde bana bir şey söylemeden bir şey söylüyordu.
“Dik dur Nare. Geri çekilme.”
İlk kez, içimde bilmediğim bir titreme hissettim.
Korku muydu?
Utanç mıydı?
Yoksa bir çeşit tanımadığım güç mü?
Bilmiyordum.
Ama bildiğim tek şey şuydu:
Miran Zorbey gözlerimi bırakmadı.
Ben de bakışımı kaçırmadım.
Ve Reyhani, o akşam bizi istemeden de olsa aynı ritme soktu.
Reyhani bittiğinde davul kısa bir “dım–dım” yaptı, sonra tamamen sustu.
Zurna da uzun bir nefes çekip havayı dolduran o tiz sesi birden kesiverdi.
Bir anda herkesin içindeki coşku değişti.
Sanki şimdi asıl meseleye geçiyoruz der gibi ağır bir uğultu yayıldı.
Takı merasimi başlıyordu.
Ağa düğününde düğünün en uzun, en kalabalık, en gösterişli anı buydu.
Kadınlar çocuklarıyla birlikte öne doğru yığıldı.
Erkekler kenarlara çekildi.
Ortada kocaman bir daire açıldı.
Miran bir adım sağa kaydı, ben bir adım sola; yan yana durduk.
Kaynanam hemen yanımda duruyordu, nasıl nefes aldığımı bile hissediyordu sanki. Önce Ağa ve kaynanam taktı. Tak tak bitmedi.
Sonra köyün ileri gelenleri geldi.
Hepsi ağır adımlarla, gururla, sanki ailenin zenginliğini ve nüfuzunu göstermek için yarışır gibi.
Birinci adam altın kemer uzattı.
Kaynanam aldı, belime taktırdı.
Ağırlığı neredeyse belimi büktü. İkinci kemer bu.
Sonra bir kadın geldi koca koca bileziklerle.
“Gelinimiz uğurlu olsun.” dedi.
Altı tane kelepçe bilezik birden bileğime taktı.
Her bilezik takıldığında kolum biraz daha ağırlaşıyordu.
Başka bir kadın çıktı üzerinde yöresel işlemeli elbise.
Boynuma koskocaman bir set taktı.
Göz alabildiğine altın parıldıyordu.
Zılgıtlar art arda yükseldi.
Davul arada güm güm vuruyor, ama çalmıyor sadece takı sesini desteklemek için.
Dayım sahneye çıktı.
Yüzünde sahte bir gurur ve çıkarcı bir gülümseme vardı.
Elinde ise ince uzun bir kutu.
Kutuyu açtı üç bilezik taktı. Sırf kendi şerefine.
“Bizden de kızımıza helal olsun.” dedi.
Sözde babalık… Elinde büyüdüm ya sözde.
Ama gözlerinde “Bu takılar bizim sayemizde” bakışı vardı.
Karısı, o hiç sevmeyen, hep küçümseyen kadın, bir zincir taktı boynuma.
Takarken bile beni süzmeyi ihmal etmedi.
Kızı küçücük bir altın kolye taktı.
“Gençsin ya,” dedi alayla, “sana hafif olsun.”
Kaynanam buna bile kaşını kaldırıp bir bakış attı.
Kız hemen geri çekildi.
Sonra sıra Ağa tarafındaydı.
Miran ’ın amcaları, dayıları, kuzenleri…
Hepsi sanki yarışıyordu.
Her biri bilezik, her biri kolye, her biri altın.
Bir tanesi bileziği takarken şöyle dedi:
“Hanımağa ’mız olacak… Boş gelinir mi?”
Diğeri boynuma set takarken:
“Bizim gelin zayıf kalmasın, altın boyunda dursun.”
Zılgıt kıyamet koptu.
Takılar omuzlarıma, belime, bileklerime doldukça nefes almak zorlaşıyordu.
Sıcak, kalabalık, altınların ağırlığı…
Bir an için sersemledim.
Miran ise hiç konuşmuyor, hiç gülmüyor…
Ama takıların ağırlığını görünce bir iki kez kısa kısa baktı.
Bakışı ne merhametti ne gurur.
Sanki bu tören böyle olur der gibi düz, soğuk, kabul etmiş bir bakış.
Sonra komşu köyün ağası çıktı.
Elinde kırmızı işlemeli bir kese vardı.
Ağırdı ona bakışımdan bile anlaşılıyordu.
Kesenin ağzını açtı…
İçi altın doluydu.
“Bu da bizden kızımıza.” dedi.
Sonra keseyi Miran’ a verdi.
Miran elini kaldırdı, herkes sustu.
Sonra keseyi önüme koydu.
Kısa bir cümle kurdu.
“Bunlar emanettir. Sana aittir.”
Cümlesi kısa ama ağalık tonundaydı.
Kalabalık alkışladı, zılgıtlar yeniden yükseldi.
Ben ise ağır takıların altında durmaya çalışırken sadece şunu düşündüm:
“Bu altınlar bu gösteriş… bu kalabalık…
Bunların hiçbiri benim hayatımı kolaylaştırmayacak.”
Ama gülümsemek zorundaydım.
Çünkü herkes izliyordu.
Çünkü ben artık Ağa geliniydim.
Ve bu takılar…
İster kabul edeyim ister etmeyeyim…
Boynuma taktıkları sadece altın değildi.
Bir yük… bir hayat… bir kaderdi.
Takı töreninin gürültüsü bir anda kesildi. Altınların şıngırtısı, kadınların “Maşallah” sesleri, davulun tok vuruşları… Hepsi bir anda boğuk bir uğultuya dönüştü.
Ben duyduğum sesi önce kendi içimde sandım.
“Nare sadece benim karım olabilir!”
Kalabalık yarıldı adeta. İnsanlar geri geri adım attı. Bir anda nefesim göğsümde sıkıştı. Gözlerim büyüdü. Çünkü karşımdaki yüz, o yüz, hiç beklemediğim biriydi.
Dayımın büyük oğlu.
Askerde olması gerekiyordu. Aylar önce birliğine teslim olmuştu. Düğüne gelmesi zaten imkansızdı. Ama karşımdaydı yüzü hırçın, gözleri buz gibi, elleri titremeyen bir kararlılıkla silahı bize doğrultmuştu.
Bir anlığına öylece kaldım. Sadece nefes almayı unuttum.
Herkes çığlık attı. Ben ise sadece irkildim.
Kaynanam…
Miran ’ın annesi, bir an bile düşünmeden ileri atıldı.
“Oğlum!”
Sesi hem çığlık hem feryattı. Tam o anda bir kurşun sesi… sonra ikinci, üçüncü, dördüncü… Silahlar art arda patladı.
Kaynanam önce göğsünden vurulmuş gibi sendeledi. Elleri Miran ’ın omzuna uzandı, parmakları titredi… Bir damla kan dudağının kenarından süzüldü.
“Anne!” diye bağırdı Miran, sesi paramparça olmuştu.
Dayımın oğlu geriye doğru savruldu. Gözleri şaşkın, ağzı hafif aralıktı. Sanki yaptığı şeye kendi bile inanmıyormuş gibiydi.
Göğsüne bastırdığı elinin arasından kan taşıyordu. Son bir adım atmaya çalıştı yapamadı. Yığıldı.
Etraf bir anda yangın yerine döndü.
Kadınların feryadı acıyla karıştı.
“Vuruldular!”
“Yetişin!”
Davulcunun elindeki tokmak yere düştü. Çocuklar, ne olduğunu anlamadan annelerinin eteklerine saklandı. Adamlar silahını çekmeye çalışanları tutuyor, ortalık karışıyordu.
Ben ise sadece nefessizdim.
Miran dizlerinin üzerine çökmüş, annesini kollarına almıştı.
“Anne! Anne dayan!” dedi. Sesi titriyordu ama çaresizce güçlü durmaya çalışıyordu.
Ben donmuş gibi bakıyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Bacaklarım hissetmiyordu.
Bir çift el omzuma değdi, kim olduğunu bile anlamadım. İçimde sadece tek bir his vardı:
Bir anda değişen kader…
Bir anda çöken dünya…
Ve ben o dünyanın tam ortasında, ne yapacağımı bilemeden kalakaldım.