MAL KONTROLÜ

1514 Words
Az gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik. Sanki yol hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Muğla ’dan çıktık, şehirleri geçtik, geceleri gündüzleri birbirine karıştırdık. Mardin il sınırına girdiğimizde hava kararmış, içimdeki umut çoktan sönmüş, annemin gözleri yorgun düşmüştü. Ama yol hala sürüyordu. Daha epey… epey yol. Sonunda araba bir köyün girişinde yavaşladı. Motorun sesi bile başka tınlıyordu burada. Tozlu yollar, yüksek taş duvarlar, ilk görüşte içimi sıkıştıran o sessizlik… Köyün içinden geçip büyük bir avlunun önünde durduk. Ben arabadan iner inmez bir his gelip boğazıma düğümlendi. Tanıdık bir görüntü, tanıdık bir taş duvar… Anılar çarptı yüzüme. Beş yaşında kapı dışarı edilişimiz… Annemin saçından tutulup sürüklenişi… Benim sevdiğim oyuncak bebeği bile alamadan dışarı atılışımız… Zaten benim bile değildi ama oynuyordum işte. Kapı edilmeden bir kaç dakika önce sessizce. Unuttum sanıyordum. Unutmamışım. Babamın yüzünü unutmuşum ama bunları unutmamışım. Hiçbirini sevmedim. Hiçbirini özlememişim. Hiçbir iz bırakmasını istememişim. Kapı açıldı. Suratsız bir kadın çıktı karşımıza. Yüzü zaten asıktı ama annemi görünce daha bir çöktü, daha bir ekşidi. Tamam, kuma sevilmez… Ama benim annem kimsenin yuvasını yıkacak biri miydi? Hiç heves etmiş miydi o eve, o adama? İsteyerek mi evlenmişti? Sormuşlar mıydı ona? Sanki kapılarına koşarak gelmişiz gibi… "Çekil. Onca yoldan geldik." dedi babam olacak herif, kadına ters ters bakarak. Kadın çekildi. Bizim hatrımızdan değil; adamın korkusundan. Avluya girdik. Ne yalan söyleyeyim, ayağım geri geri gidiyordu ama annem kolumdan tuttu; dengemi yitirmeyeyim diye değil, yan yana duralım diye. Onun için daha zor. İçeri geçtik. Yemek hazırlandı. Masaya oturduk. Annem önce çekindi. Ama oturmamaya da çekindi. Kim bilir kaç şiddet çökmüştü o an üzerine. Babam olacak adam ne dese yapacak bir kukla gibi olmuştu birden. Demek ki kadınlar böyle sindiriliyordu. Çatalı eline aldı ama lokmayı ağzına götürmeye korktu. Sonra birkaç küçük lokma atabildi ağzına. Keşke diyebilseydim ona: “Anne, rahat ye… Senin hakkını yıllar önce aldılar. Bu ev senden öyle çok şey çaldı ki… Şimdi evi yesen bile hakkındır.” Ama diyemedim. Sesim çıkmadı. Zaten yıllardır çıkmıyordu. Çıkınca da kısılıyordu. Sonra konuya girildi. Ne yumuşatma, ne giriş, ne insani bir cümle… O amca bozuntusu denen adamın karşısına oturduk. Amca oğlu kız kaçırmış meğer. Aile rezil olmuş. Töreye göre karşılığı, berdel yapılacakmış. Bir kız verilecek, bir kız alınacak. Al gülüm ver gülüm. Sanki insan değiliz de eşyayız. Tabii onlara göre kıymetli olan kızı yani ablam babamın ilk karısından olan, erkek evlat doğuran hatundan olduğu için o kıza kesinlikle kıyılmazmış. Böyle demediler tabii ama gerçek bu. Onunla evlenecek kişi belliymiş, sözü verilmişmiş. Amcamın kızı desen o da evliymiş. Onu da katamazlarmış. Evli olunca kocasının malı, kendi malları olmayınca veremiyorlar. Öyle düşünmüşler, taşınmışlar… Bir zamanlar çöpmüşüm ya hani… Beş yaşında kapıya koydukları, unuttukları, yok saydıkları Nare… “Bir de o vardı. ” deyip beni hatırlayıvermişler. Gelmişler, alıp götürmüşler. Ben nefesimi tuttum, sonra patladı içimden: "Ben okuyorum! Bana ne sizin törenizden? Töre mi kaldı bu devirde?" O cümle odaya sığmadı. Duvarlara çarpıp geri geldi. Ve babam olduğunu söyledikleri adam elini kaldırdı. Tokadı öyle bir indi ki yüzüme, gözümde yıldızlar uçuştu. Benim hayatım boyunca varlığını hissetmediğim adam… Varlığını o tokatla kanıtladı. Ağzımın içi yandı. Dudaklarımın kenarı hemen şişti. Boğazımda bir metal acısı bıraktı. "Bir daha ağzını açıp edepsizlik yaparsan..." diye kükredi, "Ananı gömerim bir ağaç altına. Mezarını bile bulamazsın!" O anda zaman durdu. Tavan üzerime indi. Hava boğazımda düğümlendi. Benim bütün hayallerim, okul, üniversite, özgürlük, nefes hepsi o cümlenin altında ezilip can verdi. Hani birini beğenmiştim ya, önce o soldu aklımda. Bizim sınıfta bir Nare vardı, öldü mü kaldı mı diyecek miydi acaba hayatının herhangi bir anında bir defa. Bense onu asla unutmayacaktım. Çok sevmekten değil. Muhtemelen birini sevmek öyle bir şey bile değil ama yaşadığım zamanların son anılarından biri olacak artık kendisi. Yüzünü unutacağım zamanla, daha şimdiden soldu yüzü ama adı aklımda kalacak. Annem yalvardı. Diz çöktü. Ağladı. Ben ağlamadım. Ağlamaktan öte bir şey oldu içimde; sanki biri iç organlarımı tek tek çıkarıp yere fırlattı. Ne annemin yalvarışları kar etti ondan sonra… Ne de benim direnişim. Sonunda sustum. Susturuldum. Patlak dudakla… Morarmış kollarla… Kırılmış hayallerle… Kader denilen o soğuk zincir, boynuma o gece takılmış oldu. ... Bir odada incecik bir yatak serildi önümüze… Hani misafir ağırlamak değil de, “Bundan fazlasına layık değilsiniz.” der gibi. Yere atılmış bir parça, ince bir çarşaf… Odayı dolduran ağır toz kokusu bile benden rahattı sanki. Anam yanıma geldi, titreyen elleriyle saçlarımı topladı, kokladı, o çocukluğumdaki gibi enseme kadar sokup yüzünü sakladı orada. Sonra dayanamadı, sanki içindeki bütün yılların yükü boğazına düğüm olmuş gibi ağlamaya başladı. “Ah benim kadersizim… Ben senin bahtını yapamadım… Seni koruyamadım…” deyip deyip ağlarken, o kısık sesi göğsüme bıçak gibi saplanıyordu. “Üzülme.” diyebildim sadece. Ne faydası var ki? Kocadan ayrıldı diye kapıdan kovuldu diye ikinci el mal gibi hor görülen, bir işe gidip ayaklarının üzerinde durmasına bile izin verilmeyen bir kadının gücü neye yeterdi? Yıllarca susturulmuş bir kadın, ömrü boyunca nerede haykırabilirdi ki? Birbirimize sarılıp öyle yorgun, öyle tükenmiş uyuduk ki… Sanki ağırlığımız bile yatağa fazla geldi. Ağlaya ağlaya, içimizdeki acıya tutuna tutuna uyuyakaldık. Sabah yüksek sesleriyle gözümü açtım. O kadının sesi… Evdeki tüm duvarları sıyırıp kulaklarıma vuran o cırtlaklık. “O kadını getirmen şart mıydı?” diye bağırıyordu. Baba bozuntusu da kendini bir şey sanıp yanıt verdi. “İyi oldu geldiği işte. O elimizdeyken kız sözümüzden çıkamaz. Kızı götürdükleri zaman bindirir gönderirim geri bir arabaya.” Konuşulan benim annemdi. “Elimizde” dedikleri de bendim. Beni öylece götüreceklerdi demek. Acaba ne zaman. Sizin mal hazır gelin alın diye telefon mı edilecekti acaba? Ya da mesaj atardı. Kadın dişini sıktı, öyle bir kinle konuştu ki, annem lazım olmasa gelir saçını başını yolardı, o derece: “O kadını bir burada tut. Bak bakalım neler ediyorum ben ona!” Kendini bir şey sanıyor ya… Ama gittiği yol anama çıkıyor yine. Neden? Çünkü gücü sadece ona yetiyor. Çünkü korkutması kolay olan tek kişi o. Sıkıyorsa, “Gönder kızını da o kadını da, yoksa sana neler ederim!” desin. Diyemez. Cesareti yetmez. Baba bozuntusu bir anda öfkeyle dönüp kadına bağıraran konuştu. “Senin kızı verelim o zaman. O kadar şikayetçiysen!” İşte o an öğrendim her şeyi. Dizlerimin bağı çözüldü, midem bulandı. Kadının sesi bile geri çekildi. “Ben o adama kız mı veririm?” dedi. “Ne ettiyse ilk karısı üç günde astı kendini. Belki de yatakta boğdu adam… Öyle dediler. Ağa ailesini kim suçlu çıkarabilir?” O cümleyi duyduğum an içim buz gibi oldu. İçimden bir şey koptu, düştü. Odanın duvarları üzerime çöktü sanki. Meğer beni verecekleri adam… Evlendikten üç gün sonra karısı ölmüş. Kimi “astı” demiş, kimi “boğdu” demiş… Gerçeği kimse söyleyememiş. Çünkü kimse ağanın karşısında konuşamamış. Kadın bile korkmuş. Annemi parçalayacak gibi bakan sözde cesur kadın. Kendi kızını vermeyecek kadar hem de. Ama beni gözünü bile kırpmadan gönderecekler. Neyse ki… Annem duymadı. Duyarsa korkudan ölürdü. Belki de hemen oracıkta yığılıverirdi. Ben ise… O an bir kez daha anladım: Bu evde, bu ailede, bu düzende bir tek ben değildim çaresiz. Annem de bendim. Ben de annem. ... Ben dalga geçiyordum, Ama kahvaltıdan sonra gerçekten aradı baba bozuntusu. Telefon çaldı, adam bir anda bir memur ciddiyetine büründü, sesi inceldi, eğildi büküldü… Her zamanki gibi kendini bir anda kölenin hizmetkar haline soktu. “Kız hazır. Gelip alabilirsiniz istediğiniz zaman... Tabii nasıl uygun görürsen ağam…” Ağam… Ağam… Ağam… Bu kelimeyi bu kadar çok söyleyen insanlar tarih boyunca hep birilerine çökmüşlerdir zaten. Ben de herhalde, “Ağa boş bir vaktinde uğrar, uygun görürse kapıdan alır beni.” diye düşünüyordum. Sanki kargodan paket teslim alacak. Telefon kapanır kapanmaz babamın sesi evi yırttı. “Kalkın, toplayın evi! Hanımağa gelecek!” Karısı hemen fırladı. “O nereden çıktı şimdi? Hazırlıklı değiliz ki. ” diye. Kocası da gayet rahat: “Ne bileyim ben? Herhalde şehirden geldi diye kontrol edip öyle alacak.” O an anladım. Hem de öyle bir anladım ki, içimde bir yer acı acı güldü. Yüzüm değil. O gülemiyor. Hanımağa, yani ağanın karısı… Kontrol edecek. Kaporta sağlam mı, göçük var mı, boyası orijinal mi… Sonuçta oğlu binecek. Allah korusun, bir yerimde değişen çıkarsa, kazık yiyorlarmış gibi hissederler. Herhalde beni kendi verdikleri kızla karşılaştıracaklar. Hani “bizim kız kadar iyi mi, duruşu düzgün mü, eksiği var mı, fazlası var mı” diye… Belki liste tutacaklar. Belki içlerinden hesap yapacaklar: “Bizim kız 10 ’ar kuruş ediyorsa, bu kız en fazla 8 eder." diyecekler. Aradaki farkı bizden mi isteyecekler? Yoksa üste para mı alırız? Ben artık şaşırmıyorum. Bu evde kız olmak zaten mal olmak demekti. Katalogdan ürün seçilmiş gibi. Tek merak ettiğim şey; sabah beni telefonda hazır ürün gibi pazarlayan bu adamın, hanımağayı görünce nasıl eğilip büküleceği. Bize dik ama ağaya bir eğilir, bir eğilir… Yere kadar. Halinden belli şimdiden çöktü. İçimden tek bir cümle geçti. “Bari kollarımı çekiştireyim de vuruk kırık belli olmasın.” Çürüğü var diyip üste para isteseler verdiği para kadar bir daha döver bu şerefsiz çünkü. Neyse bakalım hanımağa neye benziyor. Ben Töre dizisi bile pek izlemedim ki. El mi öpüyorduk etek mi? Etek öpmek tarihi dizilerde vardı herhalde. Öğrenciyim ben yahu. Evinde televizyon olmayan bir öğrenci. Nereden bileyim dayımda kenardan kenardan izlediklerimle. El mahkum öğreneceğiz artık neyse. Her şey bir yana. Evleniyorum ben. Acaba resmi nikah yaparlar mı? Yoksa anam gibi sadece imam nikahı mı olacak? Kaderinim anama benzer mi?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD