Bir kadın geldi.
Ama öyle bir kadın değil…
Sanki evin üstüne gölgesi düşen bir dağ gibi.
Anamdan büyükçe, kırkların sonunda falan.
Arkasında iki kadın…
Onlar da belli ki onun bir bakışıyla titreyip bir bakışıyla kıpırdayan türden yardımcılar.
Kadının yürüyüşünde bile “ben buyum” vardı.
Lüks bir arabadan indi, hayatımda o kadar parlak bir araba ilk kez gördüm.
Kapılar daha yere ayağını koymadan açıldı.
“Hoş gelmişsin Hanımağam!” diye bağrıştılar.
Evde herkes bir anda kedi gibi büzüştü.
Başlar eğildi, eller ön bağlanır hale geldi.
Kocaman insanlar, hanımağa karşısında bir anda ilkokul öğrencisine döndü.
İçeri buyur ettiler.
Hemen çay, kurabiye, ne varsa ortaya döküldü.
Tabii çay tepsisini bana taşıttılar.
Önce hanımağaya bakmamaya çalışarak, sonra baktığımda ise istemsizce irkilerek. Kadın heybetli.
Kadın beni şöyle baştan sona süzdü.
Ayaklarımda hala çorap yok…
Elbisem kırış kırış…
Üzerimde gün boyu taşınmış bir toz kokusu.
“Sen misin Nare?” diye sordu.
Sesinde emir, bakışında külçe gibi bir ağırlık vardı.
“Evet.” dedim.
“Kaç yaşındasın?”
“On altı.”
Kadın o an yüzünü tamamen babama çevirdi.
Yüz hatları pürüzsüzdü, akça pakçaydı.
Yaşına göre öyle bir güzelliği vardı ki, insan ister istemez onun karşısında daha çirkin, daha küçük, daha eksik hissediyordu.
Ama bakışı…
Bakışı kılıç gibi. Sanki yaşımı beğenmedi.
Babamın üzerine öyle bir keskinlik gönderdi ki adamın sırtı istemsizce eğildi.
“Evde büyüğü varken küçüğünü vermek yeni adet mi oldu?” dedi ters bir sesle.
O an evin içi buz kesti.
Babamın karısının yüzü ekşidi, ama hiçbir şey diyemedi.
Anamın karşısında aslan kesilen kadın, hanımağanın karşısında fareye döndü.
Babam toparlanmaya çalıştı.
“Büyüğü sözlüdür Hanımağam…” dedi, sesi sönük çıkıyordu.
Hanımağa kafasını bana doğru çevirip yine süzdü.
Gözleri ayaklarıma indi, çıplak.
Sonra üstüme…
“Böyle mi çıkarıyorsunuz karşıma? Üstüne iki parça şey alamadınız mı?”
Ne diyeceğini bilemeyen babam durdu, gözünü kaçırdı.
Ben karşımda duran kadının bana mı kızdığını yoksa beni mi koruduğunu anlamadım.
Sesi aşağılama mıydı, yoksa “kendi kızına biraz insan gibi davran” demek miydi, çözemiyordum.
Babam kıvranarak cevap verdi.
“Hanımağam… Nare şehirde yaşıyordu. Anası cahildir… Alamamış bir şey. Yeni geldiği için biz de daha alamadık.”
Anasının cahildir.
O kelime içime bıçak gibi girdi.
Benim annem…
Her şeye rağmen bizi hayatta tutan, saçını süpürge eden, tek başına da olsa bir ev kurmaya çalışan kadın…
Cahil olan o değil, kendi kızını mal gibi satan sizsiniz diye bağırasım geldi.
Ama sustum.
Susturulduk çünkü.
Hanımağa başını yan yatırdı, babama öyle bir baktı ki, adamın yüzü daha da kızardı.
Ben orada ayakta duruyordum.
İki yolda.
Bir yanda beni alanlar, diğer yanda beni vermek isteyenler.
Kadının gözleri bir an için bana döndü.
Bakışı sertti, ama altında çok ince bir şey vardı…
Sanki yaklaşan hayatımı tartar gibiydi.
Ben ise içimden sadece şunu düşündüm.
“İşte kader… İnsan bazen bir elbise yüzünden bile anlaşılır.”
Kaşları bir anda daha da çatıldı hanımağanın.
Bakışları zehir gibi ama hedefi ben değilim.
Babama öyle bir döndü ki adamın rengi attı.
“Şehirde yaşayınca çıktı mı kızın olmaktan?” dedi.
“Anası almadı da babası ne güne duruyordu?”
Ben yutkundum.
İşte bu kadın fena.
Hem de öyle fena ki, babamın bile ödünü patlatıyor.
Babam kekeler gibi:
“Alacağım Hanımağam…”
Hanımağa elini şöyle bir ters salladı.
Sanki sinek kovuyor.
“İstemez. Kız artık bizimdir.
Ne gerekirse ben alırım.
Çeyizi var mı bu kızın?”
O an odada bir sessizlik oldu.
Herkes birbirine baktı.
Sanki ilk defa ben diye bir varlık fark edildi.
Çeyiz…
Varlığım mı hatırlanıyordu da çeyizim olacak?
Babam utana sıkıla:
“Yoktur Hanımağam… Vakit de yoktur. Töre gereği bir an önce evlenmesi gerekir.
İsterseniz alın götürün… Kız artık sizindir.”
Hanımağa hafifçe bir ses çıkardı.
Hoşt mu dedi, kışt mı dedi…
Birini kovar gibi bir şey söyledi ama ne olduğunu tam anlamadım.
Kulağımda yankısı şöyle kaldı.
“Hadi oradan!”
“Size mi soracağım kızı nasıl alacağımızı?
Sen töreyi bana mı öğretiyorsun?” diye gürledi.
“Töre için de olsa Ağa evi öyle gelin mi alır?
Sen benim oğluma, ağana düğünü mü yakıştırmazsın?”
Evde hava buz gibi oldu.
Babamın karısı yutkundu, sesi çıkmadı.
Babam küçüldükçe küçüldü.
“Estağfurullah Hanımağam, öyle demek istemedim…” dedi titrek bir halde.
Hanımağa hız kesmedi:
“Ben gelinim ve annesiyle alışverişe çıkıyorum.
Siz de bir an önce çıkın çeyizini tamam eyleyin.
Kız bizim olsa da bunlar kız bizim olmadan yapmanız gerekenlerdir.
Ayrıca dört bilezik takacaksın.”
Babamın yüzü sarardı.
Kadın anın tadını çıkarır gibi baktı ona.
Babam hemen döktü yamuk ağıdını...
“Hanımağam… Yakında büyük kızım da evlenecek.
İki düğün belimizi büker… Etmeyin…”
Hanımağa bir anda elini sehpaya vurdu.
Tüm ev “tak!” diye irkildi.
“İyi.
Madem paranız azdır, ona göre yaparsınız.
Ama gizliden ya da açıktan diğer kıza bir iğne fazlasını yaptığınızı görür ya da duyarsam…
Ağanıza söylerim.”
Babamın nefesi kesildi.
Adam resmen dona kaldı.
Hanımağa devam etti, her kelimesi bir kırbaç gibi:
“Bir daha ölüm olsa Ağa evi kapısına gelemezsiniz.
Kızlarınızı vereceğiniz hangi aile değerliyse gözünüzde,
başınız dara düşünce gider onlardan yardım istersiniz.”
Odaya bir sessizlik çöktü.
Ben ise içimden “bravo” dedim.
Babamın karısı ile kızı yüzünden morardı.
Ablam olacak o kız, annesinin eteğini çekiştirip durdu korkudan.
Ergen, şımarık, zekası yok gibi duran o salak ifade yok mu…
Bir an için hani gerçekten acıdım diyemem, yok, vallahi demem.
Zaten bir tek Nare’ nin kaderi ucuz, onlarınki pahalıdır ya hep…
Ama bu sefer hesap ters dönmüştü.
Hanımağa onları öyle bir susturdu ki, yılların intikamı gibi içime bir ferahlık oturdu.
Ben o kadınla orada ilk kez karşılaştım ama kendime şaşıracak kadar hayran oldum.
Gücüne, duruşuna, korkusuzluğuna.
Beni almaya gelen ailenin kadınları böyleyse…
Beni götürdükleri hayat nasıl bir şey olacak diye düşündüm.
...
Babamda para yok değil aslında.
Hem köyde hem şehirde sağda solda bir sürü malı mülkü var.
O kadın Hanımağa yani bunu biliyor belli ki.
Beni boş göndermeye çalışan babam,
kıymetli öz kızını yani ablamı boş gönderir mi hiç?
Mümkün değil.
Kıyamaz ona. O yüzden bana da yapmak zorunda artık.
Benim öyle doğduğumdan beri ucuz olan kaderim ise onun için mesele değil.
Ama işte…
Hanımağa karşısında böyle kıvranınca,
babamın yüzünün düşüşünde bir… nasıl desem…
küçücük bir haz hissettim.
Keyif değil belki ama içimde “oh” dedirten bir rahatlama.
Hani yıllarca ezilen taraf sen olmuşsundur da
bir gün biri senin yerine konuşur ya…
İşte öyle.
“Hadi gelin hanım, ananı da al. Alışverişe çıkılacak.” dedi Hanımağa.
O an ev yine buz kesti.
Babam ve karısı birbirine baktı önce.
Sonra karısı öne atıldı sanki fırsat yakalamış gibi:
“Sen misin bunun anası?”
Kadının bunu bilmediğinden sormadığına yemin ederim.
İnadına.
Bile bile.
Köylüsünü bilmez mi hiç?
Kim kimin karısıdır, kimin çocuğunu taşımıştır…
Her şeyi bilirler.
“Yok Hanımağam.
Kız kumamındır ama bana kayıtlıdır.
Anası yol iz bilmez şimdi, sizi rezil etmesin.”
Anam…
Canım anam…
Başını eğdi.
Utanç değil, çaresizlik.
Sanki “ben ne bileyim ki?” der gibi.
Onun üstüne kayıtlıyım evet. Anama nikah mı yapmışlar da anama kayıtlı olayım? Sözde erkek doğursa resmi nikahı ilk karısından alıp anama yapacakmış ama ben doğunca beni nikahlı karısına kayıt ettirmiş. Anam bile anam değil kayıtlarda. Bu yüzden neler çektim okumaya çalışırken.
Anam yine sessiz. Verilecek kararı bekliyor.
Ama Hanımağa öyle biri değil.
“Anası kimse, o gelecek.” dedi.
Tek cümle.
Nokta.
Babam hemen “Elbette Hanımağam!” deyip anamı kolundan tuttuğu gibi diğer odaya götürdü.
İçeride bir şey söyledi ona, kesin.
Tehdit.
“Bak yanlış bir şey yapma, ağzını açma, kaçmayı düşünme…”
Anam yüzü bembeyaz çıktı odadan.
Gözleri titriyordu.
Zaten kaçsak ne olacak?
Dayıma döndük de ne yaptı?
Eliyle teslim etmedi mi beni?
Sanki benim başka bir yere çıkacak kaçacak bir yerim var.
...
Arabaya bindik.
Öyle bir araba ki…
Şu filmlerde zengin aileler hani yumuşak koltuklu minibüslere biner ya…
Aynı onlardan.
Benim yüzüm, hayatım boyunca hiç gülmeyen o yüzüm,
galiba ilk kez kaynanamdan gülecek sanırım.
Kaderime bak. Genelde kaynana acımasız olur derler.
Anam güldüremezdi, gücü yoktu.
Ama belki kaynanam?
İçimde hem bir korku hem bir tuhaf sıcaklık.
Araba çalıştı.
Daha hareket etmeden, Hanımağa yanında getirdiği küçük bir kutuyu açtı.
İki tane kalın bilezik çıkardı.
Bir anda anamın koluna taktı.
“Süt hakkındır.” dedi.
Anam hemen elini geri çekti.
“Yok… gerek yok… Hanımağam, vallahi… gerek yoktur…”
Ama Hanımağa elini kaldırıp susturdu onu.
“Tek başına büyütmüşsün.
Hakkındır.”
Anamın gözleri doldu.
Çok doldu.
Benim de öyle.
Kimse anamı övmemişti bugüne kadar.
Kimse değer vermemişti.
Arabada bir sessizlik oldu.
Ama güzel bir sessizlik.
Ben bir köşede oturmuş düşündüm.
Bu kadın bana acıyor.
Demek ki oğlundan acımayacağı varsayılıyor.
İçim ürperdi.
Sanki bu iyiliğin ucu kötüye çıkacak.
Sanki yüzümü güldürecek tek kadın kaynanam olacak…
Oğlu değil.
O an anladım:
Ben gülmeyi değil,
acıyı daha çok tanıyacağım.
Ama yine de…
Bileziklerin ışığı anamın kolunda o kadar güzel durdu ki.
Sanki hayatında ilk kez biri ona “hak ettiğini” söyledi.
Ve ben o bileziklerin ışıltısında şunu gördüm.
Biz artık Mardin ’e uzanan bir yolculukta iki kadın değil…
Bir kaderin içine yuvarlanan iki yaralıydık.
Anamın yüzü gülümsedi. Gerçekten gülümsedi. Gerçekten güldüğü anları azdır anamın. Daha çok üzülme iyiyim demek için gülümser. Bu kez gerçekten gülümsedi. Bilezikler için değil aslında bu kadın belki kızımı korur gülümsemesi o aslında. Belki kızım eziyet çekmez bu evlilikte umudu. Ama benim umudum yok. Bu kadın oğlunu tanıdığı için bana acıyor. Öyle hissediyorum yani.