KUMA

1327 Words
Yanılmadığımı çok kısa sürede anladım. Üvey kaynanam beni yalnız yakalamak için fırsat kolluyordu. Kalabalıkta yüzüme gülüyor, ama evin içi boşaldığı anda gözleri değişiyordu. Bakışı sertleşiyor, sesi kalınlaşıyordu. Zaten yüzüme gülmesi de öylesine bir gülme. Misafir geldiğinde falan. Bir gün yine kimsenin olmadığı bir anda kolumdan sertçe tuttu. Parmakları koluma gömüldü. Canım yandı ama ses çıkarmadım. Ses çıkarırsam daha beter olacağını artık öğrenmiştim. “Ne bu giyinip süslenip geziyorsun evin içinde?” dedi. “Kendini yeni gelin mi sanıyorsun? Yoksa hanımağa mı? Bu evdeki tek yeni gelin de, hanımağa da benim.” Son kelimeyi bastıra bastıra söyledi. Sanki o kelimeyi ezip ağzımın içine sokmak ister gibiydi. Beni itti. Sırtım mutfak dolabına çarptı. Dengeyi zor buldum. “Benim başka temiz kıyafetim yok şu an.” dedim kısık bir sesle. Doğruydu. Üzerimde olan her şeyi rahmetli kaynanam almıştı. Yeni, temiz, düzgün… Ama benim suçum değildi ki. Temizlikte dayakta eskiyenler vardı ama onlar da kirliydi o gün. Üzerime eğildi. Nefesini yüzümde hissettim. “Kocan eve gelmiyor diye benim kocama mı göz diktin?” dedi. “Kendini beğendirmeye mi çalışıyorsun ha?” Sanki söylediği şey dünyanın en doğal ithamıymış gibi emindi. Gözlerinde bir kıskançlık değil, bir hak iddiası vardı. “Olur mu öyle şey?” dedim panikle. “O benim kayınpederim.” Kendi kulaklarıma bile mantıklı gelen bu cümle onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dudaklarını büzdü, küçümseyerek baktı. “Yaş ne ki zaten?” dedi. “Burada yaşın önemi yok. Hanımağa olmak söz konusuysa herkes rakiptir.” O an anladım. Bu kadın için ben bir gelin değildim. Bir çocuk da değildim. Bir insan hiç değildim. Ben onun gözünde yerini tehdit eden bir fazlalıktım. Kolumu bıraktı ama giderken son bir cümle daha bıraktı ardında, zehir gibi: “Ayağını denk al. Bu evde fazla nefes alana yaşamak zor olur.” Kapı kapandığında dizlerim titriyordu. Yavaşça yere çöktüm. Ne ağlayabildim, ne bağırabildim. İlk kez fark ettim. İlk günler gördüğüm zulüm bile bir ısınma turuymuş. Asıl cehennem şimdi başlıyordu. Ve bu kez beni koruyacak kimse yoktu. Gittiklerini fark etmek zaman aldı. Önce mutfakta bir sessizlik çöktü. Sonra avluda ayak sesleri azaldı. Ardından ev, koca konağın içinde yankılanan bir boşluğa dönüştü. Çalışanlar bir bir gitmişti. Kimse yüksek sesle nedenini söylemedi ama herkes biliyordu. Bu kadına hizmet etmeye tahammül edemiyorlardı. Sözü zehirliydi, bakışı buyurgan, eli ağırdı. Onlar giderken bana dönüp bakmadılar bile. Gidenlerin ardından yenileri geldi. Yabancı yüzler. Beni tanımayan, hikayemi bilen ama umursamayan, sadece emir böyle diye denileni yapan insanlar. Diğerleri gibi hanımağalarını öldürdüm diye bakmıyorlardı. Ama benim yerim değişmedi. Hala hizmetçi gibiydim bu evde. Üvey kaynanam öyle emrediyordu. Bana adımla değil, “kız” diye sesleniyordu. Sanki bir gelin değil, geçici bir yük, istemeden katlanılan bir fazlalıktım. “Şurayı sil.” “Bunu taşı.” “Çabuk ol.” Ses tonu değişmiyordu. Bakışları hep aynıydı: Üstten, soğuk ve hesaplı. Ama bir şey değişmişti. Artık dayak yemiyordum. Bunu fark ettiğimde sevinemedim. İnsanın şiddetin kesilmesine minnet duyması ne acı bir şeymiş. Sanki bu, bana yapılmış bir iyilikti. Oysa yerim hala belliydi. Sofrada en son oturan bendim. Herkes kalktıktan sonra toparlayan yine bendim. Gece herkes çekildiğinde ışıkları kapatan da. Bazen aynaya bakıyordum. Yüzümde bir ifade vardı: Ne ağlayan, ne gülen. Sadece dayanmış bir yüz. Artık anlıyordum. Bu evde bana biçilen rol değişmeyecekti. Sadece şekil değiştirmişti. Eskiden korkuyla itaat ediyordum. Şimdi sessizlikle. Ve en kötüsü şuydu: Kimse bana bağırmasa bile, kimse elini kaldırmasa bile, bu ev her gün bana şunu fısıldıyordu. “Sen burada misafir değilsin. Ama ev sahibi de değilsin.” Arada kalmıştım. Ne gidebiliyordum, ne gerçekten var olabiliyordum. ... Ve bir gün Miran geldi. Neden geldi bilmiyorum. Ama ben onunla konuşmaya karar verdim. Çünkü hala nefretle bakıyordu. Çalışma odası olarak kullanılan bir odadaydı. Usul adımlarla girdim. Usulca kapıyı kapattım arkamdan. Odanın havası ağırdı. Kitap kokusu, deri koltuk, masanın üzerindeki dosyalar… Hepsi ona aitti. Bu evde bana ait olan tek bir köşe bile yokken, onun dünyası düzenli ve sağlam duruyordu. O yokken bile. Karşısında ayakta kaldım. Otur demedi. Bakmadı bile. “Konuşabilir miyiz?” dediğimde sesim sandığımdan daha kısıktı. Sanki burada yüksek sesle konuşmak bile haddim değildi. “Benim seninle konuşacak bir şeyim yok.” dedi. Sesi düz, duygusuzdu. Nefret bile değil; yok saymak gibi. Yutkundum. Bu konuşmayı defalarca kafamda yapmıştım. Her seferinde başka türlü bitiyordu ama hiçbirinde bu kadar küçük hissetmemiştim. “Lütfen boşanalım.” dedim. Bu kelime ağzımdan dökülürken içimden bir şey koptu. “Yalvarırım beni azad et. Ben dayanamıyorum. Burada sürekli eziyet görmekten yoruldum. Sen de beni istemiyorsun. Bir yol bul.” Bu kez başını kaldırdı. Göz göze geldik. O bakış… İnsanın içini boşaltan, umut kırıntılarını bile ezen bir bakıştı. “Törede bir yol yoktur.” dedi. Soğukkanlılıkla konuşuyordu, sanki bir ders anlatır gibi. “Olsaydı sence senin suratına bir dakika bile katlanır mıydım?” Sözler tokat gibiydi ama zihnim alışkındı artık. Asıl canımı yakan devamı oldu. “Ama illa ki bir yol arıyorsan,” dedi, “Kendini öldür.” Dünya durdu. O an odanın duvarları üzerime geldi sanki. Nefesim kesildi. Kulaklarım uğuldadı. “Ben… ben daha on altı yaşındayım.” dedim. Sesim titriyordu, saklayamadım. “Ölmek istemiyorum. Daha yaşamadım bile.” Bir anlık bir duraksama bekledim. Bir insanlık kırıntısı. Boşuna. “Zaten yaşayamayacaksın.” dedi. “Annemin ölümüne neden olup hayatına devam edebileceğini mi sandın?” O an içimde bir çığlık yükseldi ama dışarı çıkmadı. Ben kimseyi öldürmemiştim. Ama bu evde gerçeklerin bir önemi yoktu. “Kendini öldür, Nare.” dedi tekrar. “Sebeplerin umurumda değil. Ama bil ki iki yıl sonra buraya döndüğümde, bugünlerini özleyeceksin.” İki yıl. İki yıl sonra. Ayaklarımın altındaki zemin kaydı sanki. Odayı nasıl terk ettiğimi bile hatırlamıyorum. Kapıyı nasıl kapattım, merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Sadece şunu hatırlıyorum: Kalbimde ağır bir taş vardı. Ve ilk kez gerçekten şunu düşündüm. Bu evde ölmek, dışarıda ölmekten daha uzun sürüyordu. ... 17 yaşıma girdiğim gün, bunu benden başka fark eden olmadı. Ne bir “iyi ki doğdun”, ne bir bakış, ne de fazladan bir tabak. Sabah kalktım, her zamanki gibi evi süpürdüm, mutfağı toparladım, kahvaltıyı hazırladım. Gün, diğer günlerden farksızdı. Sadece içimde bir yerde, çocukluğumun resmen bittiğini hissettim. Kimse kutlamadı çünkü burada benim yaşımın, benim varlığımın bir önemi yoktu. Eve gidip gelenler oluyordu. Misafir geldikçe bana gelin muamelesi yapılıyordu. Takılar çıkarılıyor, “şunu tak”, “bunu tak”, “düzgün giyin” deniyordu. Aynaya baktığımda, üstümde başkasının seçtiği elbiseler, boynumda başkasının verdiği altınlar vardı ama ben hala mutfaktan sofraya koşturuyordum. Gelinlik sadece göz önünde geçerliydi. Kapı kapandığında yine hizmetçiydim. Dayımın kızı da geldi o günlerde. Hamileydi. Bana baktığında gözlerinde tek bir şey vardı: nefret. Onun gözünde de ben, ağabeyinin katiliydim. Bir de yıkılan hayallerinin sebebi. Kocasına bakınca anlaşılıyordu zaten; yan yana duruyorlardı ama aralarında hiçbir şey yoktu. Benim ona acıyacak halim yoktu. Kendi yüküm bana yetiyordu. Tam on bir aydır evliydim artık. Miran bir daha gelmemişti. Adını duymaktan başka varlığı yoktu. Sonra bir gün, evin havası değişti. Fısıltılar arttı, kapılar daha sessiz kapanmaya başladı. Ve o gün geldi. Miran’ ın kız kardeşi geldi. Yanında bir kadın ve bir bebek vardı. Bebek çok küçüktü. Daha bir haftalık bile değildi. O an içimde bir şey koptu. Kimse bana açık açık bir şey söylemedi ama anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Çocuk Miran’ ındı. Demek ki ben bu evde bir odada çürürken, Miran’ ın en az dokuz aydır başka bir hayatı vardı. Başka bir kadını, başka bir düzeni. Kadın çocuğu kucağında tutuyordu. Yüzü yorgundu. Zafer kazanmış gibi değildi. Daha çok sürüklenmiş gibiydi. Onu buraya gönderen kimdi, neden göndermişti, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, daha 17 yaşındayken başıma bir de kuma geldiğiydi. Boşanamadığım bir evlilik, hiç tanımadığım bir koca ve şimdi bir kuma. Kadına bir oda verildi. Odanın hazırlanması yine bana düştü. Yatağı sererken, dolabı silerken, içimde annemin sesi yankılandı. Annem de kuma olmuştu bir zamanlar. Kadına acımıştım, evet. Ama bu, kabul edeceğim anlamına gelmiyordu. Odayı bitirdiğimde, kısa bir an yalnız kaldık. Bebek uyuyordu. Kadın bana baktı, ben ona. İçimde biriken her şey ağzımdan döküldü. “Miran’ la konuş. Benden boşansın. Ben kuma kabul etmem.” dedim. Onun seçimi değildi belki ama çözüm bulması gerekiyordu. Ben istenmeyen tercih edilmeyendim. En azından onu dinlerdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD