ALIŞVERİŞ

1806 Words
Mardin Merkez ’e indik. O kadim taşların arasında yürürken, içimde hep aynı cümle dönüp duruyordu: “Keşke bahtım da şu sokaklar kadar güzel olsaydı.” Şehrin ihtişamını inkar edemezdim; dar sokaklara düşen güneş, vitrinlerdeki altın sarısı kumaşlar, uzaktan gelen kahve kokusu… Hepsi güzel. Ama içimde taşıdığım sıkıntı, ne kokuyla geçer ne manzarayla. Hanımağa bizi büyük bir mağazaya soktu. Girişteki çalışanlar bile duruşundan anladı kadının kim olduğunu; hemen toparlandılar. Anneme dönüp, “Önce anasının yüzü gülsün.” dedi. Anam güya gülümsedi ama gülüşü yorgundu. Yine de bu ilgi hoşuna gidiyor muydu? Evet. Hem gurur hem utanç arasında gidip geliyordu. Bize kıyafetler seçti. Bir sürü. Deneme kabinine soktu beni. Elime tutuşturduğu elbiseler bedenime değdikçe, içimde bir tuhaflık oluyordu. Sanki kendi hayatımdan sıyrılıp bir başkasının tenine bürünüyordum. Üzerime bir elbise oturdu, belimden hafifçe kavrayan, dizimden biraz aşağı inen. Hanımağa kabinin perdesini aralayıp baktı. “Tamam, bu kalsın üzerinde.” dedi. Tonlaması sert değildi ama kesin. Kadın rezil olmak istemiyordu ama bunu onur kırmadan, bel kırdırmadan yapıyordu. Sanki “Kimse benim gelinime kötü muamele yapmasın.” der gibiydi. Anama da aynı şekilde kıyafet aldı. Sonra daha bir yığın kıyafet aldı. “Gelin evlenince bekarlık kıyafetlerini giymez.” Dediğinde içimden gülmek geldi. Sanki benim bekarlık kıyafetlerim neydi? Üç parça şey. Onu da getiremedim zaten. Babam sağ olsun, gelinlik hayatıma “sıfır eşya, sıfır hatıra” ile başlatmıştı. Anama da ayrıca iki elbise aldı. Biri kına için, biri düğün için. Anam elbise askısına dokunurken bile yüzündeki hayranlığı saklayamıyordu. Ömründe kaç kez böyle mağazalara girdi ki? Belki hiç. Sonra iç çamaşırı mağazasına geçtik. İşte orada kalbim biraz sıkıştı. “Tamam.” dedim içimden, “Şimdi oğluna beğendirmek için ne varsa seçer. Kırmızı danteller, bir sürü garip şey.” Ama öyle olmadı. Seçtikleri sade şeylerdi. Yumuşak kumaşlı, temiz renkli. Birkaç dantelli vardı ama abartı değil; ince bir işçilik sadece. Satıcı kadın, düğün alışverişi olduğunu anlayınca coştu tabii. Bir sürü seksi ürün gösterdi, kırmızıları, transparanları… Hanımağa kaşını kaldırdı. “Daha gelinim küçük. Bunlar yaşına göre değil.” Başım eğik, ama içimde bir şükran kıpırdadı. Beni teşhir malı gibi ortaya koymadı. Demek ki gerçekten bana acıyor diye düşündüm. Başka açıklaması yok. Bir kadın, başka bir kadının yazgısındaki acıyı görünce hemen anlar zaten. Sonra kına alışverişine geçtik. Renk renk keseler, mumlar, tefler… Ben hepsine bakarken kendimi bir tiyatro sahnesinin dekorlarını inceler gibi hissediyordum. Sanki başrol benmişim gibi ama oynamak istediğim bir oyun değil bu. Kına kıyafetini seçtik. Mardin’ in yöresel kaftanı… Uzakta bir aynada kendimi gördüğümde nefesim kesildi. Kırmızı ile altının buluştuğu, omuzlardan aşağıya dökülen ağır bir işleme… “Bu bu çok fazla,” dedim istemsizce. Hanımağa güldü. “Bizim kına böyle olur kızım. Taşır insan. Hem sen inceciksin, güzel durur.” Kaftanın ağırlığı sadece kumaştan değildi sanki. Yük gibiydi. Ama bir yandan bakınca ihtişamı inkar edilemezdi. Kadim bir geleneğin içindeydim artık; bu kaftanı sırtıma geçirince geri dönüş biletim iptal edilmiş gibiydi. Hanımağa bir an durdu, beni incelerken gözlerinde hafif bir hüzün parladı. Sonra gelinlik almaya gittik. Gelinlik… Kelimenin kendisi bile göğsümün tam ortasına bir taş gibi çöküyordu. Bir kız için en heyecanlı gün denir ya… Benim için bir çıkmaz sokağın tabelası gibiydi. Hanımağa mağazanın kapısını açarken: “İstediğini seç,” dedi. O kadar rahat söyledi ki, insan sanır özgürüm. Ama ben ne istediğimi bilmiyordum. Aslında tek bildiğim, istemediğimdi, Evlenmek. “Ben anlamam ki.” dedim kısık bir sesle. Utanmak değil bu, korku. Bir şey seçersem kaderim mühürlenecekmiş gibi. Hanımağa elini sırtıma koydu. Ama baskıyla değil, yönlendirmek ister gibi. “Anlarsın, anlarsın. Bir kez evleniyor insan.” Ben bir kez bile evlenmek istemiyorum ki… Ama diyemedim. Benim yerime hep başkaları konuştu zaten; şimdi sustuğum için kimse şaşırmazdı. Gözüm raflarda dolaştı. Beyazlar, kırık beyazlar, tüller, boncuklar… Hepsi bana ait olmayan hayatların kıyafetleri gibiydi. Rastgele bir tane gösterdim. Gerçekten rastgele. Düşünmeden işaret ettim. Bir an önce bu sahnenin bitmesini ister gibi. Anam yanımdaydı. Omuzları düşük, gözleri karışık gurur ve üzüntü arasında. Baktı gelinliğe: “Bu açık sanki,” dedi. O ana kadar gelinliğe doğru dürüst bakmamış olduğumu fark ettim. Yakası hafif açıktı, işlemeleri belirgindi. Bana göre değildi, zaten hiçbir şey bana göre değildi. Hanımağa gülümsedi. “Hadi dene. Nasılsa bütün köy biliyor şehirden gelin alıyoruz. O gün senin günün… Madem onu beğendin, onu dene.” Kadın o kadar iyi niyetli davranıyordu ki… Sanki bugün “son mutlu günüm” olacakmış da, beni yormamaya çalışıyor gibiydi. Sanki kaderimi biliyor… Bana acıyor… Ama kendi oğluna söz geçiremeyeceğini de biliyor. Gelinliği denedim. Kumaşı tenime değdiğinde içim ürperdi ama heyecandan değil. Sanki biri bana “Gitme buraya, burası senin yolun değil” diyordu. Çıkınca aynaya baktım. Kendimi tanıyamadım. O gelinlikteki kız ben miydim? Yoksa teslim edilmiş bir eşya mı? Hanımağa göz ucuyla baktı ve anladı. Gelinliğin bana ağır geldiğini fark etti. Üstümdeki işlemeler kadar ağır. “Tamam.” dedi. “Gel diğerlerine bakalım.” Sonunda daha sade bir gelinlik seçtim. Daha hafif. Daha masum. Daha yaşım gibi. Ama yine de… On altı yaşında bir kız için gelinlik her türlü ağırdı. Kumaşı hafif olsa bile, anlamı değildi. Ben daha çocukluğumu çıkaramadım üstümden… Gelinlik nasıl dursun? Ve son durak… Kuyumcu. İşte burası tam anlamıyla nefesimi kesti. Meğer o videolarda gördüğümüz, düğünlerde kolu omuzuna kadar altınla kaplanan gelinlerin videoları yalan değilmiş. Benim gibi bir kız için masal gibi… Ama masalın prensesi değilim ki ben. Zorla götürülen bir figüranım. On tane bilezik aldı. On! Her birini teker teker çıkardı vitrinden, ele alıp tarttı, ışığa tuttu. Hepsi kalın. Altın bilezik takılırken insan mutlu olur derler ya… Ben sadece bileğimde ağırlığını hissettim. Her bilezik sanki bir sözleşme. Bir zincir. Bir kelepçe. Zincir, kemer, taç bile aldı. Taç… Gelin tacı… Altından. Ben tacı takınca prenses olmayacağım ki… Gelin olacağım. On altı yaşında bir gelin. Sonra birden, hiç beklemediğim bir anda: “Dön bakalım arkanı.” dedi Hanımağa. Döndüm. Annemin bakışı üzerinden kaydı önüme. Gözleri birden büyüdü. Sanki kalbi durdu ya da ben öyle hissettim. Hanımağa, annemin görebileceği kadar yüksek bir kolye ya da bilezik gösterdi. Ben görmedim ama annemin tepkisinden belliydi, pahalı bir şeydi. “Yüz görümlüğü olarak uygun mudur?” diye sordu Hanımağa. Annem derin bir nefes aldı. Dudakları titredi. “Fazladır Hanımağam…” dedi. Fazladır… Ben hep azdım, eksiktim. “Koy onu da hesaba. Ağa ödeyecek.” Bu “Ağa” denen adam yüzümü bile görmeden benim için bir servet harcıyordu. Çok görmek isterdim yüzünü. Böyle çok saçma geliyor çünkü. Altınları kasaya koydurdu. Ama almadı. “Sonra gelip alır Ağa. Üzerimizde dolaşmayalım şimdi.” dedi. Bu bile düşünceliydi. Bir hırsızlık olmasın istemiyordu. Ya da dikkat çekmeyi. Kuyumcudan çıktık. Ayakkabım hala yoktu. Sabah alelacele çıkarılıp zorla arabaya bindirilirken kalmıştı evde. Yolda alınan o saçma şey vardı. Mağazaların soğuk zeminleri, taşlar, mermerler… Ayaklarım acıyordu ama ses etmedim. Sanki altı yok gibiydi. Ses edersem anneme zarar gelir diye. Sonra bir yere oturduk, yemek için. Öyle çok alışveriş yapıldı ki masaya oturunca yorulduğumu anladım. Annemle Hanımağa, gelin alışverişinde eksik var mı diye konuştu. Annem listeleri kafasından geçiriyor, titiz titiz. Hanımağa her eksik dediğinde hemen not alıyor. Sanki kendi kızı evleniyormuş gibi. Ben sadece önümü izledim. Lokmaları çiğnemek bile zordu. Boğazım yanıyordu. Ama açtım, yedim. Enerji lazım insan kaçamıyorsa. Ayakkabı o zaman akla geldi. Ayakkabı da aldık. Bir kaç çeşit. Terlik bile aldık. Yemekten sonra eve döndük. Tabii Hanımağa kendi konağına geçti. Bizi bizim fakirliğimizle baş başa bıraktı. Eve girer girmez babamın karısı bizi bir süzdü. Gözleri torbaları yokluyordu. “Hani eliniz boş?” dedi alaycı bir sesle. Annem çenesini kaldırmadı bile. “Konağa gitti alınanlar.” dedi. Gerçekti. Çoğu şeyi eve getirmemiştik. Bir tek annemin kıyafetleri vardı. Bir de bana alınan birkaç parça. Kadın hemen annemin elindeki poşetlere uzandı, çekti. “O kadar gittiniz, bu kadar şey mi aldırabildin bize?” diye tersledi annemi. Anama laf söyleyememelerine dayanamıyordum artık. Poşetleri onun elinden çektim. Kadının gözlerinin içine baka baka: “Onlar size değil,” dedim. Sessiz ama taş gibi bir sesle. Kadın bir anda bozuldu. Sustu. Dili damağına kaçtı. Kıskançlığı yüzünden taşıyordu. Ama bugün ilk defa şunu hissettim: Babamın evinde onun beni ezebileceği kadar küçük değilmişim. O kadın beni görünce sinirleniyorsa… Demek ki bir değer kazanıyorum. İster zorla olsun, ister töreyle. Kıymetli sayıldım sonunda. Kaderim güzel olmasa bile… Değer görmeyen bir kızın değeri altınla ölçülse bile… İnsanın içini bir anlığına ısıtıyor. Arkamda biri var. Hanımağa var. Belki sadece düğüne kadar ama var. Meğer o kadın… Babamın karısı… Düğünde giysinler diye kendisine ve kızına da kıyafet alınacağını sanıyormuş. Hatta Ağa ’nın zevkine göre pahalı pahalı şeyler… Altın işlemeli elbiseler… Gösterişli ayakkabılar... Çünkü Ağa evine gelin veriyorlar onlar da gelinin ailesinden sayılır ya… Pabucumun ailesi. Haliyle kendini de gelinin bir parçası saymış olmalı. Hayallerini o kadar belli etmişti ki… Alışveriş poşetleri annemin elinde olunca çocuk gibi huysuzlandı… Hanımağa ’nın eve uğramaması bile ona koymuştu. Yok sayılıyordu. Oh olsun. Vallahi içimden öyle dedim. Hep benim mi yıkılacaktı hayallerim? Ben on altı yaşında zorla gelin olurken o da bir kere hayal kırıklığı yaşasın. Hakkıdır. ... Ve günler geçti. Hazırlıklar yapıldı. Evde her gün birileri girip çıktı. Benim için değil tabii töre için. Ne gerekiyorsa yapılacak. Babam olacak adam o kadar çok gidip geldi ki… Sanki yıllardır babam gibi davranıyormuş da gibi. On gün… On koca gün babamın evinde kaldık. Ama yine de babam laf edemedi. Sesi kısılmış gibiydi. Sonra bir gün babam ve karısı birlikte çıktı. Bir sürü poşetle döndüler. Karısı sırıta sırıta poşetleri yere dizdi. “Çeyiz aldık.” dedi. Sanki kendi kızı evleniyor. Meğer yedi tane bilezik almışlar bana. Yedi! Hanımağa dört bilezik demişti… Ama babamın karısı var ya… Kendi kızına az takılmasını istemiyor. Bana ne alınırsa onun kızına da aynısını alacaklar. Hanımağa tokadı böyle vurmuş resmen. Parayla değil lafla. Ama etkisi daha ağır. Bir çeyiz düzüldü ki… Yok yok içinde. Sandık dolusu dantel, iğne oyası örtüler, çarşaf takımları, işlemeli havlular… Ben bir gün bile kumaşına dokunmamışım ama her yer benim için doluyor. Sanki beni satıyorlar, yanına da bonus olarak çeyiz veriyorlar. İçimde bir tuhaf acı… Bir yanım “Keşke annem yaptı diye sevinsem…” diyor. Ama annem yapmadı. Onun elleri değil bunlar. Annem hayatı boyunca çeyizi değil beni büyüttü. Ve kına zamanı geldi. Artık son bir umudum bile yoktu. Günlerdir içimde küçücük bir ses, minik bir çocuk gibi mırıl mırıl konuşuyordu: “Belki de kabus bu… Belki bir sabah uyanırım.” Uyanmadım. Uyanamayacağımı kadınlar eve girince anladım. Kapıdan bir girdiler öyle bir uğultu, öyle bir telaş… Kınaya hazırlamak için gelen kadınlar eve doldu. Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp kına kıyafetini giydirdiler. Saçlarımı yaptılar. Yüzüme hafif bir makyaj sürdüler. Biri kaftanı açarken biri belime kemeri taktı. O kadar gösterişliydim ki bir an kendi yansımama baktım. Bu ben değilim. Bu benim hayatım değil. Bu benim kınam değil. Sanki biri başka birinin bedenini benim içime sıkıştırmış. Ve o anda… İçimdeki son filiz de soldu. Son umudum. Kadınlardan biri eğilip kulağıma fısıldadı. “Gelin ağlamazsa uğursuzluk olur.” Ben zaten günlerdir ağlıyordum. Bir tek o an ağlamadım. Belki de o kadar çok ağladım ki gözlerimde yaş kalmadı. Artık kaderime teslim gibiydim. Ama içimde bir yer hala acıyla kıvranarak söylüyordu: “Ben daha çocuğum. Ben evlenmek istemiyorum.” Ama kimse duymuyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD