Annemin nasıl yetiştiğini, o kalabalığın arasından nasıl olup da beni bulduğunu hala anlamıyorum. Sanki gözleri sadece beni arıyormuş gibi, o karmaşanın içinden fırlayıp üzerime kapandı. Beni yere itip kendi bedenini siper edişi… O anda yaşadığım şoku kelimelere dökebilmem mümkün değil.
Sonra birileri , kim olduklarını bile seçemedim annemi ve beni sürükleyip oradan uzaklaştırdı. Kalabalığın uğultusu, bağrışmalar, ayak sesleri… Hepsi birbirine karıştı. Bana o an söylenen tek şey, “dayının oğlu sana aşıktı” lafıydı.
Aşıkmış.
Bu nasıl bir aşk?
Bir kere bile “Baba vurma, yazıktır.” demeyen bir insanın bana aşık olduğunu nasıl kabullenebilirim? Ben o adamın gözünde hep bir eşya, bir ganimet, bir hakkım bu benim gibi bir şey idim sanırım. Bunu aşk diye önümüze koyabilirler mi? Herhalde babasına beni evcilleştirmesi için ses çıkarmadı. “Uslandır, sahip çık, kontrol etmek kolay olsun.” der gibi. Böyle bir şeyin aklımın ucundan geçmesi bile beni hasta ediyor.
Gelinliğime baktığımda her yerinin kan içinde olduğunu gördüm. Ne zaman, nasıl oldu… Hiçbir fikrim yok. Sanki bedenim, kıyafetim, saçım… Her şeyim başkasının hikayesiymiş gibi. Kendimi dışarıdan izler gibiydim.
Sonrası zaten tamamen bir keşmekeşti.
Beni kollarımdan tutup gerdek odasına kapattılar.
Bir süre sonra haber geldi.
Kaynanam da, dayımın oğlu da ölmüştü.
Miran’ ın annesi… Kadıncağız tek suçu oğlunu korumaktı. Dayımın oğlu… Ateş açan kişinin kendisi olması gerçeğini kimse unutmuyordu. Ama yine de iki ölü… İki aile… Bir düğün gecesi.
Annem yanıma geldiğinde ağlıyordu.
“Ah benim kadersizim…” diye diye.
Saçımı okşarken elleri titriyordu.
“Dik dur kızım.” dedi, burnunu çekip gözyaşını silerken.
“Herkes üzerine gelecek. Herkesin gözünde aşığın, kocanı vurmaya çalışırken kaynananı öldürdü. Sen ezdirme kendini.”
Babam o anki karmaşada sadece annemi aldı, beni o odada bıraktı.
Odanın kapısı kapandı ve ben bir hafta boyunca neredeyse hiç çıkamadım oradan.
Arada çalışanlar yemek getiriyordu.
Ne yüzüme baktılar ne selam verdiler.
Sanki öldüren benmişim gibi.
Sanki ben iki aileyi birbirine kırdırmışım gibi.
Gelinlik üzerimde kanla yapışmıştı.
Bir gün boyunca çıkarmaya kimse yardım etmedi.
En sonunda sinirle, nefretle, acıyla yırtarak çıkardım.
Cenazeye inmek istedim.
“Olmaz.” dediler.
“Kan davası başlattın sen.”
“Ortaya çıkma.”
Hangi kan davası?
Kimin kime kan davası?
İki taraftan da ölen var.
Ama suçu bir tek bana yüklediler.
Arada duyuyordum kapı ardında konuşulanları:
“Kız verdiler, kız aldılar, mesele kapandı.”
Bir mal takası gibi.
Bir denge sanki.
İnsan değilmiş kızlar gibi.
Bir hafta geçti mi? On gün mü?
Zamanın içinden düştüm sanki.
Geceler gündüzlere karıştı, ben o odanın duvarlarına tıkıldım.
Bu sırada aileler aralarında tuhaf bir alışveriş yaptı.
Dayımın kızı yani öğretmen olacak diye okuttuğu, üzerine titrediği kızı Miran ’ın bir akrabasına verildi.
Miran ’ın bir akrabası da teyzemin oğluna.
Teyzeme gelin giden şanslı sayılır, iyidir teyzem.
Ama dayımın kızı. Lanet gibi yapıştı yakama. O da bu köye gelin geldi.
İçimden geçeni söyleyeyim mi?
Eğer ölen kaynanam olmasaydı…
Belki “ilahi adalet” derdim.
Çünkü beni terliksiz, çıplak ayakla, bir çuval gibi babama teslim eden dayımdı.
Kaynanam ise düğün yapan, beni bir nebze insan yerine koyan tek kadındı.
Ve sonunda ne oldu?
İkimizin de kaderi aynı oldu.
Toprak…
Sanki bana da ölüm kararı verilmiş gibi hissediyordum.
Dayım ortalığı yıkmış “Benim oğlum gitti!” diye.
Ama herkes ilk kurşunu atan kişinin oğlu olduğunu unutmadı.
Bu yüzden ona hak veren olmadı.
Yine de akrabalık bağı yüzünden sözde “yumuşatarak” kapatmışlar olayı.
Ama ben…
Ben hala o odanın duvarlarında asılı kalmış gibiyim.
O kan kokusu, o bağrışmalar, o gelinliğin üzerimdeki ağırlığı…
Hepsi hala omuzlarımda.
Takıları birer birer toplamaya geldiklerinde hiçbir şey hissetmedim.
Bir kadın, bir erkek… Yanlarına bir de soğuk bir bakış.
Hepsi odaya girip komodinin üzerindeki altınları, bilezikleri, takıları toplayıp giderken ben yatağımın kenarında oturuyordum.
Sanki yanımda değildiler.
Sanki ben de orada değildim.
O takılar benim değildi ki zaten…
Ben de bu evin gelini değildim.
Takıları toplarken aralarında fısıldaşmaları bile duydum.
“Zaten atmış oraya bak, yüzüne bile bakmamış.”
“İnsan biraz saklar, emanettir sonuçta.”
“Gelin değil ki, düşman gibi…”
Hiçbirine cevap vermedim.
Gücüm yoktu. Sesim yoktu. İçimde insanlıktan bir parça bile yoktu o gün.
Miran ’ı ise hiç görmedim.
Ne kapıyı çaldı,
ne bir ses etti,
ne bir gölge düştü o eşiğe.
Sanki bu evde değilmiş gibi, sanki hiç var olmamışım gibi…
Bir kere bile gelmedi.
Sonra haber geldi yine kapının arkasından konuşulanlardan…
Dayım beni suçlamış.
“Benim oğlumu ayartmış,” demiş.
Bunu söyleyen adam beni bir çift terlikle, çıplak ayaklarımla, sokağın ortasında babamın kapısına bıraktığında hiç utanmamıştı.
Ama şimdi…
Oğlunun yaptığı rezilliği, o ölüm kalım günlerini, kendi sorumluluğunu örtmek için en kolay yolu seçmişti.
Suçu bana atmak.
Annem köyde kalmış.
“Ne halin varsa gör.” diyerek bırakmışlar onu.
Kimsesiz gibi.
Yıllar önce kovulduğu o eve geri dönmüş mecburen.
Babamın evine.
Ama babamın ne kadar tutacağı meçhul…
Onu orada ne kadar barındırırlar bilmiyorum.
Dün yüzüne kapı kapatan akrabalar bugün ekmeğini çok görür belki.
O düşünce içimi deldi.
Annem…
Benim yüzümden mi?
Benim yüzümden mi şimdi yine aynı evde, aynı kapının ardında, aynı aşağılanmaların içinde?
Bir o yana bir bu yana yürüdüm odanın içinde.
Duvarlar üstüme gelir gibiydi.
Ellerimi saçlarıma attım.
“Ben kendim için bile bir şey yapamıyorum.” dedim fısıltıyla.
“Ben bu evden çıkamıyorum… Annemi nasıl kurtarayım?”
O an ilk kez gerçekten anladım:
Bu hikayede herkesin bir yeri var,
herkesin bir gücü var,
herkesin bir dayanağı var…
Bir tek ben yokum.
Ben burada kapalı bir odada nefes almaya çalışan,
kimsenin istemediği bir gelindim.
...
Kapı öyle bir hızla açıldı ki, sanki menteşeler bile korkmuştu. Ben ise zaten günlerdir en ufak sese irkilir haldeydim. Miran içeri adımını atar atmaz, bütün hava ağırlaştı. Karanlık bir fırtına gibi doldurdu o küçük odayı.
Ayağa fırladım, istemeden, refleksle, korkudan.
O an gözlerinin içine baktım ve…
O gözlerde hiçbir şey yoktu.
Ne acı, ne yas, ne şaşkınlık…
Sadece nefret.
Kuru, buz gibi, keskin bir nefret.
Dolabın kapaklarını açıp bir valiz çıkardı.
Kalbim mideme indi.
Beni bu evden atacak sandım.
Belki de bu felaketin tek tesellisi olurdu.
Ama valizin kapağını açıp kendi eşyalarını doldurmaya başlayınca anladım ki, hesap çok daha başka.
Valizini kapattı, fermuarın sesi odada bıçak gibi çınladı.
Tam kapıya yöneldi derken birden durup bana döndü. Gelişi öyle hızlıydı ki geri adım bile atamadım.
Yüzüme doğru eğildi, nefesi yanaklarıma vuruyordu.
“Bu odada çürüyüp öleceksin.” dedi, sesi buz gibi.
“Dua et anneme söz vermiştim; daha on altı yaşında olduğun için sana dokunmayacağıma. Yoksa seni nasıl öldüreceğimi biliyordum ben. Madem o kadar erkek meraklısısın sana yakışan sike sike gebertmekti ama senin yüzünden ölen o kadına yat kalk dua et. ”
Sanki ciğerim söküldü.
Kaynanamın neden bekaretimi kontrol ettirdiğini o an anladım.
Kadıncağız beni korumaya çalışmış.
“Çocuk,” demiş.
“Daha çocuk bu.”
O yüzden Miran’ a yemin ettirmiş.
O kadar iyi bir kadınmış ki… Beni hiç tanımadığı halde, bana kendi kızını düşünür gibi düşünmüş.
Boğazım düğümlendi.
Sözler ağzımdan dökülürken sesim bile bana ait değildi.
“Benim ne suçum var…”
Hem acı vardı sesimde, hem korku, hem de bir çaresizlik. Çünkü gerçekten bilmiyordum. Ben ne yapmıştım?
Tokat o cümleyi bitirdi.
Yüzüm yana döndü. Gözlerim karardı. Yanaklarım yandı. Kulaklarım uğuldadı.
Nefes bile alamadım bir an.
“Katil.” dedi.
“Namussuz bir katilsin sen. ”
O tokat sadece yüzümü değil, kalbimi de patlattı sanki.
Bir an düşündüm:
Ben mi? Katil?
Ben burada kapalı bir odada otururken, onları ben mi öldürmüştüm?
Bana mı sormuşlardı bu evliliği?
Ama Miran ’ın gözlerine bakınca cevap belliydi.
Onun için gerçek falan önemli değildi.
Acısının bir hedefe ihtiyacı vardı.
O hedef de bendim.
Beni o odada ölüme terk etmek istiyordu.
Hem de kendi annesinin vasiyetini çiğnemeden…
İşte Miran ’ın bana bıraktığı “koca” payesi buydu.
Nefret.
Suçlama.
Ve çürümeye terk edilme.