Davetin olduğu akşam, ağır kristal avizelerin ışığı altında parlayan görkemli salona adım attığında Elif, kendini yabancı bir dünyanın ortasında buldu.
Kadınların inci kolyeleri ışıltıyla titriyor, erkeklerin takım elbiseleri arasında fısıltılar, kahkahalar yankılanıyordu.
O ise babasının yanında, sessizce duruyor; gülüşlerin, şık kadeh seslerinin arasında görünmez bir yabancı gibi hissediyordu.
İçinde, o kalabalığın arasından çıkıp nefes alabilme arzusu giderek büyüyordu.
Derken, kalabalığın ötesinde bir siluet gözlerine ilişti.
Dik omuzlar, kendinden emin bir yürüyüş, gözlerinde tanıdık bir alaycılık…
Bora.
Elif’in kalbi bir anda hızlandı.
Onu böyle görmek — bu kadar resmi, bu kadar mesafeli bir yüzle — zihnini altüst etti.
Takım elbisesi içinde bambaşka bir adam gibiydi; ama o bakışlar… hâlâ aynıydı.
O an, göz göze geldiler.
Ve salon sustu.
Kadeh sesleri, kahkahalar, müzik… her şey bir uğultunun içinde eridi.
Elif’in nefesi yarıda kaldı; Bora’nın bakışlarıysa kalabalığın ortasında yalnızca onu bulmuştu.
Boğuluyormuş gibi hisseden Elif, ani bir bahane uydurup babasının yanından uzaklaştı.
Ağır perdelerin arasından geçip balkon kapısını araladı.
Gece serinliği yüzüne vurduğunda, derin bir nefes aldı.
Ankara’nın ışıkları, aşağıda bir yıldız denizi gibi dalgalanıyordu.
Elini soğuk mermer korkuluğa dayayıp sakinleşmeye çalışıyordu ki, arkasından tanıdık bir ses duyuldu:
— “Burada olduğunu biliyordum.”
Kalbi bir an durdu sanki. Dönmeden önce gözlerini kapadı.
O sesi tanımamak imkânsızdı.
Yavaşça arkasını döndü. Bora oradaydı.
Takım elbisesi içinde ama hâlâ o tanıdık rahatlıkla, elleri cebinde.
Elif gözlerini kısıp mesafesini korudu:
— “Burada olmaman gerekiyordu.”
Bora bir adım yaklaştı. Sesinde alışılmadık bir yumuşaklık vardı:
— “Ama buradayım. Ve seni görünce gitmeyi düşünmedim.”
Elif başını çevirdi, dudaklarını ısırdı.
— “Neden ki? Bizim konuşacak hiçbir şeyimiz yok.”
Bora hafifçe gülümsedi; ama gülümsemesinde acı bir çizgi vardı.
— “Sen öyle sanıyorsun. Oysa ben o kadar çok şey söylemek istiyorum ki… sadece kelimeleri seçemiyorum.”
Elif’in sesi titredi, ama bakışları kararlıydı:
— “Geç kaldın, Bora. Zaten bana hiçbir şey borçlu değildin.”
Bora, elini cebinden çıkarıp balkon korkuluğuna dokundu.
Bakışlarını yere indirdi.
— “Belki borcum yoktu. Ama isteğim vardı. Sana anlatmak, kendimi göstermek… Sen izin vermedin.”
Sessizlik, içerideki müzikten daha ağırdı.
Rüzgâr, avizenin kristal seslerini taşır gibi, aralarındaki gerginliği sürüklüyordu.
Sonunda Bora’nın sesi neredeyse bir fısıltıya dönüştü:
— “Fırtına kız… Senin düşündüğün gibi biri değilim. Ama bunu ispatlamak için zamana ihtiyacım var.”
Elif’in boğazı düğümlendi, gözleri dalgalandı.
Tam o anda içeriden babasının sesi yankılandı:
— “Elif, kızım! Buradasın demek!”
Elif irkildi. Geriye çekildi.
Bora olduğu yerde kaldı; bakışlarını ondan ayırmadı.
Osman Bey, şaşkınlıkla ikisinin arasında gidip gelen bir bakış attı, ardından gülümsedi.
— “Siz tanışıyor musunuz?”
Elif’in dili tutuldu. Kalbi hızla çarpıyordu.
Bora, içindeki fırtınayı gizlercesine sakin bir tebessümle başını hafifçe eğdi.
— “Evet efendim,” dedi. “Kısa bir tanışıklığımız olmuştu.”Tam o anda içeriden babasının sesi yankılandı:
— “Elif, kızım! Buradasın demek!”
Elif irkildi, geriye bir adım attı. Bora olduğu yerde kaldı; bakışları hâlâ Elif’teydi.
Osman Bey şaşkınlıkla ikisinin arasında gidip gelen bir bakış attı, ardından dudaklarında beliren sıcak bir gülümsemeyle sordu:
— “Siz tanışıyor musunuz?”
Elif’in dili tutuldu. Kalbi göğsünde hızlı hızlı çarpıyordu.
Bora ise, içinde kopan fırtınayı saklamaya çalışırcasına sakin bir tebessümle başını hafifçe eğdi.
— “Evet efendim,” dedi alçak bir sesle. “Kısa bir tanışıklığımız olmuştu.”
Tam o sırada içeriden Adem Bey’in gür kahkahası yankılandı.
Osman Bey elini kaldırıp seslendi:
— “Gel Adem! Bizim keratalar zaten tanışıyormuş!”
Adem Bey şaşkın bir ifadeyle yaklaşıp oğluna baktı.
Elif’in dudaklarından istemsizce döküldü:
— “Yok artık…”
Bora da aynı şaşkınlıkla gülümsedi.
— “Gerçekten küçük dünya,” dedi sessizce. “Bu kadarını ben bile tahmin edemezdim.”
Adem Bey, aralarındaki garip havayı fark etmeden sevinçle araya girdi:
— “Tanışıyorsunuz demek! Benim oğlum Bora.”
O an Elif’in içi buz kesildi. Dünya bir anlığına durdu sanki.
Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak dudaklarına zoraki bir tebessüm kondurdu.
— “Tanışmaz mıyız… Tanışıyoruz tabii.”
Bora hiç vakit kaybetmeden öne çıktı, Osman Bey’in elini öperek saygıyla eğildi:
— “Osman amca, hoş geldiniz.”
Osman Bey’in yüzü bir anda aydınlandı. Gözlerinde tanıdık bir sıcaklık, geçmişten kalma bir sevgi parladı.
Genç adamı kucaklayarak sımsıkı sarıldı.
— “Gel bakalım delikanlı! Seni görmeyeli epey olmuş. Nerelerdeydin, neler yapıyorsun? Kocaman olmuşsun!”
Ama Elif’in içi karmakarışıktı.
Bir yanıyla bu tanışıklığa gülmek, diğer yanıyla oradan kaçmak istiyordu.
Yalnızca başını hafifçe sallamakla yetindi.
Adem Bey dostça bir el hareketiyle oğlunu işaret etti:
— “E madem tanışıyorsunuz, gençler biraz laflasın. Gel Osman, biz şöyle bir dolaşalım.”
İki baba kalabalığın içine karışıp uzaklaşırken, Elif ve Bora yeniden baş başa kaldılar.
Salonun ışıkları bir anda loşlaşmış, uğultular geride kalmış gibiydi.
Bora sessizliği bozdu. Sesi yumuşak ama derindi:
— “Görüyor musun, Elif? Ne kadar kaçarsak kaçalım, dünya bizi yine aynı masaya oturtuyor.”
Elif derin bir nefes aldı, bakışlarını kaçırmadan yanıtladı:
— “Belki de o masa yanlış yerdedir.”
Bora başını hafifçe yana eğdi, gözleri ciddileşti.
— “Ya da belki... doğru yerde, ama yanlış zamanda.”
O anda orkestradan yavaş bir vals melodisi yükseldi.
Salonun ortasında çiftler dönmeye başlamıştı.
Bora elini uzattı — ne iddialı, ne de çekingen bir jestle.
— “Bir dans borcun vardı bana. Hatırlıyor musun?”
Elif’in kalbi sıkıştı.
İçindeki ses “hayır” diye bağırırken, kalbi sessizce “evet” diyordu.