10

679 Words
Akşam yemeği yenmiş, çaylar içilmiş, herkes odasına çekilmişti. Osman Bey’in evinde geceler genellikle sessiz geçerdi; ama bu gece, o sessizliğin içinde belli belirsiz bir gerginlik vardı. Derya, Elif’in durgunluğunu fark etmiş, konuşmayı kimseler duymasın diye geceye bırakmıştı. Mutfakta, cam kenarındaki sedirin üzerine iki fincan kahve koydu. Buharı tüten kahveler, dışarıdaki ay ışığıyla birlikte küçük bir huzur tablosu gibiydi. Elif karşısına oturdu; gözleri dalgındı, fincanın kenarına dokunuyor ama içmiyordu. Derya yumuşak bir sesle sordu: — “Anlat bakalım, neyin var senin? ” Elif derin bir nefes aldı, omuzları hafifçe çöktü. — “Bir şey yok, yenge. Sadece… yorgunum galiba.” Derya alayla kaşını kaldırdı: — “Yorgunluk öyle gözlerde belli olmaz. Senin kalbin bir şey taşıyor, söylemiyorsun.” Elif sustu. Kahvenin yüzeyinde kendi yansımasına baktı bir süre. Sonra fısıltıya yakın bir sesle konuştu: — “Birini tanımıştım. Kısa sürdü. Belki de başlamadan bitti. Ama ben bitiremedim.” Derya başını salladı; yüzünde hem anlayış hem merak vardı. — “İsim söylemesen de olur. Ama şunu bil; bazen insanlar kaderimize değil, kalbimize dokunurlar. Bırakması zor olur.” Elif’in dudakları titredi. — “Onu görmeyeceğimi sanıyordum. Unuturum sanmıştım. Ama unutmuyormuş insan, sadece bekliyormuş… bir yerlerde karşılaşmayı.” Derya sessizce gülümsedi, elini Elif’in elinin üzerine koydu. — “Belki de hayat seni o karşılaşmaya hazırlıyordur. Belki o vakit geldiğinde kalbin bu kadar ağrımayacak.” Elif, gözlerini kısmıştı. — “Ya gelmezse?” Derya kahvesinden bir yudum aldı, gözlerini pencereden dışarıya çevirdi: — “O zaman sen gidersin kızım. Çünkü bazen gitmek, gelmeyenden daha güçlü bir iştir.” O gece sabaha kadar mutfak lambası sönmedi. İki kadın, biri gençliğin karmaşasında diğeri olgunluğun bilgeliğinde, sessizce hayatın aynı yerden vurduğu iki dalga gibi oturdular. Ve Elif, içten içe anladı: Biten her şey, aslında başka bir başlangıcın kapısını aralıyordu. Ertesi sabah, Rize’nin ince yağmuru pencereye vururken Elif sessizce odasını topluyordu. Dolabını yerleştirirken, gece Derya’yla yaptığı konuşma zihninde yankılanıyordu. “Bazen gitmek, gelmeyenden daha güçlü bir iştir.” Elif aynanın karşısına geçti. Göz altlarında uykusuzluğun soluk izleri vardı ama bakışları kararlıydı. Sanki içinden sessiz bir ses, ona “hazırsın” diyordu — nereye gittiğini tam bilmeden bile. Kahvaltı masasında babası, her zamanki ciddi haliyle gazeteyi katlayıp gözlüğünü çıkardı: — “Hazırlan kızım, yarın akşam Ankara’da bir davet var. Eski dostum Adem’in şirketinin 40. yılı. Beraber gideceğiz. Sonrasında Rize’ye döneriz.” Elif kaşlarını kaldırdı,çatalını tabağa bıraktı. — “Baba, ben gelmesem olmaz mı? Hem sıkılırım, hem de sizin sohbetleriniz bana çok ağır geliyor.” Osman Bey başını iki yana salladı. — “Olmaz. O dostum benim üniversiteden arkadaşım. Ne zaman Ankara’ya gitsem görüşürüz. Bu kez seni de tanıştırmak istiyorum. Hem... şirkette de bir gün senin yerin olacak, yavaş yavaş alışsan fena olmaz.” Elif sessiz kaldı. Babasının sesinde öyle bir kararlılık vardı ki tartışmanın faydası yoktu. Yalnızca derin bir nefes aldı. — “Peki baba. Kimdi o dostun?” — “Adem,” dedi Osman Bey, gözleri uzaklara dalarak. “Adem Yalın. Tanırsın aslında. Rize’ye geldiğinde bizde kalırdı.” Elif’in yüzünde kısa bir tebessüm belirdi. — “Haa, Adem amca… Evet, hatırladım. Çok güler yüzlüydü.” Osman Bey memnuniyetle başını salladı. — “Aynen öyle. Oğlu da yanında olacakmış. Genç bir delikanlı… Üniversitede okuyor sanırım.” Elif’in içinden “umarım sıkıcı değildir” diye geçirdi ama belli etmedi. Bavulunu hazırlarken, dışarıda rüzgâr yağmurla karışık esiyor, perdeleri dalgalandırıyordu. Elif camın önüne geçti, uzaklara baktı. Sanki ufuk çizgisinin ötesinde bir şeyler onu bekliyordu. “Belki gitmek, gerçekten güçlü olmaktır,” diye düşündü. Ama içinin bir köşesinde, anlamını kendi de bilmediği bir tedirginlik vardı. Ertesi sabah, gri bulutların arasından süzülen solgun ışıkla birlikte yola çıktılar. Ankara’ya giden uzun yolda,Mert arabayı sürerken, babasının telefondaki iş konuşmaları arasında sessizce oturdu. Camdan dışarı bakıyor, yeşilin yerini griye bıraktığı manzarayı izliyordu. Yollar uzadıkça, içindeki karmaşa da ağırlaşıyordu. Bir yandan geçmişi düşünmemeye çalışıyor, bir yandan da aklına istemsizce o isim geliyordu: Bora. Kendi kendine homurdandı: — “Ne alaka, Elif… Bitti o.” Ama kalp, “bitti” kelimesini hiçbir zaman beyin kadar kolay kabullenmezdi. Ama bilmeden, aynı zamanda kalbinde kapanmadığını sandığı bir kapıya doğru yaklaşıyordu. Ve o kapı, birkaç gün sonra, ışıl ışıl bir salonda yeniden açılacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD