MertAli ve UFAKLIK

1676 Words
Mert Ali anahtarı çevirip kapıyı açtığında derin bir sessizlik karşıladı onu. Sırt çantasını kapının yanına bıraktı; çantanın yere düşerken çıkardığı tok ses, boş evin duvarlarında yankılandı. İşte yine aynı duygu… İçini kemiren o tanıdık burukluk. Bir kez daha, koca bir sessizliğe adım atmıştı. Evine girmek demek yalnızlıkla yüzleşmek demekti. Kalabalıkların arasında doğmuş, insanların sesine alışmış bir adam için bu sessizlik azap gibiydi. Ailesini trafik kazasında kaybettiğinden beri hayatında bir eksiklik vardı; hiçbir ses, hiçbir gülüş dolduramıyordu o boşluğu. Kendi kendine “benim görevim belli” derdi her seferinde. “Kanımın son damlasına kadar vatanımı korumak.” Bu cümle, yalnızlığın ağırlığını bir nebze olsun hafifletiyordu. Mutfağa geçip çaydanlığa su doldurdu. Tam o sırada telefonundan ince bir bildirim sesi duyuldu. Alışık olmadığı bir sesti; ama pek umursamadı. Mert Ali için telefon konuşmak içindi, mesajlaşmak saçmalıktan başka bir şey değildi. Ararsın, söylersin, kapatırsın. O kadar basit. Ocağın altını yakıp salona geçti. Kumanda bıraktığı yerdeydi uzanıp televizyonu açtı, gözleri ekrana bakmıyordu ama odada bir ses olsun istiyordu. Bazı zamanlar sessizlik dayanılmaz oluyordu onun için. O zamanlardan birini yaşıyordu yine. Su kaynayınca çayı demledi, üçlü koltuğa gömüldüğünde yorulduğunu hissetti. İki ayın yorgunluğu kemiklerine işlemişti; üstüne saatlerce süren yolculuk eklenince sanki eklemleri birbirine kenetlenmişti. İçinden “kum torbasını yumruklasam açılırım” diye geçirdi ama sonra telefonunu hatırladı. Az önceki bildirimi merak etti, ya bankaydı ya da bağlı olduğu oparatörün fatura bildirimiydi. Sehpada duran telefonu eline alıp baktı. Bilinmeyen bir numaraydı. Kaşlarını hafifçe çattı. — “Merhaba.” Ekrandaki kelimeyi görünce içinden homurdandı: Kim lan şimdi bu? “Kimsin?” diye yazdı. “Merhabaya merhaba diyerek karşılık verilir.” İstemsizce dudaklarının kenarı kıpırdadı. Hafif bir alayla cevapladı: “Belki tanımadığım insanların merhabalarını almıyorumdur. Her merhaba diyene merhaba diyecek birine mi benziyorum ben? Söyle bakalım kimsin?” “Kim olduğumu söylemesem daha iyi. Sadece sana merhaba demek istedim. Belki biraz sohbet ederiz diye düşündüm. Sanırım yanlış bir karardı, özür dilerim.” Mert Ali hızlıca yazdı: “Aferin bence de yanlış karar.” Karşı taraf pes etmiyordu: “Bu yazışmaları hiç böyle hayal etmemiştim. Benim merhabama merhaba diyecektin, böylece konuşmaya başlayacaktık.” “O dediğin ancak filmlerde ve kitaplarda olur. Niye tanımadığım biriyle vakit harcayayım ki?” Oysa kendi içinde biliyordu; yapacak daha iyi bir şeyi yoktu. Fakat bunu kendine sakladı. “Ne bileyim, insan bir merak eder. Kim bu kız diye tanımaya çalışır. Yani öyle olacağını hayal etmiştim.” “Hayalleri bozmada üstüme yoktur.” “Hiç de öyle biri gibi görünmüyorsun.” Kaşları yukarı kalkarken dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi: “Bak sen! Nasıl görünüyormuşum söyle bakalım?” “Söylediğinin aksine düşünceli, kibar ve anlayışlı birine benziyorsun.” Mert Ali’nin bakışları boşluğa kaydı. Parmakları birkaç saniye tuşların üzerinde durdu, sonra kısa alaycı bir yanıt yazdı. “Yok, o ben değilim. Sanırım yanlış kişiye mesaj yazdın. Numarayı kontrol et. Yanlış tuşlamış olabilirsin.” “Of hayır ya, öyle bir şey yok. Ben sana yazdım Mert Ali.” Gözleri hafifçe kısıldı. “Evet, bu isim bana ait ama anlattıklarının hiçbiri bende yok. Aksine ben belki de şu ana kadar hiç görmediğin, aklının hayalin alamayacağı kadar kaba biriyim. Yontulmamış bir odun hatta bir dağ ayısı olduğum bile söylenir. ” Acaba arkadaşlarım mı benimle dalga geçiyor diye düşündü bir an ama arkadaşlarının arasında böyle bir şeyi yapacak kimse yoktu. Hepsi de onun gibi ciddi adamlardı. Karşı taraftan gelen cevapla bir an donakaldı: “Belki de ortaya çıkaracak biriyle henüz karşılaşmadığın içindir.” İstemeden dudaklarından kısa bir nefes çıktı. Garip bir şekilde hoşuna gitmişti. “Bu zekiceydi. Kızım bu özgüven fazla değil mi?” “Evet zekiyimdir. Ama bunu senden duymak hoşuma gitti.” “O zaman zeki ve ukala diye ekleme yapayım.” “Zeki, neşe dolu, enerjik, çalışkan ve güzel. Bu eklemeler benim için uygundur.” Kendini beğenmişin biriyle konuştuğunu düşünüp alnını buruşturdu, parmakları sertçe ekrana dokundu: “Şimdi kim olduğunu söylemezsen seni engellerim bilmiş ol.” “Beni tanımıyorsun ki. Seninle birkaç defa aynı ortamda bulunduk o kadar. Orada gördüm seni.” “Ve?” “Ve… beğendim işte.” Telefonu bir an elinde tuttu, mesajlara baktı. Kalbinin derinlerinde bir heyecan hissetti ama hemen bastırdı. “Beni beğendiğine göre tuhaf biri olmalısın. Tuhaf, zevksiz ve aptal.” “Hiçbiri değil. Yaşamayı seven, hayat ve neşe dolu biriyim. Belki de ihtiyacın olan şeyler bunlardır ve sana iyi gelir.” Mert Ali telefonu sehpanın üzerine bırakıp çayından bir yudum aldı. İçinde ince bir merak kıvılcımı yanmaya başlamıştı ama bunu kendine itiraf etmeyecekti. “Yanılmamışım. Sen gerçekten tuhaf bir kızsın. Ayrıca seni hatırlamadığıma göre çirkin bir şey olmalısın.” Diye takıldı dudak kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrılırken. Aslında cevap yazarken dalga geçmekten başka bir amacı yoktu. Şu sıkıcı akşamını biraz olsun renklendirmek ona iyi gelebilirdi. “Karşında genç bir kız varken daha nazik konuşmalısın. Varsayımına gelince, belki de sen kör birisin.” Kızın cevabı hızlı ve zekiceydi. Mert Ali istemsizce güldü. “Bak o konuda hakkımı yiyemem güzel kızları unutmam mümkün değil. Hafızam iyidir.” dedi, mutfağa geçip bardağına taze çay doldururken. Salona döndüğünde ekrana bir fotoğraf düşmüştü: sadece gözler… Yosun yeşili, derin, biraz da meydan okuyan bakışlarla dolu gözler. Bir anlığına parmakları telefonda donakaldı. “Neden yüzünün tamamını göndermedin? Belki seni hatırlardım.” diye yazdı. “O zaman bir heyecanı kalmazdı.” Mert Ali’nin dudaklarından hafif bir homurtuya benzeyen gülüş çıktı. “Heyecanı seviyorsun demek. Açıkçası seninle daha önce karşılaştığımızı sanmıyorum çünkü böyle güzel gözleri unutmam imkânsız.” Hafızasını tekrar yokladı ama bu gözleri bir türlü hatırlayamadı. Kızın içini tatlı bir gurur kapladı. Ekrana bakarken yüzünde çiçekler açtı sanki. Onun iltifatı, uzun süredir beklediği bir armağan gibiydi. “İltifatın için teşekkür ederim. Aslında kalabalık bir ortamdaydık. Beni fark etmedin bile ama ben bir köşeye çekilip uzaktan seni izledim.” “Neden yaptın bunu?” Mert Ali çayından bir yudum alırken merakla bekledi. “Bilmiyorum… Sanırım senden hoşlandım. Gizemli ve hoş bir duruşun vardı. Ayrıca güler yüzlü ve kibardın.” Mert Ali’nin yüzüne arsızca yayılan bir sırıtış oldu bu kez. “Yanıma gelseydin belki ben de senden hoşlanırdım.” “Hiç sanmıyorum.” “Haberin olsun bilmece gibi konuşan insanlar sinirlerimi bozuyor. Nedenini söyle?” “Çünkü o zaman küçüktüm. Bana asla bakmazdın. Ama şimdi… Artık bir şansımın olacağını düşünüyorum.” Mert Ali zihnini zorlamaya çalıştı. Birilerini hatırlamayı umdu ama o gözlere dair yine hiçbir anı bulamadı. Karşılaşmış olsaydı mutlaka hatırlardı. “Vay canına büyüdün demek. Peki şimdi kaç yaşındasın?” “Yeterince büyüdüm işte.” Mert Ali hafifçe kaşlarını kaldırdı. Sohbet giderek keyifli hâle gelmeye başlamıştı. “Cesur bir kızsın ama kalıbımı basarım, yirmi bile yoksundur.” “İki ay sonra liseyi bitiriyorum.” Bir anlığına Mert Ali’nin dudaklarından istemsizce bir “vay anasını” döküldü. “Çok küçüksün be kızım.” Ekranın karşısında dudaklarını bükmüş, gözleri hafifçe dolmuştu genç kız. Yosun yeşili gözlerindeki ışık solmaya başladı. “Hiç de küçük değilim. Amcamla yengem arasında on iki yaş fark var. Anne babamda da sekiz yaş var. Hem ne fark eder ki?” Mert Ali derin bir nefes aldı. Aslında mesele yaş değildi. On sekizinde bir kızla konuşmak… işte asıl mesele buydu. Onun cıvıl cıvıl, neşeyle taşan dünyasına ayak uydurmak, kendi sert ve suskun hayatına bambaşka bir renk katmaktı. Olgun bir kadın olsaydı, belki konuşacak binlerce ortak şey bulabilirdi. Ama bir lise son öğrencisiyle? Ona ne anlatabilirdi ki? Anaokul hatıralarını mı? Bu düşünce dudaklarına kendiliğinden bir alaycı gülümseme yerleştirdi. “İyi, güzel de!” dedi, sesinde hafif bir ciddiyet taşıyan bir tonla. “Kızım, ben seninle ne konuşacağım ki? Ortak bir konumuz olduğunu sanmıyorum.” Ekranda beliren cevap, onun bu mesafeli tavrını gölgeler gibi oldu: “Ben öyle düşünmüyorum. Ortak konu bulmak kolay. İnsan yeter ki kapıları kapamasın.” Hemen ardından yeni bir mesaj daha geldi. “Mesela hangi takımı tutuyorsun?” Mert Ali dudak büktü. Parmaklarını telefonun üzerinde gezdirdi, yazmadan önce kısa bir an düşündü. “Maç izlemeye pek vaktim olmuyor ama çocukken Beşiktaş’ı tutuyordum. Peki sen?” “Ben Galatasaraylıyım. İşte bak, ortak nokta bulundu.” Kaşlarını kaldırıp ekrana baktı. “Ben ortak nokta göremiyorum.” “Birincisi ben de maç izlemiyorum, ikincisi ikimiz de Fenerbahçe’yi sevmiyoruz.” İstemeden kıkırdadı Mert Ali. Sırtını koltuğa yasladı, elindeki çayın buharı yüzüne vurdu. Sohbetin ciddiyetsizliği bile hoşuna gitmeye başlamıştı; uzun zamandır hayatında böylesine hafif, böylesine gülümseten bir şey olmamıştı. “Birbirimizi tanımaya çalışabiliriz. Günlük yaptıklarımızı anlatırız, dertleşiriz. Ben çok güzel dinlerim mesela.” “Ama ben konuşmayı sevmem.” “Olsun, ben konuşmayı çok severim. O zaman ben anlatırım sen dinlersin, olmaz mı?” Telefon ekranında beliren kelimeler sanki üzerine üflenmiş bir neşe gibiydi. Mert Ali kısa bir an durdu, içinden bir muhasebe yaptı. Önünde on gün vardı. Sessiz, boş geçecek günlerini bu kız sayesinde daha farklı yaşayabilir miydi? İçinde uzun süredir hissetmediği bir kıpırtı vardı. İtiraf etmese de bu kız hoşuna gitmişti; hazırcevap oluşu, konuşkanlığı, en çok da ardında taşıdığı gizem… Ama hemen ardından içini kemiren bir başka ses yükseldi: Şu an ne yapıyorum? Bir lise öğrencisiyle yazışıyorum. Bu kadar mı düştüm? Bu kadar mı yalnızım? Çok derinlerde bir sızı dolaştı. “Bak ufaklık, ben öyle mesajlaşmayı seven, elinde telefonla gezen tiplerden değilim.” Yanıt gecikmedi. “Ufaklık mı?” “Evet, ufaklık… Sen ergen bir kızsın.” Mert Ali’nin dudaklarının kenarında yine o alaycı gülümseme belirdi. Ama kalbinin bir köşesi huzursuzdu. Neden devam ediyorum? Neden bu küçük kızın yazdıkları bana iyi geliyor? Dakikalar geçti. Sonra saatler… Ama yeni bir mesaj düşmedi. İçten içe biliyordu, ona “ufaklık” dediği için kız alınmıştı. Umursamıyormuş gibi yaptı. Ergen kız tripleriyle uğraşacak hâlim yok diye söylendi kendi kendine. Kumandayı eline aldı, rastgele bir film açtı. Çok geçmeden göz kapakları ağırlaştı, ekran ışığı gözlerinde bulanıklaştı ve uyuyakaldı. … Gecenin bir yarısı ansızın gözlerini açtı. Bir an nerede olduğunu unutmuş gibi odanın içinde bakındı. Kalbi gürültülü bir davul gibi çarpıyordu. Rüyanın ağırlığı hâlâ bedenine yapışmıştı. Savaş meydanında, elinde silah ateş ederken yanında patlayan bomba öylesine gerçekti ki kulaklarında uğultusu hâlâ çınlıyordu. Dumanın boğucu kokusu, barutun keskinliği, yerde kanlar içinde yatan siluetler… Hepsi zihninde canlıydı. Elleri terlemiş ve boğazı kurumuştu. Başını ellerinin arasına alıp derin derin nefesler almaya başladı, sanki o patlamadan arta kalan havayı ciğerlerinden söküp atmaya çalışıyordu. Sonra derin bir iç daha çekti. Neyse ki hepsi rüyaydı… Ve o hâlâ hayattaydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD