*
Aynı saatlerde, Mert Ali odasında, yastığına başını yaslamış halde tavana bakıyordu. Sessizlik, bir ağırlık gibi üzerine çökmüştü. Lambanın sönük ışığı duvarda titrek bir gölge bırakıyor, gölgelerle birlikte zihninde Aslı’nın silueti dolaşıyordu.
Eve geldiğinden beri o gözleri unutamamıştı.
O utangaç, masum, ama içini ısıtan bakışları…
Elini tutarken hissettiği o ürkek sıcaklığı…
Deniz kenarında, rüzgârın saçlarını savurduğu o anı…
Hepsi bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor, her hatırlayışında kalbinde ince bir sızı oluşuyordu. Demek ki aşk böyle bir şeydi. Demek ki yaşadığını hissetmek böyle bir şeydi.
O sırada telefonundan bir bildirim sesi geldi. Ekranda beliren isimle birlikte yüreği hızlandı.
“Bugün için tekrar teşekkür ederim. Her şey çok güzeldi.”
Aslı komşudan gelir gelmez odasına kapanmış yatağına uzanmıştı. Tek yaptığı yüzünde bir gülümsemeyle zihninde tüm günü yeniden başa sarıp durdu. Hiç bıkmadan aynı heyecanla her bir saniyesini atlamadan tekrar tekrar yaşadı. Onun verdiği gülü Miray’da bırakmıştı ama aklındaydı, o gülü daha sonra alacak, kurutup bir ömür saklayacaktı. Çünkü o güller, Aslı için bir buket çiçekten çok daha fazlasıydı, kalbine dokunan bir anının sessiz tanıklarıydı.
Mert Ali, gözlerinde bir parıltıyla cevap yazdı. Cümle sade ama samimiydi. Her harfi, sanki onun ses tonuyla yankılandı kızın içinde.
“Asıl ben teşekkür ederim, varlığınla günümü ve hayatımı güzelleştirdiğin için.”
Bir an duraksadı, sonra yazdığı kelimelerin samimiyetini bozmadan bir mesaj daha ekledi.
“Bu defa iznim kısa. Eğer mümkünse… yarın da seni görmek istiyorum.”
Aslı mesajı okurken içinden bir şey koptu sanki. Yüreği “evet” demek isterken dili “hayır” diyordu.
“Ne yazık ki mümkün değil. Pazar günleri bizim aile ritüelimizdir. Kahvaltı yapar, birlikte vakit geçiririz.” yazdı.
Hele abisi buradayken, evden çıkması imkânsızdı.
“Ne zaman görüşebiliriz?” diye sordu Mert Ali.
Aslı, ekrana baktı, parmakları yazmakla silmek arasında gidip geldi.
Pazartesi sınavı vardı.
Okul çıkışı sahilde buluşmak tehlikeliydi.
Babası, abisi ya da tanıdık biri… Hepsi olasılıktı.
Zihni karıştı. Kalbi daraldı.
Sanki duvarları olmayan bir labirentin içindeydi. Her adımı bir engel, her nefesi bir ihtimaldi.
“Bilmiyorum Mert Ali,” yazdı sonunda. “Çok ters bir zamana denk geldi. Sınav haftası.”
“Anlıyorum, sorun değil.”
Kısa bir cevap… ama kelimelerin ardında sessiz bir kırıklık vardı.
Mert Ali, onu anlamaya çalışıyordu ama özlemi sabırsızdı.
Onu görmek istiyordu, sadece bir dakikalığına bile olsa… Sesini duymak, elini tutmak, var olduğunu hissetmek istiyordu.
Bir süre sonra Aslı’dan mesaj geldi:
“Salı günü matematik sınavım ikinci ders. Sınavdan sonra okulu asabilirim. Yine aynı yerde buluşuruz.”
Bu satırları okurken, Mert Ali’nin içini tarifsiz bir sıcaklık sardı.
Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı, parmakları titredi.
“Buraya gelmen zor olabilir.” yazdı. “Ben o tarafa geleyim, senin yorulmanı istemiyorum.”
“Ama olmaz ki,” dedi Aslı. “Birileri görebilir. Şimdilik böyle olması en doğrusu.”
“Tamam güzelim. Sen nasıl istersen.”
“Geç oldu, yatalım artık. Allah rahatlık versin.”
“Sana da, prenses. Allah’a emanetsin.”
Telefonu sessize alıp yastığın kenarına koydu.
Tavandaki ışık oyunları arasında düşünceleri savruluyordu.
Son günlerde çok yorulmuştu. Uykusuz geceler gözlerinin altına sinmişti.
Kalbi hem dolu hem de ürkekti, sanki bir şey olacak, ellerinden kayıp gidecek gibiydi her şey.
Derin bir nefes aldı. “Allah’ım, kalbimi sakinleştir. Ne olur önümüzde hiçbir engel kalmasın ailem Mert Ali’yi kabul etsin problem çıkarmasınlar. Hatta çok sevinsinler. Amin” diye fısıldadı.
Mert Ali, bir süre sonra ışığı kapattı.
Karanlık, odayı yumuşak bir sessizliğe bürüdü.
Gözlerini kapatır kapatmaz geçmiş bir perde gibi açıldı önünde.
Suriye sınırındaki o soğuk geceler…
Kuru toprağın kokusu, silah seslerinin yankısı, rüzgârla savrulan fısıltıları… Namluların gölgesinde dua ettiği, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide geçen günleri…
Omzunda taşıdığı yoldaşlarının sessiz ağırlığı…
Her şey o kadar canlıydı ki, kalbinde bir yer yeniden sızladı.
Çok küçük yaşta öğrenmişti sevmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu.
Birini sevmek, onu kaybetmeyi göze almak demekti.
Ve o, bunu çok erken yaşta tatmıştı.
Önce anne ve babasını, sonra en yakın silah arkadaşlarını yitirmişti.
O gün, “Bir daha kimseyi bu kadar sevmeyeceğim.” diye yemin etmişti kendi kendine, küçük bedeniyle bir köşeye sinmiş için için ağlarken.
Artık “sevgi” onun için hep tehlike demekti. Birini sevmek, onu kaybetmeyi göze almak demekti.
Elini yatağın kenarındaki çekmeceye uzattı. Küçük, yıpranmış bir not defteri çıkardı. Arasına sıkıştırılmış sararmış bir fotoğraf vardı.
Yedi yaşındayken çekilmişti.
Anne ve babasıyla birlikteydi, kolları onların boynuna dolanmış, gözleri ise pırıl pırıl parlıyordu.
Babası askerdi, sert ama adil bir adam… Mert Ali küçükken onun botlarını ayağına geçirip aynanın karşısında “Ben de asker olacağım.” derdi. Babası otoriterdi ama sevgisini de esirgemez, fırsat buldukça oğluyla oyunlar oynar, ona küçük sürprizler yapardı. O günlerde “ölüm” kavramını bile tam anlamazdı. Çocuk kalbiyle, onları çok sevdiği için öldüklerini düşünmüştü. O günden sonra bir daha kimseyi böyle sevmemeye ant içmişti. Çünkü sevgi, onun gözünde kaybın önsözüydü.
Ama Aslı…
Aslı bu duvarların arasından sızmış bir ışıktı.
Kızın gözlerinde öyle bir huzur vardı ki, savaşın, acının, kaybın içinde unuttuğu “yaşama” duygusunu ona hatırlatmıştı. En önemlisi sevmeyi…
Defterin köşesine bugünün tarihini yazdı.
“16.10.2025”
Yorgunluk bedenine iyice yayılmıştı.
Rüzgâr pencereyi hafifçe araladığında perde sessizce kıpırdadı.
Her şey sustu.
Ama o sessizlikte bile bir ses vardı, kalbinden yükselen, o ismi tekrar eden bir ses.
“Aslı…”
Kalbi dua gibi attı o gece.
Gözleri yavaşça kapanırken, içinden sadece bir cümle geçti:
“Allah’ım, onu koru. Onu bana nasip et. Mutlu huzurlu güzel bir yuvamız olsun.”
*
Pazar sabahı, bahçeye kurulan kahvaltı sofrası güneş ışıklarıyla parlıyordu. Mis gibi demlenmiş çayın buharı havaya karışıyor, kuş cıvıltılarına eşlik eden çatal sesleri huzurlu bir aile sabahının fon müziğini oluşturuyordu. Ağaçların arasında rüzgârın savurduğu yapraklar kıpırdanırken Rabia teyze yine döktürmüştü, peynir tabakları, zeytin çeşitleri, sıcacık börekler, reçeller… Hepsi özenle dizilmişti masaya. Oğlunun evde olduğu bugünü yine bayramdan bir gün sayıyordu.
“Bir gün pikniğe gidelim, Sabriye teyzeleri de çağıralım. Kalabalık olunca daha eğlenceli oluyor,” dedi Aslı, gözleri parlayarak.
“Ne pikniği Aslı ya, çocuk musun sen?” diye homurdandı Arda.
“Öyle deme abi, sanki pikniğe sadece çocuklar gidiyor.” Dudaklarını büküp omuz silktiğinde babası hemen lafa karıştı.
“Olur kızım gideriz. Hem mangal yaparız, değişiklik olur bize de.”
Arda çatalını yavaşça kenara bıraktı. “Bu defa çok kalmayacağım baba, haftaya gitmiş olabilirim.”
“Hayırdır oğlum, neden öyle oldu?”
“Büyük ihtimal yeni bir göreve çıkacağız,” dedi, sesi kararlı ama içinde belli belirsiz bir buruklukla.
Tam o sırada, “Cümleten günaydın!” diyen tiz bir ses bahçenin gürültüsüne karıştı. Herkesin başı aynı anda o yöne döndü. Gelen, komşularının kızı Pınar’dı. Gülümsemesi sanki biraz fazla zorlamaydı utangaç ve mahcup bir hali var gibiydi.
“Günaydın Pınar,” dedi Aslı, istemsizce ayağa kalkarak. Masadakiler sessizlik içinde yemeklerine devam etmeyi tercih ettiler. Ne Rabia teyze ne de Arda’nın babası o kızı görmeye tahammül edebiliyordu artık.
“Hoş geldin Arda,” dedi Pınar, sesi tatlı ama içinde büyük bir beklentiyle. Arda başını hafifçe kaldırıp kısa bir bakış attı.
“Sağ ol,” demekle yetindi.
“Annem Arda’nın geldiğini duyunca onun sevdiği börekten yaptı. Dedim ki sıcacık getireyim, kahvaltıda yersiniz.” Elindeki tabağı uzatırken gözleri ısrarla Arda’nın yüzünü arıyordu ama onun pas vermeye gönlü yok gibiydi.
“Zahmet etmişsiniz,” dedi Aslı, soğuk ama kibar bir ses tonuyla.
“Zahmet olur mu hiç? Bilirsin, annem de babam da abini oğulları gibi sever.”
Aslı aceleyle tabağı elinden aldı. Bir an önce gitsin istiyordu. “Rukiye teyzenin ellerine sağlık, teşekkür ederiz,” deyip kapıyı kapatmaya yöneldi. Tam o sırada Pınar onun elini tuttu.
“Aslı, sana bir şey diyeceğim.”
Aslı’nın tüyleri diken diken oldu. Bu kızın her cümlesi içini sıkıyordu.
“Ne oldu?”
“Arda beni engellemiş, ulaşamıyorum. Eski günlerin hatırına bana yardımcı olur musun?”
“Ne istiyorsun?”
“Arda’yla konuşmak.”
“Bak abim orada. Git konuş, karşında işte.”
“Öyle olmaz,” dedi Pınar, sesi titrek bir yalvarışa dönüşürken. “Herkesin içinde değil… baş başa. Sadece bir kez, ne olur Aslı. Hata yaptım, farkındayım ama… herkes hata yapmaz mı?”
Tam o sırada Rabia teyze uzaktan seslendi.
“Aslı kızım, hadi gel çayın soğuyacak!”
“Geliyorum anne!” diyerek kurtuluş fırsatını yakaladı. Pınar’ı arkasında bırakıp masaya koştu. Kızın ardından baktığında Pınar’ın yüzündeki memnuniyetsiz ifade dikkatinden kaçmadı. Başını eğip geldiği gibi gitti.
“Ne istiyormuş o yine?” diye sordu Rabia hanım sabırsızca.
“Rukiye teyze börek yapmış, onu getirdi,” dedi Aslı, abisine kaçamak bir bakış attığında Arda’nın yüzündeki gerginliği hemen fark etti. Çenesindeki kaslar sıkılmıştı. O kızın gelişi huzurlarını kaçırmıştı. Acaba abisinin gönlü hala Pınar da mıydı? Miray için ne düşünüp ne hissediyor diye merak etmeden edemedi .
Pazar günü sessizce bitti. Akşamüstü Aslı odasında oturup derslerine gömüldü. Ertesi gün sınavı vardı. Gün içinde Mert Ali’ye mesaj yazamamıştı. Yatağa girdiğinde içi garip bir sıkıntıyla doldu, Pınar’ın bakışları, abisinin donuk yüzü, annesinin fark ettirmemeye çalıştığı telaşı… hepsi bir araya gelince içini kaplayan huzursuzluk büyümüştü. Mert Ali’yi düşünmeye pek vakti olmadı.
Sabah uyandığında ilk işi telefonuna bakmak oldu. “Günaydın askerim,” yazdı. Bekledi. Dakikalar geçti ama cevap gelmedi. Ekranda Mert Ali’nin en son gece yarısı çevrimiçi olduğu görülüyordu. İçinden, “Nasıl olsa yazar,” diyerek kalktı, hazırlandı, mutfağa geçti. Herkes ayaktaydı, sofrada yine telaşlı bir sabah hâli hakimdi.
“Bugün okula seni ben bırakacağım,” dedi Arda, çayından bir yudum alırken.
“Gerek yok abi, ben giderim.”
“Gerek var. Biraz baş başa vakit geçirelim.”
Aslı’nın kalbi sıkıştı. Kesin bir şeylerden şüphelendi. Diye düşünmeden edemedi. Lokmalar boğazına dizildi. “Olur abicim… nasıl istersen,” dedi uslu bir sesle.
Kahvaltıdan sonra birlikte çıktılar. Arda kardeşinin çantasını omzundan almaya çalışınca genç kız önce izin vermek istemedi.
“Abi, ben taşırım.”
“Olsun, sen yorulma ben taşıyacağım.”
Sokak boyunca sessizce yürüdüler. Bahar kokusu havayı doldurmuş, ağaçların dalları yeni yeni çiçeklenmişti. Aslı’nın içindeki sıkıntı dışarıdaki güzelliğe rağmen dinmiyordu.
“Ee okul nasıl gidiyor?”
“Gayet iyi.”
“Bir sıkıntı var mı?”
“Ne gibi?”
“Bilmiyorum… seni rahatsız eden birileri falan. Şimdi okullarda zorbalık çok yaygın.”
“Hayır abi, yok öyle bir şey.”
Tam o sırada Miray karşı kaldırımdan geçti. İşe gidiyor olmalıydı. Aslı onu görünce içi sevinçle doldu, abisinin sorgusundan kurtulmanın sevinciydi, kıza seslenip el salladı.
“Miray!”
Genç kız dönüp baktı ama yüzünde ne bir tebessüm ne de bir sıcaklık vardı.
“Günaydın Miray,” dedi Arda.
Miray kısa bir bakışla karşılık verdi. “Günaydın,” dedi, sesi buz gibiydi.
Arda ile Aslı aynı anda duraksadılar. Kız belli ki bir şeye sinirliydi.
“Nasılsın Miray?”
“İyiyim Aslı, sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim. Abimle birlikte okula gidiyoruz. Sen de işe gidiyorsun sanırım?”
“Evet, hatta geç kaldım. Size iyi günler,” diyerek hızlı adımlarla uzaklaştı.
Aslı şaşkınlıkla abisine döndü. “Onu üzecek bir şey mi yaptın abi?”
“Hiçbir şey yapmadım. Kızı görmedim bile.”
“Peki neden böyle davrandı?”
Arda omuz silkti. “Kadın milleti işte, bir günü bir gününe tutmuyor ki. Çok dengesiz ve değişken varlıklarsınız.”
“Aman abicim çok komiksin!” diyerek surat astı.
Arda işi şakaya vursa da canı sıkılmıştı kızın bu haline. Keyifsiz bir şekilde kardeşini okula bırakıp arkadaşlarıyla buluşmaya gitti. Aslı okula girdiğinde hâlâ Mert Ali’den mesaj bekliyordu. Zil çalana kadar elindeki telefonu bırakmadı. Teneffüste telefona baktığında kalbi hızla çarptı.
“Günaydın prensesim.”
Yirmi dakika önce yazılmıştı.
“Neredesin Mert Ali, seni çok merak ettim,” diye yazdı hemen.
“Uyuyakalmışım, kusura bakma,” cevabı geldi.
“Bir şey oldu sandım.”
“Ne olabilir ki, evimdeyim.” Haklıydı belki de gereksiz yere fazla evham yapıyordu.
“Bugün neler yapacaksın?”
“Teyzeme gideceğim, akşama anca dönerim.”
“Tamam, dikkatli ol.”
“Hayırdır Aslı, bir şey mi oldu?”
“Yok, sadece bugün biraz evhamlı bir günümdeyim sanırım. Sen bana bakma.”
“Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“Hayır, teşekkür ederim. Ders zili çaldı, hoşça kal.”
Mesajı gönderip derse döndü ama aklı çoktan Mert Ali’de kalmıştı. İçindeki endişe, farkında olmadan onu bir sonraki adımına sürükleyecekti.
Akşam eve gittiğinde, ertesi günkü sınavına hazırlanmak için odasına çekildi. Henüz birkaç dakika geçmişti ki, kapısının hafifçe tıklatıldığını duydu.
“Gel,” dedi, gözlerini kitaplarından ayırmadan.
Kapı aralandı, Arda başını uzatıp mahcup ama sevimli bir ifadeyle içeri süzüldü.
“Ne yapıyorsun kardeşim?”
“Hiç, yarınki sınava hazırlanıyorum.” Başını kaldırıp abisine baktı. Arda’nın yüzünde belli belirsiz bir gerginlik vardı.
“Aslı, ne diyeceğim sana…”
“Dinliyorum.”
Arda, derin bir nefes aldı onu bu şekilde görmeye pek alışkın olmadığı için tuhafına gitmişti kızın.
“Akşam Miray’ı bize çağır. Bugün biraz tuhaf davrandı. Belki farkında olmadan kalbini kırdık. Sonuçta komşu kızı, hem bize de emanet sayılır.”
Aslı kaşlarını hafifçe kaldırdı. Meraklanmıştı.
“Bilmem ki, ders çalışmayı düşünüyordum.”
“Aslıı…” dedi Arda, çocuksu bir serzenişle.
Aslı gülümsedi. “Bir tanecik abim için yapmayacağım hiçbir şey yok.”
Arda gelip alnından öptüğünde, içini sıcacık bir sevgi kapladı. Abisinin bu içtenliği, her defasında yumuşatıyordu onu.
Az sonra telefonunu eline alıp Miray’a yazdı:
“Naber Miray, nasılsın?”
Birkaç dakika içinde cevap geldi.
“İşten çıktım, eve gidiyorum. Sen nasılsın?”
“Ben de ders çalışıyordum. Aklıma geldin, yazayım dedim. Sabah biraz dalgındın, iyi misin?”
“Evet iyiyim sen nasılsın?”
“Bende iyiyim, akşama bize gelsenize oturup laflarız.”
“Teşekkür ederim ama yorgunum, başka zaman olur.”
Aslı bir an duraksadı. Satır aralarından bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi.
“Tamam, hoşça kal.” diye yazdı ama içi rahat etmedi.
Odadan çıkıp Arda’nın yanına gitti. Onu bilgisayar başında, oyun oynarken buldu. Kardeşini görünce kulaklığı çıkarıp kıza döndü.
“Mesaj yazıp bize çağırdım ama yorgun olduğunu söyleyip kabul etmedi, başka zaman geliriz dedi.”
Arda düşünceli bir hâlde başını salladı.
“Benim bilmediğim bir şey mi oldu aranızda?” diye hesap sordu genç kız.
“Elbette hayır. En son seninle birlikteyken onu gördüm.”
“Ne olmuş olabilir ki?”
“Belki gönlünde biri vardır, o yüzden mesafe koyuyordur.”
Aslı kollarını kavuşturdu, kaşlarını hafifçe çatarak düşündü.
“Sanmıyorum abicim, başka bir şey olmalı…” dedi, sanki bir dedektif gibi içinden ipuçlarını çözmeye çalışarak.
*
Salı günü gökyüzü pamuk gibi bulutlarla kaplıydı. Hava ne tam güneşliydi ne de kapalı, tıpkı Aslı’nın içi gibi, kararsız bir durgunluk hâkimdi. Sınavdan sonra rahatsızlandım bahanesiyle okuldan çıkıp otobüse bindi. Mert Ali’ye yaklaştığı her bir adımda kalbi biraz daha hızlanıyor, avuçları terliyordu.
“Ailesine Mert Ali’den nasıl bahsedecekti, Miray neden bu kadar mesafe koymuştu. Üniversite sınavını kazanacak mıydı? ”
Bu düşünceler beyninde dönüp dururken nihayet vardı. Burası onların yeri gibiydi, ilk kez burada oturmuş, sessizce denizi izlemişlerdi. Dalgaların kıyıya vurduğu o yumuşak ses, aralarındaki ilk yakınlaşmanın şahidi olmuştu.
Şimdi aynı bank, aynı manzara önündeydi. Aslı derin bir nefes aldı, çevresine bakındı. Henüz gelmemişti. Birkaç dakika geçti. Martı sesleri, hafif dalga hışırtısı ve uzaktan gelen bir çocuk kahkahası… Kalbi bunların ortasında sabırsızca çarpıyordu.
Arkadan tanıdık bir ses duydu.
“Merhaba prensesim?”