Başımı koltuğun başlığına yaslayıp sağ omzumun üzerine uzandım. Ablam hâlâ telefonuyla uğraşıyordu, başını çevirince göz göze geldik. Ne oldu der gibi başını salladı.
"Sen fal bakmıyor muydun?" ondan gizlediğim bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Mehmet'le konuşmadan kimseye bu konuyu anlatamazdı.
Tam ağzını açmış konuşacakken telefonu çaldı. Bana kaçamak bakışlar atıyordu.
"Şirkette arıyorlar. Ben bir bakayım." başımı olumlu bir şekilde salladım. Ablam, Mehmet'in şirketinde genel koordinatör olarak çalışıyordu.
Aslında bu evlilik çevremdeki herkese çok iyi gelmişti, fakat bir ben memnun değildim. Bütün yakın çevremden uzaklaştım. Herkese kendimi kapattım; ablama, aile üyelerine, arkadaşlarıma.
Ablam telefonun alıp mutfağa doğru ilerledi. Benim yanımda telefonunu açamadığına göre önemli bir kişiydi, benim bilmediğim biri. Ne kadar da yabancı olmuştuk birbirimize. Aslında çok yakın ama bir o kadar da uzak. Neydi bizi birbirimizden uzaklaştıran? Neden benden kaçıyordu? Bu evliliğe karşı çıkmadığı için ablamla arama mesafe koymuştum. Ama kısa bir süre sonra o mesafe kalkmıştı. Belli ki o benden hep uzak oldu.
Dizlerimi kendime doğru çekip ellerimi başımın altına koydum. Bir zamanlar babam işten gelecek diye koltuğun üzerinde bu pozisyonda bekledirdim. Keşke o zamana dönme şansım olsaydı. Bilseydim onların bugünüm de olmayacağını o zaman daha sıkı sarılır daha çok kokularını içime çekerdim. Belki de bu kadar özlem duymazdım, sol yanım bu kadar boş kalmazdı.
Sol yanımı annem ve babamdan sonra dolduran tek kişi Mehmet'i. Mehmet bana altın tepside sunulan bir talipti. Ben ise o tepsiyi elimin tersiyle ittim. Şimdi ise ben istiyordum ama altın tepsi yoktu. Ne garip hayat öyle, istemediğim, nefret ettiğim kişi bir anda hayatım olmuştu.
Mutfak kapısında ablamın çıktığını görünce koltuktan doğruldum. Bana bilmedilerimi, gizli olanları anlatsın diye bekliyordum, onun ise anlatmaya gönlü yoktu.
"Ne oldu, abla? Önemli mi?" bilmek istiyordum, bilmek ise sormayı gerektiriyordu. Yanımdaki koltuğa gelip oturdu, bir an olsun dönüp yüzüme bakmadı.
"Önemsiz. Boşver sen onu, fal bakalım. Fincanın soğumuş." nasıl da konuyu bir andan değiştiriyordu. Sakladığı ne işe merak ediyordum, üzerine de gitmek istemiyordum.
Masanın üzerindeki fincanı eline aldı, dikkatlice tabağından ayırdı. Fincanı çevirip çevirip duruyordu. Sessizce diyeceklerini bekledim.
"İçin bir dolu gibi, bak buraya bir şeylerle dolusun." işaret parmağıyla gösterdiği yere baktım. Fakat telvelerden başka bir şey görmüyordum. "Peşinde birileri var gibi, bak arkandan birileri geliyor." ablama doğru yaklaşıp gösterdiği yere yeniden baktım. Yine gördüğüm telvelerden başka bir şey değildi. Başımı koltuğa yasladım, ablam anlatıyordu fakat kulaklarım artık dediklerini duymuyordu.
Gözlerimi tavana diktim, içim bilinmezliklerle doluydu. Anlatabileceğim kişi bile burda değildi ki.
"Beni dinlemiyor musun, Elis?" buraya gelmekle hatamı yaptım diye düşündüm. Aslında benim kafamı dinlemeye ihtiyacım vardı. Sessiz bir ortamda kalbimde olan bütün duyguları düşünmem gerekti.
"Kahve falına inanmadığımı biliyorsun." dedikleri anlamsız geliyordu, telveler ise gelişigüzel yayılmıştı, fincana. Gördüğü şeyler telvenin yayılış çizgisiydi, ne görüp ne anlatıyordu ki.
"İyi madem. Ama bu dediğimi de unutma, çıkarsa alırım müjdemi. Mehmet'le yakında bir cocuğunuz olabilir. Bak burada ay gibi de görünüyor. Ben kalkıp fincanı yıkıyayım da. Gerçekleşsin bu dediklerim." ablam elindeki fincanla hızla mutfağa doğru ilerledi. Bu dediğine sadece gülümsemekle yetindim. Daha bana elini bile sürmeyen biriyle nasıl çocuğum olabilirdi ki. Biz bir ilişkiye bile girmemişken nasıl bir çocuk oluşabilirdi. Kuşlar getirecek değildi ya.
Ben de başka derdim yok bir de bunu düşünüyordum. Bir bebek olması için önce benim Mehmet'le konuşman gerekiyordu.