Dolunay gökyüzünde keskin bir bıçak gibi asılıydı. Ormanın karanlık sessizliği, birden yükselen ulumalarla parçalandı. Elena, küçük kalbi çılgınca çarparken annesinin eline daha sıkı sarıldı. Babasının sert sesi kulaklarında yankılandı:
“Koş Elena! Ne olursa olsun koş!”
Ama küçük bir çocuk için koşmak neye yarardı? Nereye gidecekti? Arkasında bıraktığı ev alevler içindeydi. Çatı çökerken kıvılcımlar gökyüzüne savruluyor, orman ateşin ve kanın kokusuyla doluyordu.
Ağaçların arasında parlayan gözler, birer birer ortaya çıkıyordu. Gümüşi kürkler, keskin dişler ve uğursuz ulumalarla çevrelerini sarmışlardı. Elena, korkudan nefes alamıyor, annesinin kolunu bırakmamaya çalışıyordu.
“Anne…” dedi titreyen sesiyle.
Annesinin yüzü korkudan solgun olsa da dudaklarının kenarında sahte bir gülümseme vardı. “Korkma yavrum, geçecek.”
Ama geçmeyecekti.
Bir kurt adam aniden üzerlerine atıldı. Babası, elindeki gümüş kaplı kılıcı savurarak canavarı geri püskürttü. Çatışmanın sesi, demirin kemiğe, kanın toprağa karışmasıyla yankılandı. Elena gözlerini kapattı ama kulaklarını kapatamadı. Her çığlık, her inilti onun ruhuna işleniyordu.
“Koş Elena!” diye bağırdı babası bir kez daha. “Koş!”
Ama o an Elena’nın gözleri, alevlerin ve gölgelerin arasında bir figüre takıldı. Diğerlerinden daha uzun, daha kudretliydi. Sanki bütün orman ona boyun eğiyordu. Gözleri… o gözler… ay ışığını yutmuş gibi altın parlıyordu. Elena bir anlığına nefes almayı unuttu. O bakışlarda hem vahşet hem de tuhaf bir çekim vardı.
Altın gözlü alfa, diğer kurtlara bir ulumayla emir verdi. Kulakları sağır eden bu ses, Elena’nın küçük kalbine saplanan bir hançer gibiydi. Çevresinde her şey parçalanırken, o bakışların içine düşmüş gibi hissetti.
Sonra sıcak bir ıslaklık yanağına çarptı. Başını çevirdiğinde annesinin bedeni, kanlar içinde toprağa düşüyordu. Kadının elinden kopan sıcaklık, Elena’nın tüm benliğini buz gibi bir boşluğa sürükledi.
“Anneee!”
Çığlığı geceyi yırttı, ama hiçbir ses annesini geri getirmedi.
Babasının savaşı sürüyordu, fakat çoktu onlar, çok fazlaydılar. Gümüş kılıcıyla birini yere serse diğeri arkasından saldırıyordu. Sonunda babası da dizlerinin üzerine çöktü. Elena’nın gözleri önünde, babasının göğsüne saplanan pençeler onun son nefesini kopardı.
Elena’nın zihni bu anı bir daha asla silmeyecekti.
Altın gözlü alfa bir adım öne çıktı. Küçük kız, korkudan donmuştu. Kaçamadı, bağramadı. Sadece baktı. Göz göze geldiler. O an, dünya durmuş gibiydi.
Kurt adamın yüzünde garip bir ifade belirdi. Diğerleri kan içinde vahşet saçarken o, Elena’ya yaklaşmadı. Kollarını iki yana açıp uludu, sonra başını gökyüzüne kaldırdı. Dolunay, altın gözlerinde yansıdı.
Elena’nın bacakları titremeye başladı. Arkasında yanıp kül olan ev, önünde dişleri kanlı kurtlar… ve arada o altın gözlü lider.
“Bırakın onu.” dedi boğuk, tok bir ses. Elena ne dediğini anlamasa da sürü bir adım geri çekildi.
O sırada bir patlama sesi duyuldu. Alevler daha da yükseldi. Elena, panikle gözlerini kapadı. Gözlerini tekrar açtığında yerde sadece kan ve küller kalmıştı. Sürü ormanın içine çekilmişti, altın gözlü alfa da onlarla birlikte kaybolmuştu.
Küçük kız dizlerinin üzerine çöktü. Elleri titreyerek annesinin cansız bedenine uzandı. Gözyaşları kan gölüne karışırken dudaklarından şu sözler döküldü:
“Yemin ederim… bir gün hepinizi öldüreceğim.”
Ay ışığı onun titreyen bedenini aydınlatırken, Elena o gece çocukluğunu kaybetti. O gece kalbinin masumiyeti öldü. Onun yerine intikamla beslenen, suskun ama güçlü bir ruh doğdu.
Bir gün büyüyecek, güçlenecek ve o altın gözlü yaratıkla yeniden yüzleşecekti. Ama bu kez korkan bir çocuk olmayacaktı.
YILLAR SONRA
On iki yıl geçmişti. Dolunay hâlâ Elena’nın kâbusuydu. Ne zaman gökyüzünde o gümüş daire belirse, çocukluğundaki çığlıklar kulaklarına geri dönüyordu. Kan kokusu, annesinin son nefesi, babasının yere yığılışı… Hiçbirini unutmamıştı. Unutmak istememişti.
Şimdi o küçük kız yoktu. Yerine, gözlerinde soğuk bir kararlılıkla bakan genç bir kadın vardı. Elena Varrow.
Uzun siyah pelerini rüzgârda savrulurken ormanın gölgeleri arasında sessiz adımlarla ilerledi. Belinin yanında gümüş kaplı hançerler, sırtında özel işlenmiş kılıcı vardı. Avcıların loncasında yıllarca eğitim almış, en sert savaşçılarla dövüşerek büyümüştü. Onun gözünde tek bir amaç vardı: İntikam.
Bir dal kırıldı. Elena refleksle hançerini çekti. Gözleri hızla karanlığı taradı. Bir çift parlak sarı göz ona bakıyordu. Kurt.
Derin bir nefes aldı. Bu artık alışık olduğu bir histi. Korkmuyordu. Aksine, damarlarında adrenalin değil, intikam ateşi dolaşıyordu. Kurt üstüne atıldığında bir hamleyle yana kaydı, gümüş hançerini sapladı. Canavarın acı dolu çığlığı ormana yayıldı, birkaç saniye içinde yere yığıldı.
Elena eğilip hançerini temizledi, yüzünde sert bir ifade vardı. “Bir eksildi.” diye fısıldadı.
Çocukluğunda gözlerini dolduran korku artık yoktu. Onun yerinde, soğuk bir nefret vardı. Ve o nefret, yıllar boyunca büyüyüp kemiklerine işlemişti.
Ama ne kadar çok kurt öldürürse öldürsün, gerçek hedefine henüz ulaşamamıştı. O gece gördüğü altın gözlü alfa hâlâ yaşıyordu. Elena’nın bütün yolculuğu, onu bulmak için devam ediyordu.
Birden rüzgâr yön değiştirdi. Elena’nın yüzüne tanıdık, tüyler ürpertici bir koku çarptı. Kan ve güç kokusu. Kalbi istemsizce hızlandı.
Etraf sessizleşti, kuşlar bile uçmayı bırakmış gibiydi. Karanlıkta bir gölge belirdi. Omuzları geniş, adımları ağır, başı dik… ve o gözler…
Elena’nın boğazı düğümlendi. Onca yıl geçmişti ama o bakışı tanımaması imkânsızdı. Altın gözler… çocukluğunda hayatını paramparça eden gecenin sahibi.
Arden Blackthorne. Kuzey sürüsünün alfa lideri.
Elena’nın eline gümüş hançeri daha sıkı kavradı. Nefesini kontrol etmeye çalıştı, ama kalbi kükreyen davullar gibi atıyordu. Onu öldürmek için yemin etmişti. Ve şimdi, kader onu tam karşısına dikmişti.
Ama kaderin oyunları her zaman daha acımasızdır. Çünkü altın gözler ona baktığında, Elena’nın bedeninden sıcak bir titreşim geçti. Boğazı kurudu, kalbi garip bir şekilde çarptı. Bu his… avcının avına hissetmesi gereken nefret değildi. Bu bambaşka bir şeydi.
Arden’in dudakları kıvrıldı. Tok sesi, Elena’nın kalbine işledi.
“Sonunda seni buldum.”
Elena’nın içinden bir ses çığlık attı: Mate…
Kanı çekildi. Gözleri dehşetle açıldı. Kalbinin en derininden yükselen ses, ona korkunç gerçeği fısıldıyordu. Hayatını mahveden sürünün alfa lideri… onun kader ortağıydı.
O an Elena için dünya yeniden parçalandı.
Elena’nın parmakları hançerin kabzasında titredi. Kaç yıl boyunca bu anı hayal etmişti? Onu gümüşle yere sermeyi, ailesinin kanını yerde bırakmamanın huzurunu tatmayı… Ama şimdi nefretin arasına sızan başka bir duygu vardı. Sanki görünmez zincirler ruhuna dolanıyor, onu Arden’e çekiyordu.
“Hayır…” diye fısıldadı dudaklarının arasından, kendine, kalbine, hatta kadere karşı.
Fakat altın gözler bakışını kilitlediğinde, savaşmak istediği tüm duygular tek bir gerçeğe yenik düştü:
Onu öldürmek kadar ona yaklaşmayı da istiyordu.
Gökyüzündeki dolunay, yıllar önceki gecenin aynısını fısıldarcasına, iki düşmanı birbirine bağlayan ışığını üzerlerine döküyordu. Ve Elena o anda anladı hikâyesi sadece intikamla değil, kaçınılmaz bir lanetle de yazılacaktı.