9

3081 Words
Hastanede gün ağır başlayıp geceye doğru devrilmişti. Acilin camlarına vuran floresan ışıkları arasından son hastamı da uğurladıktan sonra bir an durdum, yorgun omuzlarımı geriye attım. Masanın üzerinde duran kahve bardağı artık buz gibi olmuştu. Bardağa baktım ama içmedim; zihnim çok daha ağır bir şeyle meşguldü. Zorunlu tayin yazısı... Bir imza, bir karar, bir kalem darbesiyle hayatımın yönü değiştirilecekti. Gitmek istemiyordum. Burada alıştığım insanlara, takip ettiğim hastalara, tanıdığım yüzlere, kurduğum küçük ama güvenli dünyama öylece sırtımı dönüp gitmek istemiyordum. Tayin geldiğinden beri içimden geçen tek cümle buydu: "Ben hazır değilim." Ama devletin zorunlu atamasında hazır olup olmamanın bir önemi yoktu. Çantamı omzuma asarken bile zihnimin yarısı hâlâ o yazının üzerinde asılı duruyordu. Eve geldiğimde ne düşüneceğimi bilmiyordum. Alıştığım bir yeri kolay kolay bırakmak istemiyordum. Abimlere bu konu hakkında daha bir şey söylememiştim. Kısa bir duş aldım ve kendime aparatif yiyecek bir şeyler hazırladım. Telefonu elime alırken içim hem ağır hem de karışıktı. Eleni'yi görüntülü aradım. Kısa süre içinde açıldı. Ekranda yeğenimin gülümseyen yüzünü görünce, içimde hafif bir ferahlık hissettim. Ama kelimeler bir türlü çıkmak istemiyordu. Derin bir nefes aldım ve gülerek konuştum. "Telefon elinde mi bekliyordun kız? Hemen açtın." Eleni gözlerini devirerek "Hala ya ne alaka? Oruç'la konuşuyorduk." dedi "Götle don gibisiniz ben anlamıyorum ki zaten" dedim. İkisi için çok mutluydum ama bunu çoğu zaman belli etmiyordum. "Of hala ya! Başlama yine." dedi gülerek. "Hem sen.." dedi, ekranı kendine yaklaştırıp yüzümü incelerken. "İyi misin? Durgun görünüyorsun." "İşler yoğun bu aralar." "Emin misin? Canını sıkan bir şey mi oldu? Bak korkutma beni." dedi merakla. "Tayinim çıktı." dedim, dan diye. "Yozgat'a gitmek zorundayım," sesim titrek ama netti. "İyi de neden? Durduk yere hem de. Babama söyledin mi hala? Belki bir şeyler yapabilirdi." "Yok canım, abime bir şey demedim daha. Düşünüyorum işte. Bir yolu olmalı. Burayı bırakmak istemiyorum." dedim, sonlara doğru gözlerim istemsizce dolarken. "Ne yapabiliriz ki?" dedi, ekranın öbür tarafında o düşünmeye başlarken ben de kara kara ona bakıyordum. Aklına her ne geldiyse muzip bir gülümsemeyle bana döndü ve, "Aslında kalmanın bir yolu var," dedi. Kaşlarım çatılırken ne demeye çalıştığını anlamaya çalışıyordum. "Anlamadım, nasıl?" "Zorunlu tayinlerde, eş durumundan dolayı tayinlerin iptal olduğunu bilmiyor olamazsın hala?" Tabii ki biliyordum. Ama bunun çalkantılı olduğu zamanlar da oluyordu. Davalarla uğraşmak istemiyordum. Ben derin bir nefes aldım, Eleni'yi anlayabiliyordum bana yardımcı olmaya çalışıyordu ama; onun bu ısrarı, işlerimi çözmeyecekti. Anlamamazlıktan geldim. "Ben evli miyim Eleni? Saçma sapan konuşuyorsun," dedim sakin ama keskin bir tonla. "Evlen diyorum ya hala, ben de!" diye karşılık verdi, sesi hem ısrarcı hem de biraz alaycıydı. "Maşallah senin aklına." dedim. Daha nelerdi? "Sana git gerçek bir evlilik yap demiyorum ki ben hala. Kağıt üzerinde bir evlilikten bahsediyorum. İso'ya söylesene, hem o da senin orada görev yapmıyor mu? Kabul eder belki." dedi, heyecanla. İso diyince tüylerim ürpermişti. O yakınlaşmamızdan sonra dün sabah haricinde hiçbir görüşmemiz olmamıştı. Ki olmasındı zaten. "He Eleni he, o da kollarını açmış beni bekliyordu." dedim kinayeli bir şekilde. "Bahsettin mi ona bu mevzudan." derken ısrarcıydı. "Hayır Eleni! Kapat şu telefonu. Bir daha sakın bunu duymamayım. Oruç'la geze geze beynin akmış senin! Ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Abime de şimdilik bir şey söyleme ben halledeceğim. Bu konu aramızda kalsın." dedim tek nefeste hızlı hızlı konuşurken. "İyi düşün hala." diyerek imayla göz kırptı ve benden kapattı. Olabilir miydi böyle bir şey, daha nelerdi? Telefonu kapattıktan sonra elim hâlâ titriyordu. O an ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Elimi yüzüme götürdüm, derin bir nefes almaya çalıştım ama kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. İsmail... Onun adı bile bir elektrik çarpması gibi beynimi yaktı. O yakınlaşmamızın üzerinden henüz üç gün geçmişti; üç gün! Ve hâlâ o gecenin hatırası gözlerimin önündeydi, dudaklarının kenarındaki hafif gülümseme, o bakışlar... Bir yandan Eleni'nin söyledikleri, diğer yandan benliğimi sarsan sorumluluk duygusu arasında sıkışmıştım. İşim... Abim... İsmail... Hepsi karma karışık bir ağ gibi etrafımı sarmıştı. Hızlı hızlı yürümeye başladım, adımlarımın sesi boş koridorda yankılanıyordu. Her adımda kafamda bin türlü senaryo dönüyor, ama hiçbirinin gerçek olabileceğine kendimi inandıramıyordum. "Bu iş... bu iş benim elimde, ben halledeceğim," diye kendi kendime mırıldandım. Sözlerimin boş olduğunun farkındaydım ama kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. İsmail'i böyle bir oyunun içine çekmek... Düşüncesi bile başımı döndürüyordu. Ama bir yandan da merak ediyordum: Acaba o da benden bunu bekler miydi? Yoksa hiç umursamayacak mıydı? Adımlarım balkona ulaştı. Derin nefesler alıp verirken Hakkari'nin rüzgârını hissettim, uzak köylerin sessizliği içinde içimde hem hüzün hem de sorumluluk vardı. Yozgat uzak, yeni ve bilinmezdi... Silkelenip kendime gelmeye çalıştım. Az önce sevgili yeğenimin aklıma soktuğu tilkileri def ettim. Bu işi kendi çabamla halledecektim. ^^^ Sabahın erken saatlerinde kalkmıştım. Yapmam gereken son vizite kalmıştı; Aladağ Köyü. Yıllardır alıştığım o rota. Yola çıktığımda sabah güneşi vadinin üzerinden yeni doğuyordu. Araç sağa sola yalpalarken başımı cama yasladım, bir yandan yolun keskin virajlarını izliyor bir yandan tayin kararının kafamı sıkıştıran ağırlığıyla savaşıyordum. 'Gidersem hastaları kim takip edecek? Hamile Meryem'in durumu ne olacak? Mustafa amcanın ilaçları? Ben gitmezsem kim bakacak onlara?' İçimde sürekli dönen bu sorular kalbimı sıkıştırıyordu. "Belki bir dilekçe... belki bir erteleme..." diye geçirdim içimden, ama sonra derin bir nefesle bu umudu da bıraktım. Karar kesin gibiydi. Herkes "hayırlısı" diyordu ama bana göre hiçbir hayır yoktu. Köye vardığımda çocukların neşeli çığlıklarıyla karşılandım. Onları görünce içimdeki düğüm bir an gevşedi. Ev ev dolaşıp vizite yaptım, tansiyon aldım, aşı takvimine baktım, yaşlıların ilaçlarını yeniledim. "Gidecek misin Fadime?" Bacaklarıma sarılan 7 yaşındaki Memo'yu görünce gözlerim istemsizce doldu. Anlaşılan haberim, benden önce gelmişti. Dudaklarımda bir tebessüm olurken başını okşayarak, bacaklarımı büktüm ve Mehmet'in yanına eğildim. "Daha kesinleşmiş bir şey yok Memo'cum." "Gitmeyesin Doktor Hanım, sensiz biz ne yaparız." Hasan amcaya dolu gözlerle bakarken bir cevap verememiştim. Sahi ben bu insanları nasıl bırakacaktım? Köylüler her zamanki gibi çay demleyip beni ağırlamak istiyorlardı ama içten bir gülümsemeyle "Bugün biraz acelem var" diyerek vedalaştım. Aslında acele ettiğim bir şey yoktu, acele eden sadece içimde ki huzursuzluktu. Dönüş için sağlık ocağının önüne geldiğimizde jandarmanın bizi alacak aracı gecikmişti. Dağlardan gelen soğuk rüzgâr yüzümüzü keserken uzaktaki sisli tepeleri izlemeye başladım. Kalbimde tuhaf bir sıkışma vardı; sanki geleceğim bana görünmez bir el gibi işaret ediyordu. Tam o sırada, önce köye yakın yamaçlardan gelen tuhaf bir uğultu duyduk. Ardından iki köpek havlamaya başladı. Kadınlar kapı önlerinden çekildi, çocuklar bir anda sessizleşti. Önce rüzgâr sanmıştım ama değildi. Sonra bağırışlar yükseldi. Bir patlama sesi duydum, sonra bir tane daha... İçimi en derin yerinden soğuk bir ürperti kapladı. Ne olduğunu anlamak için başımı çevirdiğimde köyün girişinden siyah siluetler belirdiğini gördüm. Nefesim kesildi. Her şey birkaç saniye içinde oldu; bağırışlar, kapıların kapanması, erkeklerin; çocukları içeri sokma çabası, daha sonra birden duyulan sert bir emir sesi. "Kimse kıpırdamasın!" On, belki on bir silahlı adam köy meydanına doldu. Refleksle sağlık ocağının kapısını kapatmak istedim ama kapı tam kapanmadan biri tekmeyle kırdı. İçeri giren maskeli adamın bakışlarını yüzümde hissettim. "Doktor musun sen?" dedi biri, öfkeyle yanıma geldi ve kolumdan çekmeye çalıştı. Cevap veremedim. Algılarım bir anda kapanmıştı ama çabuk toparladım. Kalbim hızla çarptı ama dizlerimin titremesine izin vermedim. O an ne yapacağımı biliyordum; kaçmayacaktım, korkmayacaktım. Geri adım attım ama gözlerimi ondan ayırmadım. "Çocuklara, yaşlılara dokunmayın!" dedim, sesim sertti. Adam, elini uzatıp kolumdan yakaladı ve beni dışarı sürükledi. Yere çakılan toprak kokusu burnuma dolarken dizlerim titredi. Köy meydanında aynı şekilde diz çöktürülmüş birkaç kişi daha olduğunu gördüm. Teröristler insanları bir araya topluyordu. Kalbim bedenimden çıkacak gibi çarpıyordu ama yine de en önde duran küçük kız çocuğuyla göz göze geldiğimde korkumu bastırmaya çalışıyordum. Silahlı adamlar bağırıyor, köylüler çaresizlik içinde sessizce titriyordu. Bir tanesi bana dönüp kabaca silahını salladı. "Doktor! Sen bize lazımsın. Sakın ses çıkarma." Yutkundum. Nefes bile almak istemiyordum. Oyalamalı, vakit kazanmalıydım. Jandarmalar neredeydi? "Elimi bile sürmem size." dedim, bakışlarımı maskenin altından görünen gözlerine sabitlerken. Adam sinirlendi, silahın namlumusu başıma sabitlerken "Ne diyorsun sen? Eceline mi susadın?" dedi. Ben adım adım ileri çıktım, ellerim kontrolümde, dik duruyordum. "Ben korkmam. Silahınızı bana doğrultmaya devam edin, pişman olursunuz. Hemen geri çekilin!" Gülümsedi, ama gözlerindeki tereddütü gördüm. Devam ettim, "Siz korkak olduğunuzu biliyorsunuz. Ben buradayım çünkü; insan hayatını korumak için varım. Eğer bana veya bu köylülere zarar verirseniz, sonunuz kötü olur. Bunu bilmenizi istiyorum." Omuz silkti, öfkeyle bağırdı, ama ben pes etmedim. Bir adım daha attım, sesi buz gibi keskin: "Delilik, korkunun tam tersidir. Ve ben deliyim; çünkü korkmuyorum." Başa çıkılamaz bir cesaretim vardı. Yoksa bu 12 şerefsize karşı bir kişiyken, onlara karşı gelmemin başka bir açıklaması olamazdı. 'Allah aşkına bu jandarmalar nerde kalmıştı?' Derken, arkadan dağılarak gelen ekipleri görmüştüm. Belli etmedim. "Cesaret hapı mı içtin doktor sen? Beynini mi patlatayım istiyorsun?" Silahlarını doğrulttular ama ben ellerimi yavaşça kaldırdım, gözlerim onlardan kaçmadı. "Atış yapmaya hazır mısınız?" dedim omuzlarımı silkerken. "Ben hareket etmem ama bir adım atarsanız, bu köyde kimse sağ kalmaz. Karar sizin." Zaman durmuş gibiydi. Rüzgâr bile esmez oldu. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Kalbim sanki boğazıma tırmanıyordu. Bir anda aynı anda telsizlerinden aynı sesler yükselmeye başladı. Yüzleri korkuyla gerildi. "Devlet geliyor!" diye bağırdılar. O an panikleri büyüdü. Tam o sırada da uzaktan helikopter sesi, sonra megafondan yükselen komutlar duyulmaya başlandı. Adamlar panikle ateş etmeye başlarken, mermiler taşlara çarparak etrafa saçıldı. Ortalık bir anda mahşer yerine döndü. Teröristler var gücüyle sağa sola ateş ediyor, buldukları ilk yere saklanıp karşılık verirken, birkaçı çoktan dağ yoluna kaçıyorlardı. Teröristlerden biri beni kolumdan sertçe çekip önüne siper alarak etrafa ateş etti. "Sen bizimle geliyorsun!" Direndim. Attığım her adımda toprağı ittiyordum. Birazdan geberip gideceğini biliyordum. Hem rahattım hem de korkuyordum. Cevap vermedim. O ileri atıldıkça ben geri atılıyordum. "Doktor zorluk çıkartma!" dedi, olduğu yerde kalıp silahın namlusunu şakağıma dayarken. Başımı geriye atıp silahına baktım. Gördüklerimle dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sık ula yüreksuz." Dayanamamış ikinci kanala geçmiştim. Sabır da bi yere kadardı. Silah eğitimimi, dövüş eğitimlerimi abim bize daha küçükken öğretmeye başlamıştı. Bilgiliydim bu konuda. Omuzlarımı geriye atıp göğsümü kabartırken oldukça rahattım. Acaba bu salak silahının şarjörünün boş olduğunu ne zaman fark edecekti? Koçari'nin hakkını vermem gereken saatlerdeydik. Karın boşluğuna sert bir dirsek attım. Boşluğundan faydalanıp elinde ki silahını kıvrak bir hamleyle alıp tekrar ona doğrulttum. "Çök ulan yere!" Karnını tutarak dikelmiş bir kaç adım ilerimde bekliyordu. "Senle çok iyi anlaşacağız doktor. Bizim oralara senin gibisi lazım." "Ulan şifam o dağlarda olsa, yine etmem vatanıma ihanet!" Sonra bir şey oldu. Kulaklarımı sağır edecek bir çınlama koptu. Karşımda ki teröristin alnında koca bir delik açıldı ve yere yığıldı. Omuzumun üzeri yanıyordu. Birkaç saniye leşine bakarken ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ben ateş etmemiştim çünkü şarjörü boştu. Başımı acı hissettiğim omuzuma doğru eğdiğimde çoktan kırmızıya kaplandığını gördüm. N'oluyordu? Bacaklarım gücümü taşıyamayacak gibi oldu. Kulağımdaki çınlama gitmiyordu. Dengem bozuldu. Sanırım şoka girmiştim. Dizlerimin titrediğinde kendimi yere bıraktım. Tam o anda arkamdan "Doktor hanım! İyi misiniz?!" diye bi ses duydum. Diz kapaklarım yeri bulurken, bir çift kol bedenimi sararken düşüşümü yavaşlattı. "Doktor Han- Fadime!"dedi gür bir sesle. "Senin burada ne işin var?" Bakışlarımı kaldırdığımda bir çift mavi gözle karşılaştım. Kaderin cilvesi bu olsa gerekti. Dudaklarım titriyordu. Bütün vücudum uyuşmuştu. "Çocuklar..." diyebildim sadece. "Çocukların hepsi güvende," dedi eliyle saçlarımı düzeltirken. "Sen iyi misin Fadime? Kendini nasıl tehlikeye atarsın?! Fadime bir cevap ver!" "İyiyim ben... bir şeyim yok." dedim kesik kesik. Adrenalin vücuduma fazla gelirken gözlerim kapanmaya başladı. Hatırladığım son şey beni kucağına alırken sayısız özürler dileyen İsmail Furtuna'ydı. ^^^ Göz kapaklarım ağır bir perde gibi aralandığında önce ışık vurdu yüzüme, sonra antiseptiğin keskin kokusu. Başım dönüyordu, midem bulanıyordu. Neredeyim...? Bir an hatırlayamadım. Tavanın beyazlığı gözlerimi yaktı. Kolumdaki iğne, omzumdaki yanma... Yavaş yavaş her şey yerine oturdu: hasteneye getirilmiştim. . Servisin steril kokusu, yatağın bembeyaz çarşafları, omuzumda duyduğum acı, hepsi gerçekti... Ama bana gerçek gelmiyordu. Hâlâ köyün soğuk toprağını hissediyordum sanki. Derin bir nefes aldım. Tam doğrulmaya çalışacakken sol yanımda bir gölge hareket etti. Gözlerimi oraya çevirdim. Oradaydı. İsmail Furtuna Üniforması hâlâ üzerindeydi. Üzerinde hâlâ benim kanımın olduğu üniforması. Sandalyeye oturmuş, öne eğilmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, avuçlarını birbirine kenetlemişti. Üniformasının omuzları kir içindeydi, sanki saatlerdir aynı pozisyonda kalmış gibiydi. Benim gözlerimi açtığımı fark edince başını yavaşça kaldırdı. Söyleyecek bir şey bulamamıştım çünkü; onu başımda beklerken bulmayı beklemiyordum. Bir asker yüzü nasıl olur? Sert. Düz. Duygusuz. Ama onunki öyle değildi. Gözleri kıpkırmızıydı. "Sonunda..." dedi, sesi çatallaşmıştı. "Kendine geldin." Boğazım kuruydu, kelimelerim çıkmadı. Sadece ona baktım. O kadar çok şey söylemek istiyordum ki... Hiçbirinin cümlesi yoktu. O ise gözlerini benden hiç ayırmadı. "Doktorsun evet, ama kahraman değilsin," dedi. Birkaç saniye gözlerini kapatıp bekledi ve ardından tekrar açtı. "Aklını mı kaybettin sen? Şerefsize meydan okumak ne? Ya sana bir şey olsaydı?!" Kendini sakinleştirmeye çalıştığını görebiliyordum. Bir nefes daha almaya çalıştım. Omzum zonkladı, yüzümü buruşturdum. O anda sandalyesi gıcırdadı, bana daha yakın geldi. Sanki hareketlerinden utanıyormuş gibi bakışlarını bir an kaçırdı. "Öldürecektin kendini." Bu sefer öfke yoktu sesinde, sadece kırılmış bir yer vardı. Söylediklerini alaya aldım gülümseyerek. Omuzlarımı hareket ettirecektim ama sızlayınca bumdan vazgeçtim. Masumane olduğuna inanmak istediğim tebessümümü ona gönderirken, "Ama silahı boştu," dedim. "Sabır, sabır ahan da taştı sabrım!" Mümkünmüş gibi oturduğu yerde üzerime daha çok eğildi. "Kızım silahı geç, ya başka bir şey yapsaydı?" Az önceki ifademi yüzümden hemen silerken, bakışlarım anında sertleşmişti. "Ben, kimseyi orada bırakamazdım," diyebildim nihayet. Çenesini sıktı. "Bırakma ama kendini de tehlikeye atma!" "Tamam, bir şey olmadı ama, iyiyim." dedim telkin etmek için. Bu konuyu artık konuşmak istemiyordum. "Ama olamayadabilirdin!" diye bağırdı hiddetle. "Kucağıma yığıldığında, aklım başımdan gitti. Önlüğün kırmızıya boyanmıştı, başka bir yaralanman oldu sandım, omuzundan vurulduğunu anlayamadım." Aynı hızla sesi öyle bir düştü ki, neredeyse fısıltıya döndü. "Bir saniye bile, seni kaybedebileceğimi düşündüm." dedi. Kalbim göğsümün içinde tekledi. Elini uzattı ama dokunmadı. Sanki değerse kırılacakmışım gibi ürküyordu. "O an," dedi, "Dünyanın bütün gürültüsü kesildi. Sadece senin nefesini duymaya çalışıyordum." Gözlerimi kapattım bir an. İçimde bir ağrı değil, başka bir şey büyüdü. Yıllardır kaçtığım o şey. Gözlerimi açtığımda o hâlâ sadece bana bakıyordu. Sessiz, yorgun, gerçek. "İsmail..." dedim. Artık susması için. Şimdi gerçekten hiç sırası değildi. Beni anladı. Başını eğip gözlerimi yakaladı. "Buradayım," dedi. "Seni bırakmam." ^^^ İsmail, üzerini değiştirmek için gidip geleceğini söylemiş ve yanımdan ayrılmıştı. Gelse mi iyiydi, gelmese mi iyiydi bilmiyordum. Hangisi benim için daha iyi olur onu da bilmiyordum ama sanırım burada yalnız kalmaktansa, yanımda tanıdığım birini istiyordum. Bu yüzden sadece başımı sallamış ve 'Tamam.' demiştim. Önce odamın kapısı tıklatılmış ardından içeri Başhekimimiz Serhat Bey girmişti. Elinde dosya vardı. Dosyayı yanıbaşımdaki komodine bıraktı. Hareketlerini izledikten sonra gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım. "Daha iyi misiniz Fadime Hanım." Başhekimimiz Serhat Bey'i severdim. Oldukça disiplinli bir adamdı. Oturduğum yerde biraz daha dikelirken, Serhat Bey, "Lütfen, bozmayın rahatınızı." dedi. "İyiyim Hocam, sağ olun." Yanıbaşımda ki dosyaya üstten bir bakış attığımda 'Sağlık Bakanlığı' ibaresini görünce zaten olmayan keyfim de iyice kaçmıştı. "Gitmek istemiyorum..." dedim kısık ama kararlı bir sesle. "Bugün orada ölüyorduk. O insanlar beni bekliyor. Bırakamam. Gitmek istemiyorum." Serhat Bey iç çekti. "Fadime.. Yaşananlar sonrası rapor tutuldu. Zorunlu ataman yeniden değerlendirilecekmiş. Ertelenebilme ihtimali var." Gözlerimden yaş süzüldü ama bu defa korkudan değil; derin, ağır bir rahatlamadan. Başıyla küçük bir onay verdi. Yüzümde bir tebessüm oluşurken devam etti. "Bu sadece bir ihtimal Fadime. Başına gelenlerden sonra öne de çekebilirler. Şu an net bir şey söyleyemiyorum ama her iki sonuca da hazırlıklı ol." Yüzümdeki son umut kırıntısı da yerle yeksan oldu. "Ben dönmek istiyorum... O köye." dedim. Son günlerimde hastalarımla vakit geçirmek istiyordum. "Bunlar sonra düşünülecek şeyler. Sen şimdi dinlenmeye bak. 10 gün izinlisin. Kolunu da sarmışlar zaten. Hastanede çok bir işin olacağını düşünmüyorum. Geçmiş olsun." "Sağ olun Hocam." Serhat Bey başıyla onaylayarak çıktı. Kapı kapandığında başhekimle birlikte odanın içindeki hava da çekilmiş gibi oldu. Sanki odanın bütün oksijeni onunla birlikte dışarı süzülmüştü. Bir an başımı eğip ellerimi yüzüme kapatmayı denedim ama olmadı. Boğazımdaki düğüm hâlâ çözülmemişti. Odanın içi sessizleşti. Floresan ışıkları hâlâ titreşiyordu. Ama içimdeki fırtına gittikçe büyüyordu. Koridordan ayak sesleri duyuldu. Tanıdık, hızlı ama kararsız adımlar... İçeri biri girdiğinde bakmaya cesaret edemedim. Kokusu sesinden önce gelmişti. "Fadime..." İso'nun sesi. Yumuşak değil, kırık. Çatlak bir yerden çıkmış gibi. Başımı kaldırdığımda kapının eşiğinde duruyordu. Islak saçları, saçlarını bile kurutma gereği duymadan direkt yanıma geldiğini gösteriyordu. Gözleri başhekimin az önce yanıbaşımdaki komodine bıraktığı dosyaya kaydı, sonra bana. Kaşları çatılmıştı. "Biraz önce konuştuklarınızı duydum." dedi, sesinde hem öfke hem bir çeşit sitem. "Neden bana söylemedin?" Sırtımı başlığa yasladım, derin bir nefes verdim. "Neyi söylemedim?" "Sen bunun cevabını çok iyi biliyorsun Fadime!" Sesindeki sitem yumruk gibi geldi bana. Hiçbir şey söyleyemedim. İso kaşlarını hafifçe çatıp bana bir adım yaklaştı. "Neden haber vermedin?" Omuzlarım düşerek bir nefes verdim. "Çünkü daha net değil. Başhekim kesin konuşmadı." "Net olup olmaması değil mesele." dedi, gözlerini kaçırmadan. "Biz aynı ilde çalışıyoruz. Mesleklerimiz farklı olsa da , zorluklarımız aynı. Birbirimizi en iyi anlayacak iki insanız. Ama ben her şeyi koridordan duyuyorum." "Çünkü... emin değildim. Bir umut vardı belki ertelenir diye. Sana söyleyip seni de boş yere meşgul etmek istemedim." Söylediklerimde yalan yoktu. Bir ara gerçekten İso'ya bu durumdan bahsetmek istemiştim ama bundan hemen vazgeçmiştim. İso kaşlarını daha da çattı, bir adım daha attı bana doğru. "Beni meşgul etmek istemedin öyle mi? Fadime, sen zorunlu atama almışsın. Üzerine de bunlar yaşandı! Ben bunu bir başhekimin ağzından duyuyorum." "Daha kesin değil." dedim, istemsizce savunmaya geçerek. "Kesin olup olmaması değil mesele!" dedi sesini yükseltmeden ama gerginliği saklamadan. "Bunu bana söylemeyecek kadar mı yabancı olduk?" Bir an boğazım düğümlendi. "İsmail... Bu benim yüküm. Zaten kafam karmakarışık. Her şey üst üste geldi. Seninle bunu konuşmaya cesaretim yoktu." Bak İso'c*m, Elenim bana 'Git İso'yla evlen, ha o uşak da orada çalışıyor ataman iptal olur' dedi bu yüzden hadi evlenelim diyecek halim de yüzüm de yoktu. Gözlerini kapattı, çenesini sıktı. "Cesaretin yoktu, anladım. Demek beni bu kadar ayrı bir yere koyuyorsun." Ona bakamadım. Çünkü haklıydı. İso yavaşça yaklaştı, masanın kenarına yaslandı. "Fadime... O köye geri dönmek istediğini duydum. Başhekime söyledin. Neden?" Kelimeler boğazımda dönüp durdu. "Çünkü hastalarımı yarım bırakmak istemiyorum. Son günlerimde... kendimce vedamı etmek istiyorum." Bir adım daha yaklaştı, sesi alçaldı. "Ya sana bir şey olursa? Daha bu sabah... Seni öyle görünce..." Yutkundu. Gözlerinden geçen korkuyu ilk kez saklamadı. "Ben seni bir daha o halde bulamam. Anlıyor musun?" Gözlerim doldu. "Ben de kaçmak istemiyorum artık. Korkarak yaşamak yoruyor insanı." İsmail'in sesi bir anda kırıldı. "Peki neden benimle paylaşmadın? Neden birlikte karar vermiyoruz biz hiçbir şeye?" Sözleri içimi acıttı. "Çünkü artık birlikte karar verecek bir 'biz' olduğunu düşünmüyorum İsmail." İso'nun nefesi kesildi. Sanki yumruk yemiş gibi bir adım geri çekildi. "Fadime.. Ben seni böyle hissettiren ne yaptıysam, keşke geri döndürebilsem." Birkaç saniye sessizlik çöktü. Sonra fısıltıyla ekledi: "Sen hâlâ benden kaçıyorsun. Ama ben seni bırakmadım." Gözlerimi kaçırdım. "Bırakmadığın için değil... Korktuğum için söyleyemedim." İso'nun sesi titredi. "Benden mi korkuyorsun?" "Hayır." dedim hemen. "Senden değil... Kendimden. Bir daha aynı acıyı yaşamaktan." İso yavaşça yanıma yaklaştı, sesini iyice alçalttı. "Bırak, bu sefer birlikte taşıyalım." Tam konuşacakken kapı tıklatıldı. İsmail geri çekildi, yüzündeki kırılganlık bir anda kayboldu; yerine sert bir maske oturdu. Ama sözleri, odaya yayılan sessizlikte hâlâ yankılanıyordu. "Bana söylemediğin her şey... aslında en çok seni incitiyor Fadime." Kapıya doğru dönerken bile bakışları üzerimden düşmedi. Ama artık ne eski sevgili gibiydik, ne yabancı. Arada sıkışmış, ayakta kalmaya çalışan bir şeydi bizimki. •••• X: Busdeva
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD