Cam Fanus ve Çürüyen Utanç

463 Words
​Serap, gözlerini araladığında tavan bembeyazdı; tek bir damla leke, tek bir çatlak bile yoktu. Dışarıdaki gürültü kesilmiş, yerine kesik kesik çıkan makine sesleri ve ayak seslerinin yumuşak vuruşu gelmişti. Burası "Mekân"ın dumanlı, gürültülü dünyası değildi. Burası Alman Hastanesi’ydi. ​İlk hissettiği şey, omuzlarında değil, ruhunda biriken ağırlıktı. On gün boyunca bir hayat çizgisine bağlı kalmıştı. Geriye dönük anıları, bulanık, ama keskin hatlarla zihnini tırmalıyordu. ​Ege, onu yavaşça tüketiyordu. İlişkileri, Serap’ın naifliğini ve mecburiyetini sömürmek üzerine kuruluydu. Başlangıçta övgülerle başlayan ilgi, kısa sürede talimatlara dönüşmüştü. Serap, o karanlık gecelerde, vücudunun bir mal, bir metadan farksız olduğunu hissettiği anları hatırladı. Ege’nin onu tanıdığı 'önemli' kişilere sunduğu o anlamsız, boş sohbetler... O kişilerin bakışlarındaki soğuk sahiplenme... Her dokunuş, Serap’ın kendi değerinden bir parça daha koparıyordu. O, özgürlüğünü satın almak için en değerli varlığını, kendilik saygısını rehin vermişti. ​Bir keresinde Ege, yüksek bir masada oturan, kel ve gözleri buz gibi bir adama onu işaret etmişti. "Serap, ne kadar da zarif, değil mi? Tam bir hanımefendi." Adamın bakışı, Serap'ın en derin noktasına kadar inmiş, onu çıplak bırakmıştı. O gece, Serap’tan istenen, sadece masada durmak, gülümsemek ve o adamın ellerinin bedeninde izinsizce gezinmesine izin vermekti. Aldığı yüzlerce liralık bahşiş, elinde bir utanç fişi gibi yanıyordu. ​Serap, kendi kendine mırıldandı: "Bu benim seçimimdi. Özgürdüm." Ama sesi inandırıcı değildi. Özgürlük, bu muydu? Kendi bedeninin yabancısı olmak mı? ​Yatağında doğruldu. Kolunda serum iğnesinin bıraktığı morluk, o gecenin bir kanıtıydı. Doktor, 'Aşırı yorgunluk ve sistemin çökmesi' demişti. Ama Serap biliyordu; onu çöktüren ne alkol ne de uykusuzluktu. Onu çöktüren, yaşadığı yalan ve her geçen gün ruhunu çürüten ilişkiler ağıydı. ​Hastanede geçirdiği o on gün, Serap için bir cam fanusun içiydi. Dış dünya yoktu. Sadece bembeyaz duvarlar, taze hava ve zihninde yankılanan gerçekler. Eski evi, ailesinin baskısı, Ege, Mekân... Hepsi, yavaş çekim bir film şeridi gibi geçiyordu. Ailesinden kaçmıştı ama daha kötü bir prangaya girmişti; bu seferki pranga, dışarıdan görünmüyordu. ​Bir hemşire geldi, sessizce kolundaki iğneyi çıkardı. "İyi haber Serap, yarın taburcusun." ​Bu haber, Serap'ın kalbinde ne sevinç ne de korku yarattı. Sadece bir dönüm noktası hissi uyandırdı. Yatağın kenarında otururken, pencereden İstanbul’un sisli, gri silüetine baktı. Şehir, onu dışarıda bekliyordu. ​Birinci yol: Ege’nin arayacağını, o karanlık cazibenin onu tekrar çekeceğini biliyordu. Kolay para, geçici uyuşma, kendini kandırma. Karanlıkta kalmak. ​İkinci yol: Bu hastane odasındaki sessizlikte bulduğu kırık parçalarını toplamak. Acıyı kabul etmek. Yeniden başlamak, sıfırdan, acı verici bir dürüstlükle. Işığı bulmak. ​Serap, yatağın yanındaki komodinin üzerindeki küçük, ucuz aynayı eline aldı. Kendi gözlerine baktı. O gözlerde artık ne eski evin korkusu ne de özgürlüğün coşkusu vardı. Sadece yalnız, yorgun bir kararlılık parlıyordu. ​"Yeter," diye fısıldadı. Bu, ailesine, Ege'ye ve her şeyden önemlisi, kendisine söylenmiş bir sözdü. ​Hastaneden çıktıktan sonra hayatı iki yola ayrılmıştı: ​Biri karanlıkta kalmak, diğeri ışığı bulmak…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD