Karaköy, Hamileliğin Beşinci Ayı
Serap’ın karnındaki sır, artık sadece bir mide bulantısı değil, inkâr edilemez bir şekil alıyordu. Bedenindeki her değişim, Ege’nin onu karanlığa çektiği o kısa, zehirli dönemi hatırlatıyordu. Ancak Serap’ın korkusu, yavaş yavaş kutsal bir kararlılığa dönüşüyordu. Bu bebek, karanlık bir geçmişin sonucu değil, Serap’ın aydınlığa ulaşma iradesinin somut bir meyvesiydi.
Hasan Usta, Serap’ın en büyük destekçisiydi. Çay ocağının arka odasına, Serap’ın ders çalışabileceği ve dinlenebileceği küçük bir sedir yerleştirmişti. Serap, artık gündüzleri daha az yoruluyor, akşamları ise Açık Öğretim derslerine daha sıkı sarılıyordu. O, bebeğine, satın alınamayan bir geleceğin kapısını açmak istiyordu.
Serap içinden şu cümleleri geçirdi: “Benim ailemden kaçışım bir hataydı. Ege’nin ağına düşüşüm bir felaket. Ama bu bebek… O ne hata ne de felaket. O, benim son şansımdır. Ben kirlendim, ama o temiz kalacak. Tıpkı Hasan Usta’nın çay ocağının buharlı penceresinden görünen, puslu ama her zaman orada olan o ilk ışık gibi.”
Hasan Usta, Serap’ın hamileliğinden kimseye bahsetmemişti. Ama çay ocağının müdavimleri, Serap’ın yumuşayan hatlarını, kabanının altındaki büyümeyi fark ediyorlardı. Kimse soru sormuyordu, zira Hasan Usta’nın Serap’a olan koruyucu tavrı, herkesi suskunluğa itiyordu. Serap, bu sessiz kabulde, ailesinin yıllarca ondan esirgediği huzuru buluyordu.
Ege’nin Gözlemi ve Saplantısı
Ege, Serap’ı rahat bırakma sözünü tutamamıştı. Artık "Mekân"ın gürültüsü ve yapay ilgisi, Ege’ye anlamsız geliyordu. Otomatikleşmiş, içi boş hayatının tam ortasında, Serap’ın o Doğudan gelen direnci ve otantikliği, Ege’nin ruhunda derin bir boşluk yaratmıştı. O, Serap’a sahip olamamıştı ve bu, onun için yıkıcıydı.
Ege, lüks arabasını Serap’ın kursa gittiği sokaklara park ediyor, onu uzaktan izliyordu. Serap’ın kalın kabanına dikkat kesilmişti. Yürüyüşü değişmişti. Yüzündeki yorgunluk, o eski seksapelden sıyrılmış, yerine daha olgun, daha asil bir ifade gelmişti.
Bir gün Ege, Serap’ın bir eczaneden çıktığını gördü. Eczacının Serap’a dikkatli olmasını söyleyen sesini net duyamadı ama Serap’ın elindeki vitamin kutusunu fark etti. O an, Ege’nin zihninde dehşet verici bir şüphe belirdi.
Ege, hızla arabayı kenara çekti ve hemen ardından bir telefon görüşmesi yaptı.
Ege: “Hastaneden Serap’ın kayıtlarını tekrar kontrol et. Ne zaman taburcu olmuş? O zaman dilimi içinde benimle kimlerle görüştü, biliyorsun. O sırada, kimlerle… yakınlık kurdu?”
Telefonun diğer ucundaki ses, rahatsız edici bir kesinlikle cevap verdi: “Biliyorum Ege. Senin talimatındı. Üç farklı kişi. Ama… neden soruyorsun?”
Ege: (Sesi titrek, soğuk bir pişmanlık ve korkuyla) “Serap… Serap’ın hamile olduğundan şüpheleniyorum. Ve eğer… Eğer öyleyse, benim bilemediğim bir şey var. Ve bu benim... Benim malımdı.”
Ege, Serap’ı kaybetme korkusunun değil, Serap’ın karnındaki masumiyetin, karanlık geçmişlerinin bir yansıması olması ihtimalinin korkusuyla yüzleşiyordu. Bu bebek, Ege’nin kendi günahlarının kanıtı olabilirdi.
Anne ve Mentor
Serap, hamileliğinin getirdiği hassasiyetle ders çalışıyordu. Hasan Usta, ona bir fincan bitki çayı getirdi.
Hasan Usta: “Okul nasıl gidiyor kızım? Başını çok yoruyorsun. Bebeği de düşünmelisin.”
Serap: “İyi, Usta. Matematik zorluyor ama başaracağım. Bu bebek için. Ben, ondan kaçtım ama o hep peşimde olacak. O yüzden, ona iyi bir anne olmalıyım.”
Hasan Usta: “Oğlum, annen baban kimdi senin? Yani, hangi şehirde yaşadın? Orayı bana biraz anlatsana. Serap’ın o gözlerindeki hüzün, sanki bir dağ manzarası kadar derin.”
Serap, derin bir iç çekti. Artık Hasan Usta'ya yalan söylemek zorunda değildi.
Serap: “Ben… Van’ın o soğuk ama güzel topraklarındanım, Usta. Babam sertti, sevgisizdi. Annem ise korkaktı. Sürekli el âlem ne der diye yaşardı. Benim kaçma sebebim, sevgisizlikti. Bir de o istemediğim nişan… Bizi o kadar baskıladılar ki, ben o duvardan kurtulmak için en kötü yola saplandım.”
Hasan Usta: “Van… Oranın gölü meşhurdur derler. Derin ve temiz. Sen de öylesin Serap. Derin ve temiz. O utanç, o karanlık, seni kirletmedi. O sadece seni test etti. Ve sen, bu testi geçtin. Şimdi o bebekle, kendi Van Gölü’nü yaratacaksın.”
O sırada, kapı açıldı. İçeriye giren, ne Ege ne de bir müşteriydi. Ege’nin kirli işlerini halleden, soğuk ve iri yarı bir adamdı. Adam, doğrudan Serap'ın masasına yürüdü.
Ege’nin Adamı: “Serap’mışsın. Patron (Ege), seninle acil konuşması gerektiğini söyledi. Onun için önemli. Hemen gelmen gerekiyor. Taksisi dışarıda bekliyor.”
Serap’ın kalbi göğüs kafesinde kramp geçirdi. Ege, onun hamileliğinden haberdar mıydı? Yoksa bu sadece bir tehdit miydi? Serap, koruyucu bir refleksle karnını tuttu.
Serap: (Sesi çelik gibi) “Hasan Usta’ya söylemeden bir yere gitmiyorum.”
Hasan Usta, mutfaktan elinde bir bıçakla çıktı. Gözleri ne Ege’nin adamında ne de Serap’taydı. Sadece, korunması gereken kutsal bir şeye bakıyordu.
Hasan Usta: (Sakin, tehditkâr) "Ne işin var senin burada? Serap’ın patronu benim. Ne söyleyeceksen bana söyle."
Ege’nin adamı, Hasan Usta’nın bıçağına baktı. Hasan Usta’nın yüzündeki babalık öfkesine şaşırdı.
Ege’nin Adamı: “Patron sadece… bilmek istiyor. Bir şeyi. Sadece bir şeyi. Sizin için önemli. Bir kere konuşsa yeter.”
Serap, bu son yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Karanlık, son kez onu yakalamak için uzanıyordu. Ama o, artık karanlığın kızı değildi. O, ışığın annesiydi.
Serap: “Tamam. Gidiyorum. Ama Usta, sen de benimle geliyorsun. Artık yalnız değilim.”
Serap, karnındaki masum hayatı ve yanındaki yaşlı, bilge adamın desteğiyle, bilmediği bir geleceğe doğru adım attı. Gerçek yüzleşme, şimdi başlıyordu.