1. Gün...

2157 Words
Zafer Tunç... Elazığ'lı bir ailenin biri şehit, dört çocuğundan birisiyim ben. Adım Zafer, Zafer Tunç. Ağabeyim Demir; bundan tam beş yıl önce Suriye'nin kuzeyinde düzenlenen Barış Pınarı harekatı sırasında şehit oldu. O tarihte yeni üsteğmen olmuş ve bu haberi ona vermek için yolunu gözlemeye koyulmuştum. Sonra karaghtan çağırdılar, yarbay seni görmek istiyor dediler. Bana bu haberi getiren iki teğmen, başları önlerinde yarbayın odasına kadar eşlik etti bana. Yüzlerce askerin arasından Yarbay beni neden görmek isterdi ki? Aklıma gelen bir ihtimal vardı ama onu uzaklaştırmak, boşa çıkarmak için çetin bir çekişme yaşıyordum zihnimde. Odanın önüne getirdiklerinde çekildiler ardımdan. Anladım ki içeride ne varsa onunla tek başıma yüzleşmem gerekiyordu. Ciğerime ulaşmayan, beni doyurmayan bir nefes çektim içime. Elimi kaldırıp kapıyı nasıl çaldım, o kulbu indirip kapıyı nasıl açtım bilmiyorum. Hatırladığım tek şey; yarbayın beni ayakta karşılayıp karşımda selam durmasıydı. Bir de titrek sesinden duyduğum "vatan sağolsun" sözü. Ağabeyimin Ankara'ya getirilen naaşı ile birlikte bir kargo uçağına bindim. Yanımda bana refakat eden askerlerle birlikte sessiz bir yolculuk geçirdik. Bu sessizliğin annemin ağıtları ile kaybolacağını bilmek yüreğimi sıkıştırıyordu, hem de ne sıkışmak.. Ağabeyimin şehitliğe defnedilen naaşının ardından görevini yapan herkes dağıldı. Sadece anne babam ve kız kardeşlerim kalmıştı mezarın başında. Türk bayraklarının süslediği şehitlikte en taze bayrak ağabeyimin baş ucundaydı. O bayrakta ağabeyimin de kanı vardı artık. O gün orada bir yemin ettim ben. O kan bayrağı kızıla boyadığı ile kalacak ama asla yerde kalmayacaktı. Ağabeyimin kanını akıtan o hainlerden bu acının hesabını kat kat soracaktım. Şimdi ise dağlarda fırtınalar estiren bir yüzbaşıyım. İdlib'de konuşlu Türk birliklerinden birinin tim lideriyim. Fırtına timi benim timimim. Adını duyan herkesin ayazda kalmış gibi titrediği, PYD-YPG piçlerinin sıçan gibi kaçtığı bir tim. ... - Yine kaşlarını karartmış ne düşünüyorsun devrem? Kim girdi rüyana da uykunu böldü senin? Bu suratı biliyorum ben, uykusuz kalmışsın şerefsiz. - Siktirme belanı Cahit. Kaç gündür kız gibi televizyon izliyoruz burada. Ağzına sıçtığımın gevşekleri Survivor'daki kızların kıçını seyrediyor lan. - Anlaşıldı senin canın operasyon çekiyor. Bu kadar sessizliğin ardından çıkar mutlaka bir tane merak etme sen. O şerefsizler boş durmaz. - Yok mu lan istihbarattan ses soluk? Çıkmayacaksa biz çıkalım dışarı. İnelim şehre, in in dolaşalım. Elbet birisi kanına susamıştır. - He amına koyayım MSB de madalya takar o baş kaldıran çüküne kesin. Lan oğlum gözleri üzerinde zaten. En ufak bir hatanı bekliyorlar. Sen de kalkmış gözlerine iyice batmak için elinden geleni yapıyorsun. Dört senedir buradasın lan, aileni görmeye en son ne zaman gittin şerefsiz? - Yaşadığımı bilmeleri onlara yeter. - Bok yeter. Sen ne sanıyorsun lan? Annen uyuyabiliyor mu acaba yıllardır? Ya baban; ne zaman içine derin bir nefes çekti de huzurla oturdu kahvehanede? Kardeşlerin bile hayata küstü belki ama senin haberin yok. O kızlar en son üniversite okuyordu, ne haldeler şimdi, var mı sevdikleri birileri? Ulan oğlum hiç mi aklına gelmiyor seni görene kadar erteledikleri hayatları? Ağaç kovuğundan mı çıktın lan? İşin kaydın sadece hain öldürmek. Saydın mı kaç tane geberttiğini bu güne kadar? Kaç tane daha gebertirsen yeterli olacak senin için? - Karışma bana Cahit. Karışma oğlum. Lan her aklına estiğinde gelip benim aklımı sikecek misin böyle? - Canım çıkana kadar sikmeye devam edeceğim. Senin aklın ne zaman başına gelirse o zaman susarım. - Siktir git puşt. İki dakika çay keyfim vardı içine ettin. - Hee ben gideyim de deminden beri burayı kesen Elif Yüzbaşı gelip otursun karşına. Çok seversin aşko kuşko kızları. Kalkayım mı lan? - Seninki ölümü gösterip sıtmaya razı etmek piç. Sırıtma karşımda bak bu çelik maşrapayı enlemesine sokarım senin ağzına. - Lan oğlum saçıyla oynuyor sana bakarken acı len kıza. Bicik yüz versen ne olur sanki? - Git sen ver o yüzü pezevenk. - Aha gözün aydın. Geliyor senin haberci kuş. Belli ki operasyon sağlam, ağzı kulaklarında pezevengin. - Komutanım operasyon var. Albay bizi bekliyor. - Al işte, ne dedim ben sana? ... Ülkü Akalın... Anne ve babamın biricik kızıydım. Pardon; biricik projesiydim desem daha doğru olur. İşlerinden fırsat bulup da dünyaya getirdikleri çocuğa kendi hayallerini yükleyen, alanlarında oldukça başarılı iki bilim insanının ortak yapımı. Kulağa ne kadar da sıradışı geliyor değil mi? "Ülkü karnını doyurdun mu?" sorusundan önce "bugün kaç soru çözdün?" diye soran, bileğimin hakkıyla girdiğim sıralamada bir basamak geri düşünce büyük yıkım yaşayan, okulumu, alanımı seçerken büyük kavgalar edip boşanma aşamasına iki mükemmel ebeveyn... Bazılarına göre acınası bir hayat gibi gözükebilir. Ama inkar edemediğim yaklaşımları da var bana karşı. Hasta olduğumda karşımda göz yaşları içinde öz eleştiri yapan, içime kapandığımı düşündüklerinde götürdükleri psikoloğun öğretilerini harfiyen uygulayıp, bir aşamaya kadar beni kendi halime bırakmayı başaran özverili insanlar aslında. Ama huylu huyundan vaz geçmiyor maalesef. Bu kez dayatmalarını tatlı dille yerine getirmek gibi bir yöntem geliştirdiler karşımda. "Annecim çok zeki ve azimlisin. Neden bu yeteneklerin boşa gitsin?" ya da "Babacım sendeki analitik zeka değme tıp hekimlerinde yok. Bunu kullanmak seni çok iyi yerlere taşıyacak eminim. Biraz daha üzerine yoğunlaşamaz mısın?" Öyle ya da böyle geldiğimiz noktada kendimi, ülkenin en iyi tıp fakültesinden mezun, TUS'da derece yapan, uzmanlığını vaktinden önce bitiren bir genel cerrah olarak buluveriyorum. Yurt dışında kabul edildiğim bir üniversitede, iki yıldır minmal invaziv teknikler üzerine sürdürdüğüm ileri uzmanlık eğitimimi de geçtiğimiz ay itibari ile sonlandırmış bulunuyorum. İsyankar olduğum, yetişkinlikle ergenlik arasında sıkışıp kaldığım zamanlarda önüme sunulan hekimlik seçeneğini pek sevmesem de; şimdi olduğum yerden çok memnunum. Hatta hayatımın tamamını kapsayan bir öneme sahip olduğunu bile söyleyebilirim. 27 yaşında yeni yetme bir cerrah olarak girdiğim komplike bir Whipple ameliyatında dünyada ses getirecek bir başarıya imza atmamın sebebi belki de; benim bu güne kadar baskı olarak gördüğüm yönlendirmelerin ta kendisiydi. Bu aslında, anne ve babamın tutumunun ne kadar doğru bir yaklaşım olduğunun kanıtıydı. 19 yaşındaki bir pankreas başı kanseri vakasında hastanın hayatını kurtaran cerrahlardan biri olmak; geçmişime dönüp önünde saygı ile eğilmeme sebep oluyordu. Ameliyatın yankıları hala sürerken bir çok tıp dergisinden ard arda röportaj teklifi alıyordum. İçlerinden bir kaç tenesini annemin desteği ile seçip, kısıtlı zamanımdan onlara da vakit ayırmıştım. Her birinin ortak sorusu bu birikimin mimarlarının kim olduğuydu. İşte o anlarda bu soruyu göğsümü gere gere cevapladım. Her ne olursa olsun, benim bu günkü başarımın yegane mimarları bendeki yeteneği ortaya çıkarıp parlatan anne ve babamdı. Belki kardeşsiz, arkadaşsız, sosyal hayatı olmayan bir birey olarak büyümüştüm ama şimdi olduğum noktada bütün seçimler benim elimdeydi. Olduğum güçlü kişilik hayatı hakkında kararlar almakta, hesap vermemekte özgürdü. Artık babamla oturup tıp dünyasındaki gelişmeleri tartışıyor, annemin yaptığı çevirilerde tıbbi terimleri nasıl kullanması gerektiği hususunda yönlendirmede bulunabiliyordum. ... - Babacım davetiye sana da geldi mi? - Geldi kızım ama ben reddetmek zorunda kaldım. Beni çok güzel temsil edeceğini biliyorum. Bir konferansta iki Akalın başkalarının gözünü korkutabilir. İnsanların karnını ağrıtmak istemeyiz öyle değil mi? - İlerleyen yaşınıza rağmen ukala kişiliğinizden hiçbir şey kaybetmediniz Koray bey. Bunun sırrını bizimle de paylaşmak ister misiniz? - Sırrı çok basit. Üç kişilik bir Allstar takımındayım. Sırtımın kolay kolay yere gelmeyeceğini biliyorum. Öz güvenimin kaynağı bu. - Görüyorsunuz değil mi Emel hanım. İki dakikada bizi de yağlamayı ihmal etmedi. Hakikaten çok dişli bir manipülatör kendisi. Sizin gibi bir kadını nasıl kandırdığını artık daha iyi anlayabiliyorum. - Ah Ülkü, sen bakma babana. Öyle çok da matah kız tavlama yetenekleri yoktu onun. Benim de gönlüm olmasaydı zordu işi. Şimdi sanki her şey kendi başarısıymış gibi konuşmuyor mu bitiyorum bu hallerine. - Bak gördün mü kızım? Onu kızdırsam bile bana bitiyor. - Anlaşıldı. Seminere tek başıma gidiyorum. - Tek Türk hekim sen değilsin ama. Hacettepe Üniversitesinden bir meslektaşımız da orada olacak. Sen de yakından tanıyorsun; Orhan Önder hoca. - Iğğğ şu ukala bunak. - Ülkü, çok ayıp. - Ama öyle. Küçük dağları ben yarattım havalarında, kibir kumkumasının teki. Bakalım benim son girdiğim ameliyatı nasıl küçümseyecek? Kesin öyle saçma bir kulp bulur ki şaşıp kalırız. - Onu o zaman tartışırız ama o kadar otoritenin karşısında seni küçümseyebileceğini sanmıyorum. Çünkü seni tebrik etmek için eminim sıraya gireceklerdir. - Sen neden gelmiyorsun pekii? Neden son anda vazgeçtin baba? - Çalışmam için son aşamaya geldim biliyorsun. Yazılımdaki bir kaç pürüz de giderildi. Prototiple birkaç deneme yapıp çalışmamı sunmam gerekiyor artık. Bu çalışmanın kendileri ya da aile yakınları üzerinde denenmesini bekleyen bir çok insan var. Onları daha fazla bekletemem. - Anlıyorum babacım. Senin yokluğunu hissetmemeleri için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsin. Hatta yaka kartıma Koray Akalın'ın biricik kızı Ülkü Akalın yazdıracağım, nasıl? - Abartma istersen Ülkü. Orada sadece kendin olarak var olmanı istiyorum senden. Adının tek başına anılması gereken bir başarı yakaladın. Sen bizim kanatlarımızın altından çoktan çıktın güzel kızım. Artık benim adım anılırken Ülkü Akalın'ın babası olarak bahsedilmek istiyorum. Suriye'nin başkenti Şam'da düzenlenecek olan, ropotik cerrahideki gelişmeler konu başlıklı konferansa katılmak için valiz hazırlıyorum şimdi. Ülkenin bir kesimi yangın yeriyken; konferans için bir diktatörün hüküm sürdüğü Şam şehrinin seçilmesi gerçekten büyük bir ironiydi. Konferansı düzenleyen Dünya Sağlık Örgütü olduğu için ilk bakışta Suriye iç savaşına dikkat çekmek adına bu konferansın düzenlendiğini düşünmüştüm. Ancak; konferansa Beşar Esad hükümetinin sağlık bakanının da iştirak ediyor olması, hatta İngiltere de tıp eğitimi alan Esad'ında toplantıya görüntülü görüşme ile katılacak olması, Dünya Sağlık Örgütünün niyetini sorgulamaya itiyordu beni. Bir haftalık sempozyum için ufak bir valiz yeterince işimi görürdü. Her zaman az ve öz eşyanın insanı olmuştum ben. Kendime yakıştırdığım birkaç parçayı bir çok kez kombinleyebilir ve her seferinde harika işler çıkarmayı başarabilirdim. Annemin iddialarına göre hergün aynı şeyi de giyseniz, kombininizi süsleyen tek bir parça sıradanlığı yok edebilirdi. Bu bazen bir gözlük, bazen bir fular ve bazen de basit bir saç tokası bile olabilirdi. Ben de bu sebeple içinde kendimi rahat hissettiğğim birkaç pantolon ve buluzun yanına iki çift rahat ayakkabı ekleyerek valizimi kapattım. Kişisel bakım ürünlerim ve adım anıldığında insanların aklına gelen egzotik parfümlerim ise her seyahatimin vaz geçilmeziydi. Moda sahilindeki evimizden anne ve babamla vedalaşıp ayrıldım. Havaalanına kendi aracımla gidecek ve dönüş tarihine kadar alanın otoparkına bırakacaktım. Kontrollerden geçtiğimde bana düşen sadece uçuş saatini beklemekti. Yaklaşık kırk beş dakika sonra uçuş anonsu yapıldığında, kol çantamı alarak apron kapısınıa doğru hareket ettim. Bu yolculuğun bana yeni kapılar açacağını elbette biliyordum ama orda geçirdiğim sürenin rehin alınma sebebiyle belirsiz bir süre uzayacağını bilmiyordum... ... 24 Kasım 2024, Esad Rejimi düşmeden 12 gün önce... Sempozyumun ilk iki günü katılımcıların konuşmaları ile geçmişken, üçüncü günü katılımcıların ortak kararıyla Suriye'nin kuzeyinde kurulan Sahra hastanesine doğru yola çıkmıştık. Şam yönetiminden güvende olacağımıza dair dair garanti alsak da her birinin yüzüne yansıyan tedirginliği görüyordum. Şam sınırlarını çıkıp, iç savaşın hüküm sürdüğü topraklara girdiğimizde ülkenin bu kesimindeki yıkımın ne kadar büyük olduğuna yakından şahit oldum. Aracın camından çevreyi izleyen herkesin yüzünde aynı buruk ifade vardı. Hatta sempozyum boyunca dibimden ayrılmayan Orhan Önder'in bile. Biz çevremizdeki manzaraya dalmışken araba sarsılarak durdu. Herkesin ağzından aynı soru sözcüğü dökülmüştü. "Noluyor?" Çok geçmeden bunun bir eylem girişimi olduğunu anladık. Esad yönetimi bizi koruyacağına dair verdiği sözü tutamamış görünüyordu. Yüzleri kapalı bir gurup silahlı adam namlularını bize çevirerek Arapça bir şeyler söylemeye başladılar. Herkes korkulu gözlerle birbirine bakarken ben, teröristin sözlerinin ne anlama geldiğini düşünüyordum. "Bu eylem YPG adına örgütün İdlib kolu tarafından gerçekleştirilmektedir. Hepiniz bu dakikadan sonra bizim esirimizsiniz. Eğer isteklerimiz gerçekleşirse sizleri serbest bırakacağız. Ancak hükümetleriniz bizimle uzlaşma yoluna gitmezse her gün birinizi kameralar önünde öldüreceğiz. Şoför, bizi takip et. Eğer tek bir hata yaparsan kafana kurşunu yersin. Bu sözlerim sizin için de geçerli. Şimdi yanınızda telefon, akıllı saat ya da herhangi bir iletişim aracı varsa hepisini bu torbanın içine atacaksınız. Ancak biz müsaade edersek sizden haberdar olacaklar. İdlib cehennemine hoş geldiniz." ... 27 Kasım 2024, Esad Rejimi düşmeden 9 gün önce... Orjinal adı; Badiyet-üş-Şam olan çölde, kum rengi kamuflajları ile ilerleyen Fırtına timi hedefine oldukça yaklaşmıştı. Üç gün önce konuşlu bulundukları üs bölgesine gelen haberle, acele ile oluşturdukları plan sayesinde şimdi bu uçsuz bucaksız çöldeydiler. Arap yarımadasının neredeyse dörtte birini kaplayan bu çölde, kum tanelerinin arasında imkansızı arıyorlardı. Gelen ihbara göre içlerinde Türk hekimlerin de bulunduğu 15 kişilik bir grup, terör örgütünün Suriye yapılanması tarafından esir alınmıştı ve bu çöldeki mağaraların birinde tutulmaktaydı. Plan basitti. Ellerine ulaşan koordinata vardıklarında esirleri güvence altına alıp, eylemi gerçekleştirenleri etkisiz hale getireceklerdi. Zafer'in iki haftadır beklediği hareketlilik tam da böyle bir şeydi işte. Eline değecek her terörist kanı için dişleri kamaşıyordu. - Komutanım saat üç yönünde görüş sağlayamıyorum. İrili ufaklı kum hortumları var. - Koordinattan ne kadar uzağız Eymen? - Takribi iki kilometre komutanım. - Olduğumuz yerde kendimizi korumaya alıp bekleyeceğiz. Fırtınanın yönünü tayin etmeden devam edemeyiz. - Anlaşıldı komutanım. 33°24' K 38°45'G. Badiyet-üş-Şam - Hepimizi öldürecekler burada. Çöl yılanlarına yem olacağız. - İzimizi nasıl olur da bulamazlar? Bizi gözden çıkardıkları kesin. - Kahretsin! Ölmek istemiyorum... 15 kişilik gruptan mütemadiyen böylesine korku yüklü cümleler yükseliyordu. Ben de diğerleri gibi burada öleceğimizi düşünenlerdendim ama yırtınıp çabalamanın bir faydası olmadığı kanaatiyle kaderime razı olmayı seçmiştim. Tabii ki diğerleri gibi ağlayıp yalvarmak bana göre değildi. Çevremdeki serzenişleri duymamazlıktan gelmeye çalışırken; biraz ilerimde oturan üç kişilik Fransız grubun konuşmalarına kulak kabarttım. Annem çok yetenekli bir flologdu ve bana ondan geçen dil öğrenme yeteneği ile beşten dili konuşabiliyor ve de anlayabiliyordum. Kaldı ki Fransızca; ana dilim gibi konuştuğum dillerden birisiydi. Üçlü grup konuşmalarının bir yerinde babamın adını ve son çalışmasını geçirince iyice kulak kabarttım. Nihayetinde ise burada olmamızın asıl sebebinin; babamın çalışmalarının peşinde olmaları olduğu gerçeği ile yüzleştim. İşte şimdi buradan kurtulmak için çok sağlam bir sebebim vardı..
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD