***
Ben, yakında Mardin’in ağası olacak Serhad Sorani’nin biricik sevdiği kadın... Zerin Baranlı.
Ama zamanla öğreneceğim acır bir gerçek var olacaktı; o gerçek ise... birinin kalbinde yerin var sanırken aslında hiç olmamaktı.
Oysa onun gözlerinde bir ömür yer ayırmışsındır saf gibi kendine.
***
Günlerdir acılar içinde kıvranıyordum. Regl olmuştum, her zamanki gibi dayanılmaz bir acıydı ama bu defa diğer aylardaki sancılardan çok daha farklıydı; sanki içimde biri bir bıçakla içimi deşiyordu. Ağrı, nefesimi kesen bir fırtınaya dönmüştü. Sevdiğim adama dediğim gibi, gizlice beni evden alıp hastaneye getirmesi bile o sızının gölgesinde kalmıştı. Birlikte görünmemek için arabada bekliyordu şimdi. Ben ise doktorun karşısında, titrek ellerimle çantamı tutarken onun bilgisayarda sonuçlara baktığını izliyordum.
"Kızım." dedi cana yakın ama içimdeki korkuyu duyan bir sesle. Hemen duruşumu düzelttim. "Sizi dinliyorum hocam." dedim, içimdeki çarpıntıyı bastırmaya çalışarak.
Derin bir nefes aldı, ama o nefes... içimde kötü bir his uyandırdı.
"Keşke sana bunu söylemek zorunda kalmasaydım kızım, yaşında daha küçük. 20 yaşındasın." dediğinde, kalbim bir anlığına durdu sanki. Kötü müydü durumum?
"Yumurtalıklarındaki çikolata kisti dediğimiz kistler oldukça ilerlemiş. Sağlıklı doku neredeyse kalmamış ve yumurta rezervin çok azalmış durumda. Artık yumurtlama neredeyse hiç olmuyor, bu da doğal yolla gebelik şansınızı sıfıra yakın hale getiriyor. Elimizdeki verilerle, kendi yumurtanla bir gebeliğin oluşması maalesef mümkün görünmüyor. Vücudunun kendi üretimiyle bir bebek sahibi olma olasılığı... artık yok denecek kadar az. Biliyorum, ağır bir cümle bu. Ama bu hastalık erken fark edilmediğinde maalesef bu noktaya gelebiliyor."
Söylediklerini anlamaya çalışırken, dizlerimin üstündeki çantayı sıkıca kavradım. Gözlerim dolmuştu. "Na-nasıl yani? Asla gebe kalamayacak mıyım?"
Doktor, üzüntüyle başını salladı.
"Maalesef evet. Ağrılarınız için ilaç yazacağım ama en kolay yolu yumurtalıklarınızı tamamen almak olur."
Son cümle dudaklarından döküldüğünde, doktorun sesi bir anda uğultuya dönüştü; odadaki her şey bulanıklaştı. Yavaşça ayağa kalktım.
"Sağ olasın doktor hanım." dedim, ama sesim bana ait değildi artık. Hastaneden çıkıp, beni bekleyen arabaya bindiğimde, gözleriyle halimi sorgulayan sevdiğim adama baktım. Kalbim, o an ikiye bölünmüş gibiydi.
Ben şimdi bu adama... onun çocuğunu asla doğuramayacağımı nasıl söyleyecektim?
"Zerin'im, iyi misin?" dediğinde, gözümden bir damla yaş süzüldü. "Yavrum konuşsana, doktor ne dedi?"
Telaşlı sesi kalbimin en derin yerine dokundu, ama ben ağlamaktan konuşamıyordum. Sanki içimdeki bütün direnç, o an yıkılıyordu.
Zar zor sesimi bulurken konuştum.
"Do-doktor hamile k-kalamayacağımı söyledi." dediğimde, yüzündeki ifade donup kaldı. Direksiyonu sıkmaktan, elinin eklemleri beyazlaşmıştı. "Ne demek kalamasın, tedavisi de mi yok?!"
Başımı hayır dercesine iki yana salladım. Cevap veremedim. O da bir şey demedi, sadece dudaklarının arasından boğuk bir küfür döküldü. Motorun sesiyle birlikte araba ilerlerken, ben yan koltukta sessizce ağlamaya devam ettim.
Camın ardından şehir akıp giderken içimde bir şeyler kopuyordu. Bebeğin olmaması, benim bu topraklarda asla evlenemeyeceğim anlamına geliyordu. Ve ben... yakında Mardin’in ağası olacak adamın sevgilisiydim. Onun yaşıda 24'tü. İkimizde gençtik.
Bu yüzden ailesi, soyunu devam ettirmek için beni asla kabul etmeyecekti.
Konağımızın bir sokak ötesinde durduğunda, ona döndüm.
Yüzü taş gibiydi; bakışları buz kesmişti. Oysa ben bir teselli, bir dokunuş, bir “geçer” kelimesi bekliyordum.
"Serhad?" dedim titreyen sesimle. Susması, binlerce kelimeden daha çok acıtıyordu.
"Bir şey demeyecek misin?"
Bana bakmadan, gözlerini önündeki yola dikti. Dudakları aralandı.
"İn aşağı, eve git."
O cümle, bir tokat gibi çarptı yüzüme. Tekrar ağlamamak için dudaklarımı ısırdım, gözlerim bulanıklaşırken kapıyı açıp indim.
Geçmiş olsun demek bile neden bu kadar zordu? Uğruma öleceğini söyleyen adam, şimdi neden bana bu kadar uzaktı?
Evlenirsek, ona çocuk veremeyeceğim için miydi? Tüm aşkımız doğmayan bir çocuğun varlığına mı bağlıydı bunca zaman?
Yoksa ben baştan beri sadece bir ihtimal miydim onun gözünde?
Arabası uzaklaştığında, içimde bir uğultu kaldı. Yürüdüm; ayaklarım taş sokaklara her bastığında kalbim biraz daha ağırlaştı.
Bizim eski püskü konağa girdiğimde, yorgunluk artık kemiklerime işlemişti. Yoksa fakir olduğum için miydi bu mesafe? Yanına mı yakışmıyordum artık? Daha doğrusu bunlar hep sorundu da, kısır olmamla beraber daha da mı çekilmez oldum, daha çok mu göze batım?
İyiydi de neden peki? Üç yıllık beraberliğimizde bunlar şimdi mi sorun olacaktı? Belki de hepsi benim kuruntumdu... ama kalbim inanmakta zorlanıyordu.
Ablam Yaren’le ortak kullandığımız odaya gidip, bana ait ranzaya uzandım. Battaniyeyi üzerime çektim, içimdeki fırtınayı kimse duymasın istedim.
"Kız neyin var Zero?" dedi Yaren ablam ama hıçkırıklarım konuşmama izin vermedi.
"Ay! Anam anam, durum vahim. Anlat, noldu bacım?" diyerek yanıma geldiğinde, dizlerine direk başımı koymamla birlikte saçlarımı okşadı. Olanları bir bir anlattığımda, o da benimle beraber ağladı.
"Tamam kız, ağlama artık. Serhad Ağa şoka uğradığı için tepki vermemiştir. Hem bilirsin, o senin için gerekirse herkesi yok sayar."
Uzandığım yerden hemen doğrulup gözlerine baktım. "Essah mı dersin abla? Bebe için beni bırakmaz değil mi?"
Elini yanağıma koyup usulca okşadı.
"Essah derim. Şimdi uyu, dinlen. Anam böyle görmesin seni." dediğinde, battaniyeyi yeniden üzerime çekti.
Kapı kapanınca, odada sadece nefesim kaldı. Hıçkırıklarım yavaşça yerini derin iç çekişlere bıraktı.
Uykuya daldığımda, kabuslar ise yakamı hiç bırakmadı.
***
Sabah uyandığımda gözlerimi zor araladım. Başım yastığa yapışmış gibiydi. Saate baktım; öğleden sonra altıda uyuyup sabah dokuzda uyanmak... bana yakışırdı. Ama aslında ben dinlenmek için değil, kaçmak için sığınmıştım rüyalara.
Gerçek, artık uykularımın bile içinde kanıyordu.
Elimi uzatıp telefonu aldım. Her sabah olduğu gibi, Serhad’dan gelecek o "Günaydın Zerin’im" mesajını görmeyi bekledim.
Ama ekran sessizdi. Ne bir mesaj, ne bir arama vardı.
Boğazım düğümlendi. Bu adam neden böyle yapıyor? Canımın acıdığını hiç mi fark etmiyor?
Kapı birden hızla açıldı, annemin tiz sesi odanın sessizliğini paramparça etti.
"Öldün o yatakta öldün! Kalk kız, ablana yardım et!"
Gözlerimi silip kısık bir sesle, "Tamam ana." dedim. Yüzümü yıkayıp aynaya baktığımda, göz altlarımın morluğu içimdeki yorgunluğu ele veriyordu.
Mutfağa gidip kahvaltı hazırlarken aklım hala telefondaydı. Ellerim hareket ediyor ama aklım başka bir yerdeydi.
Ablam kalçasıyla bana hafifçe vurduğunda irkildim.
"O kadar merak ediyorsan ara." dedi. "Ağzına geleni say kapat. En azından için rahatlar."
Bir süre düşündüm. Haklıydı. Ne çektiğimi gördü madem, neden sessiz kaldığının nedenini de söylemek zorundaydı.
Telefonu elime aldım. Aradım. Bir. İki. Üç. Her defasında meşgule düştü.
Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Sonra Canan’ı aradım... hem dostum, hem onun kız kardeşiydi.
"Zero?" dediğinde her zamanki neşeli sesi, bu sefer üzgün çıkmıştı.
"Canan, ağabeyin nerede? Cevap vermiyor."
Bir an sessizlik çöktü. Sonra sesi kırıldı. "Haberin yok mu?" dedi. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Bilmem gereken neydi ki?
"Neyi?" dedim. Yine sessizlik. Nefes alışları boğuk geliyordu. Sonunda o cümleyi söyledi.
"Zerin... bacım... ağabeyim İstanbul’a gitti. Temelli."
Başımın içinden bir uğultu yükseldi. Kanım çekildi. Sandalyeye çöktüm, dizlerim tutmuyordu.
"Şa-şaka yapıyorsan hoş değil Canan." dedim titrek bir sesle.
"Yemin olsun şaka değil. Haber vermiştir sanmıştım sana."
Telefon elimden kayıp yere düştü. Ellerimle yüzümü kapattım. Ona bebek veremeyeceğim için, resmen gözünde hiç olmuştum. Bir vedayı bile bana çok görmüştü. Yıllardır sevdiğim adam mıydı bu? Yoksa ben, sadece kaderin cilvesi miydim onun için?
Ayağa kalkıp, yerden telefonu alıp delicesine tekrar tekrar aradım. Her seferinde sessizlik, her seferinde kırık bir umut.
Sonunda ayaklarım beni taşıyamayınca, tezgaha tutunup dizlerimin üstüne çöktüm. Alnımı mutfak dolabına yaslayıp hüngür hüngür ağladım.
"Kuzum, ağlama Zerin’im. Anam duyacak." dedi ablam, saçlarımı okşayarak. Başımı kaldırmadan, hıçkırıklarımın arasından ağıt yakar gibi fısıldadım. "Bana Zerin’im deme abla... bana Zerin’im deme!" Serhad bana öyle seslenirdi... Ve şimdi o hitabı duymak, ciğerimi yakıyordu.
"Boyu posu devrilsin onun!" demişti Yaren ablam. "Adam sandık, fost çıktı resmen. Bide sözde ağa olacaktı."
O söverken, ben sessizce ağlıyordum. Çünkü onun öfkesinin bile iyileştiremeyeceği bir yara vardı içimde.
O yara artık kabuk bağlasa da, bir ömür boyunca benimle kalacaktı. Her nefeste, her uykuda, her sessizlikte...
***
*2 YIL SONRA*
Onun beni bırakmasının üzerinden tam iki yıl geçmişti. Koca iki yıl...
Ama ben hala, o gidişin yankısını içimde taşıyordum. O günden sonra bir daha dönmedi. Ne bir haber, ne bir iz, ne de ardında bıraktığı sessizliği onaracak tek bir söz. Ve bu iki yıl boyunca ne çektiğimi bir Allah, bir de ben bilirdim.
Her gece gözlerimi kapattığımda rüyalarıma gelirdi. O bakışıyla, o sesiyle, sanki hiç gitmemiş gibi.
Ama uyandığımda... dünya birden kararıyordu. Gözyaşlarım yastığa düşerken, kalbim bir kez daha aynı acıyla sarsılıyordu.
Belki de en zor olan, yarım kalmaktı. Belki o gün “hoşça kal” deseydi bile, bugün bu kadar dağılmış olmazdım.
Şehrin her bir sokağı, her köşesi onunla doluydu. Bir kahve kokusu, bir taş duvar, bir rüzgar esintisi bile anılarımızı fısıldıyordu.
Ve ben, her hatırladığımda içimden aynı cümle geçiyordu. Beni bu derde bırakıp gittiğin için, seni asla affetmeyeceğim Serhad Ağa.
Ama hayat, acıyı bile tüketmeyi öğretiyor insana. Bir noktadan sonra gözyaşları da kuruyor. Artık yoluma bakmam gerektiğini biliyordum. Ve o yüzden... ilk defa, kalbim değil aklım dinledim.
Benden uzun zamandır hoşlanan, üvey amcamın oğlu Ömer’a bir şans verdim. Belki huzur, aşk kadar yakıcı değildir ama en azından sessizdir.
Şimdi ise parmağıma takılı nişan yüzüğüne bakıyordum dalgın gözlerle. Sarkan kırmızı kurdelesi hala bağlıydı. Bugün nişanlanmıştım. "Ömer’i de bir gün, onu sevdiğin gibi sevebilir misin Zerin?" dedim kendime.
Cevabını ben bile bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey, artık kalbimin aynı yerden bir kez daha kırılmaya dayanamayacağıydı.
***