Şişelerin içindeki iksirler farklı renkte ve miktardaydı. Ki tana, hangisinin ne işe yaradığını bilmiyordu, açgözlülükle, miktarı çok olanı kendine ayırdıb. Diğerinin ağzını açıp, emri üzerine getirilen dört hizmetkârına içirdi. Kısa bir süre sonra, hepsi çığlıklar içinde yere yığıldılar, bedenleri kasılıyor ve de lirmiş gibi kendilerini duvarlara vuruyorlardı. Kraliçe, adam larına kenara çekilmelerini ve kimsenin onlara karışmaması ni söyledi. Zavallılar, kanayan parmaklarıyla, çektikleri acının etkisinde taşları tırnaklıyorlardı. İçlerinden birinin ağzından, katran karası renkte kanlar boşalmaya başladığı sırada diğer leri de yere çöküp aynı şekilde öğürmeye başladılar. Kadın lar, başlarını yukarı kaldırıp bağırmaya başladıklarında elleri ve ayakları büyümüş, vücutlarının rengi soluklaşmıştı. Göz lerinin rengi kırmızıya dönmeye başlayan kölelerin, boyları uzuyordu. İçlerinde olan sihrin ve değişimin verdiği acı, çıkan kemik sesleriyle hissediliyordu. Üzerlerindeki elbiseleri yırt maya başlamışlardı. Ten renkleri, gözleri, boyları ve surat șe killeri değişmişti. Hepsi bir anda yere yığılıp, hareketsiz bir şe kilde yatmaya başladılar. Kitana, simsiyah kanın içinde yatan kadınların yanına gidip eğildi, kafalarını kaldırıp, hayatta ol duklarından emin olmak için baktı. Nöbetçilere, buraya kim seyi sokmamalarını ve kendilerinin de girmemelerini emret ti. Kraliçe ve canavarlar, alandan çıkıp giriş noktalarını büyük kayalarla kapattılar.
Büyücü, hızlı adımlarla bulduklarını incelemek için oda sından içeri girdi. Yuvarlak masasına bulduklarını koyup, sandalyeye oturdu. Kan Emenlerin, Güneş'in lanetinden kur tulmak, birçok güçlü büyüye sahip olabilmek ve alevlere hük medebilmek için bu tılsıma ihtiyacı vardı. Kraliçe, Karanlık Dünya'ya ait, gelmiş geçmiş tüm canlılardan, nerelerde gömü lü olduklarından ve tüm efsanelerden bahseden sayfaları çevirmeye başladı. Gizlenmiş olan tüm güç taşlarının yerlerine baktı ve büyülere göz attı fakat bunları yapabilecek yeterli gü cû henüz yoktu. Kötü ruhların efendilerinin isimleri ve onlar la nasıl konuşulabileceği yazıyordu.
Kitana, ayağa kalkıp, pencereden dışarıya baktı, bu güce ulaşması için daha zamanı vardı. İlk olarak taşı, çırağı olduğu Kara Büyücü'nün kendisine öğrettiği gibi kullanabilmesi ge rekiyordu. Şişeyi eline alip incelemeye başladı, onun hakkın da hiçbir şey yazmıyordu. Bildiği kısmının, kadınlar üzerin de işe yaradığını görmüştü, Cehennem Kızları'nın doğmasını bekliyordu ama yazılanlar arasında ikinci iksirden hiç bah setmiyordu. Diyara gönderdiği ölüm meleklerinin nerede ol duklarını merak etti ve ellerini birleştirip göğsüne koydu. Kı sa bir süre sonra göz bebekleri kaybolmuştu ve bembeyazdı. Ölüm tacirlerinden birine bağlanmıştı ve etrafı onun gözün den inceliyordu. On hizmetkârını da bu şekilde kontrol etti, üçü yolculuğu tamamlamıştı, diğerleri ise geçtikleri her yer de büyük savaşçılar arıyorlardı. Madenlere kapattığı zavallı ların, karanlıktan dört gün sonra değişimlerini tamamlayıp, çıkacaklarını biliyordu, sabırsızlıkla gelecek günlerin planla rini yaparak kara surlara bakıyordu. Bu sırada, bir itbarağın koşarak diğer nöbetçilerin yanına geldiğini, bir şeyler konuş tuğunu gördü. Ters giden bir şeyler vardı, canavarlardan on tanesi Kara Orman'a doğru koşmaya başladı. Kraliçe, odasın dan çıkıp, hızla nöbetçilerin durduğu noktaya gittiği sırada, Tyr yanına gelip diz çöktü ve adamlarının koştuğu noktayı göstererek, ağaçların arasında üç insan gördüklerini, kendi leri kadar hızlı olduklarını ve kalın çamları bile tek darbede yıkabildiklerini söyledi. Kitana şaşırmıştı, kimse oraya gire mezdi, bu olsa bile canlı çıkamazdı. Ay ışığını bile zor sız dıran yoğun tabiatın içinde gizlenmiş onlarca askerlerinin, farklı bir türü anında yok etmeleri gerekiyordu. Başkomu tan, öfkeyle parlayan gözlerini gördüğünde, aklına gelen ihtimali anlatmaya karar verdi ve hırıltılı sesiyle konuşmaya başladı:
"Yüzyıllar önce, Azazel'in ordularıyla savaştığımız zaman larda, emrindeki herkesi öldürmeye and içtik fakat yedi asıl gece vampiri ve Azazel'i bulamadık. Lortları ile beraber, cihanı terk ettiklerini zannettik, bir daha hiç görünmediler fakat bu olanların başka bir açıklaması yok."
Kraliçe, kan kırmızısı pelerinine elini sokup, Güneş taşı ni çıkardı. Eğer onlar, yardımcısının tahmin ettiği şeyler ise elindekinin etkisiyle alev topuna dönüp, yok olup giderler. di. Güçlü tılsımı, ormana doğru tuttu ve bir ışık patlaması ol du. Ağaçlar arasındaki itbaraklar bile hiçbir şey göremiyordu. Tüm alanı, bu güçlü ışıkla aydınlattı ve elbisesinin içine ge ri koydu. Tyr'a bakıp, eğer oradakiler Kan Emenler ise artık yaşamadıklarını söyleyerek, yavaş adımlarla odasına gitti. Ko mutanı, arkasından koşup, her ihtimale karşı bir keşif birliğiy le, alanı kontrol etmek istediğini söyledi. Kitana gülümseye rek, kendinden emin bir şekilde:
"Kara orman, hiç olmadığı kadar temiz ama kuşkularına son vermek istiyorsan, git ve ormandaki nöbetçi sayısını art tir!"
Yardımcısı, kafasını sallayıp otuz adamıyla büyük ağaçlara doğru hızla koştu.
Orada görülenler, üç asıl vampirdi, köpek başlıların sürü li deri, tahminlerinde haklıydı fakat kendilerine yapılacak ham leyi önceden kestirip, ışıklar bulundukları yere ulaşmadan çok önce kaçmışlardı. Taman tarafından uyandırılmışlardı, uzun zamandır düşmanlarını ve kara surları gözlüyorlardı. Kara Şa man ile bir anlaşma yapmışlardı, taşı götürebilirlerse, Güneş'in lanetini üstlerinden kaldıracak büyüyü yapacaktı, buna karşı lık da Karanlık Kitabı alacaktı. Onları, İblis Azazel'in gömdü ğü, Doğu Karpat Dağları'nın gizli mağaralarından çıkarmış ve kendi kanıyla uyandırmıştı. Kan Emenler, istediklerini ele geçirene kadar kimseye görünmeyecek, beslendikleri canlıyı öl dürüp, arkalarında iz bırakmayacaklardı. Yüzyılların verdiği itbarak nefretiyle içleri kavrulan asıllar, intikamlarını almak için yemin etmişlerdi...
KARA HAN VE birliği, karın ve soğuğun hakim olduğu top Kraklardan uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra sıyrıl mış, Ötükene yaklaşmışlardı. Turşkan, hâlen kasabada gör düklerini unutamamıştı, kendi obasındakiler gibi oradakiler de hayatlarını kaybetmeden önce acı çığlıklar ile can vermiş olmalıydılar. Öncülerden biri, Ana yurdun göründüğünün haberini verdi. Hakan, iki komutanını da yanına alarak, or dunun en önüne geçti. Savaşçılar, görkemli Hun Sancağı'nı açıp, düzgün bir yürüme düzeni oluşturdular. Çocuk, obaya en arka sıradan girecekti, zafer kazanmış bir edayla topraklara giriş yapan topluluğun, neresinde olduğu da pek umurunda değildi. Düşündüğü tek şey, hep merak ettiği iki savaşçıyla ta nişabilmekti. Hükümdar, kapıya yaklaştığında sığır boynuzu yapımı borazanlar öttürülmeye başladı, davullar çalınıyordu ve ileride, kendilerini bekleyen büyük bir kalabalık vardı. Ka ğan, gösterişli atıyla halkını selamlayarak, gülümseyen yüzüy le ilerliyordu. Turşkan, kendilerini karşılayan insan topluluğuna, Oğuz ve Börteçine gibi iki savaşçıyı görebilmek için dikkatle bakı yordu. Kara Han, kısrağından inip en önde onu bekleyen iki karısı, küçük çocukları, kardeşi ve Ildır ile selamlaştı. Tüm ko mutanlar ve birlikler oradaydı ama şamanlar, Gökkurtlar'ın lideri ve daima ters düştüğü oğlu yoktu. Buna öfkelenmişti, belli etmeden yol dönüşü yapılan coşkulu töreni bitirdi. Nö betçiler, çocuğa ortalıkta fazla dolaşmamasını, kalabalık da ğıldığında ona uygun bir yer bulacaklarını söylediler. O da bunu fırsat bilip, yeni hayatının başlayacağı yerleşkeyi gezme ye başladı.
Hükümdar, çadırında obanın beyleriyle sohbet ediyor du, o yokken olan tüm ticari olayları ve gelen haberleri değerlendirdi. Herkes dağıldıktan sonra, Ildır'a bakıp gülüm sedi ve ayağa kalkıp birbirlerine sarıldılar. Ağan ile konuştu ğu konu hakkında hiçbir şey söylememişti, bu sessizlik dü şüncelerini onaylamak üzere olduğunun habercisiydi. Oktar, tiksinen gözlerle, Çinli kadının oğluna baktı ona göre çirkin, kanı bozuk, korkak bu genç, asla gerçek bir savaşçı ve bir lider olamayacaktı.
Ildır, babasına bakıp oturmasını bekledi. Kara Han, bağdaş kurup eliyle oturacağı yeri gösterdi ve sinsi delikanlının, dört gözle beklediği soruları sormaya başladı:
"Yokluğumda, ileri gelenlerden öğrendiğim şeyler dışında, duymadıklarım var mı? Sonuçta buranın vekâleti sendeydi Il dır."
Hakan, gülümseyerek bakıyordu fakat taht ateşiyle yanan çocuğunun suratında, tebessümden eser yoktu. Oktar, Ager Hatun'un oğlunu, baştan sona süzdü ve haince pusular kurdu guna emindi. Ildır'in gözleri hırsla parladı ve nefret dolu cüm leler, dudaklarından bir zehir gibi dökülmeye başladı: "Büyük Kağan'ımız, iyi şeylerin yanı sıra, ne yazık ki pek
çok can sıkıcı olaylar da yaşandı. Olayların başkahramanlari, her zamanki gibi aynı kişilerdi. Güneyde, yerleşik birkaç kasabada, onlardan bir efsane gibi bahsediliyor. Şamanlar akıncı gruplar ağabeyimin yanındalar, sadakatlerini asla kay betmeyen ve her zaman sizi destekleyen köylerde, Oğuz adı na kan kusturuyorlar. Putperestliğe yakın olan ve Gök Tanrı inancını bırakan herkes, yandaşlarının hışmına uğruyor. Di yardaki katliamları, Ötükene de taşıma çabasına girdiler. Sizin otoritenizi tanımıyorlar. Tahta karşı, bir ayaklanma yapmala rindan korkuyorum!"
Hun lider, öfkeden deliye dönerek yumruklarını sıktı. Ka lın kaşlarını çatıp, nerede olduklarını sordu. Ağan'ın yüzünde bir gülümseme olmuştu çünkü böyle durumlarda Hakan'ı, her zaman onun fikrini sorardı.
Ildır, dostlarını öldüren adama duyduğu nefretle anlatma ya devam etti:
"Rahipler ile birlikte birkaç gün önce, kimseye bir şey söy lemeden ayrıldılar. Yola çıkmadan önceki gece, meydanda bü yük bir olay çıkardılar, bana ve üç dostuma saldırdılar. Bör teçine, iki arkadaşımın kellesini aldı, Oğuz ise birini büyük ateşte yakarak öldürdü, sıra bana ve anama geldiğinde, çevre dekiler araya girip onu zor durdurdular."
Olan her şeyi, kendi çıkarları doğrultusunda anlatıyordu. Halkın onun tarafında olduğunu, iki savaşçının ise birer asi olduğunu söylüyordu.
Kağan, zayıf noktasından vurulmuştu, Ager Hatun'a duy duğu büyük aşk, oğluna karşı içinde taşıdığı büyük nefret, ko ca alev dalgaları gibi kabararak sarıyordu yüreğini. Tok sesiyle bağırarak:
"Hem iktidarımı tanımadan, baskınlar yapıyorlar hem de vekilimin ve Bey Hanım'ının canına kastediyorlar, bu ne cü ret? Bunun hesabını onlara en ağır şekilde ödeteceğim, bir da ha bırakın birini öldürmeyi, fiske vurmaya cesaret edemeye cekler!"
Görüşmeleri bittiğinde Ildır, babasının çadırından büyük bir zaferle çıkmıştı. Kardeşini, yolun sonuna getirmişti ve Bör teçine gibi bir savaşçıyı, onunla birlikte tarihe gömecekti. İki dostun isimleri, dilden dile tüm diyarda yayılıp, çığ gibi büyü yordu. Bu durumda, Ildır'in taht üzerindeki geleceğini tehli keye sokuyordu, en önemlisi de aynı inanıştan olduğu insan ların desteklerini kırıyordu.
Hükümdar, Oktar'a konuşacak bir şey kalmadığını ve gidip dinlenmesini emretti. Ağan'ın hain planlar kuracağını ve bunu hakana kabul ettireceğini biliyordu ama elinden bir şey gel miyordu. Oktar, hükümdarın yanından çıktı ve biraz yürüdü, kadın aklıyla hareket eden kötü lidere karşı yapacakları hare kåt öncesi, dostlarının Ötüken'den neden ayrıldığını anlamaya çalışıyordu. Av ve cenk dışında asla uzun süre uzaklarda kal mazlardı. Düşünceler içinde, uzun yolculuğun yorgunluğunu atmak için dinlenmeye gitti.
Çadırda baş başa kalan Ağan ve Kara Han, karşılıklı otur dular. Komutan, hangi konuda konuşacaklarını biliyordu ve büyük bir hevesle görüşmenin başlamasını bekliyordu.
Hakan, yolculuk sırasında verdiği fikirlerin, aklına yattığı ni fakat son duyduklarından sonra planda değişiklikler yap maları gerektiğini söyledi. En çok güvendiği komutan söze girdi:
"Bazı hamlelerin değiştirilmesi gerektiğinin farkındayım efendim. Geldiğimizden beri, yokluğunuzda huzur yerine kar gaşanın hâkim olduğunu görüyorum. Yönetim gücü sağlamlı ğini, ailenizin can güvenliğini ve devletin parçalanmasına en gel olmak için asilerden kurtulmamız gerekli. Bu karışıklığın başında oğlunuz var ama takdir edersiniz ki söz konusu tüm Hunlarin geleceği ise kan bağı önemini kaybeder!"
Ağan, etkileyici bir konuşma yapmıştı, Lider'inin sinirli lik anında sağlıklı kararlar alamadığını biliyordu. Kara Han, obasına vardığından beri içini kaplayan sıkıntının ve gururunu sarsan duyumlarının verdiği hislerle, son kararını söy
ledi:
"Madem halktan bu kadar destekçisi var, Yüeçilere gönder meden önce onu gönderebileceğimiz başka topraklar da var. Oğuz ve Börteçine, tüm diyarda en iyi savaşçıları olarak anı liyor. Yüce kahramanlar, cenk meydanından yenilgiyle gelir ya da hiç gelemezse, halkın tamamı haklı olan tarafın bizim olduğumuza kanaat getirecektir. Birkaç basit köylünün uy durduğu efsanelerde anlatıldığı kadar güçlülerse, o topraklar dan canlı kurtulabilirler ama Karanlık Ülkeden çıkamazlarsa, isimleri sonsuza kadar silinip gider!"
Komutan, istediğinden fazlasını almıştı fakat diğerlerine güvenmiyordu. Özellikle de Oktar, oldukça tehlikeliydi. Hü kümdara, onun Gökkurtlar liderinin tarafında olduğunu, iki savaşçının şamanlar ile dönmeden önce Ötükenden bir süreli ğine uzaklaştırılması gerektiğini söyledi.
Kara Han, kısa bir süre düşündükten sonra bu tehlikeli dü şüncelerin verdiği gerginlikle konuştu:
"Ağzından bir şey kaçırabileceğini sanmam ve asla bana ihanet etmez fakat onlara olan yakınlığını biliyorum. Söyle diklerin akıllıca ama bunu nasıl yapacağıma dair bir planın var mı?”
Ağan'ın bunun içinde bir çıkış yolu vardı ve anında cevap verdi:
"Yüeçiler ile cenk kapıda fakat sulh yapmaya istekli olabilir ler, bu yüzden kral ile barış şartlarını görüşmek için gönderi lebilir. O, bu işi tamamlayana kadar Oğuz ve Börteçine, ve receğiniz emri yerine getirmek için buradan çoktan ayrılmış olurlar. Bu sayede, güçlü bir orduyla üzerimize gelmeye hazır lanan komşumuzun, ne istediğini öğrenmiş oluruz!"
Kağan, örümcek ağı gibi özenle örülmüş plan sonrası, ken dini rahatlamış hissediyordu. Tahtını tehlikeye sokanlardan tamamen kurtulacağını umuyordu. Komutanı çadırdan mutlu bir şekilde çıktı, karanlıkta sayısız çadırın önünde titreyen alevlerinin yaydığı ışıklara baktı. Yönetimin ve tüm toprakla rin, avuçlarının içinde olacağı günleri hayal etti...
KAFILE, TEPEDEN İNDİĞİ SIRADA gece basmış ve kamp Kkurmuşlardı. İki savaşçının, yaşadıkları son olaylardan sonra uykuları tutmamış ve önlerini bir örtü gibi sarmış, ileri yi göremedikleri koca sis bulutuna bakarak sohbet etmişlerdi. İki dost, Kara Han'ın verdiği son karardan habersiz, döndük lerinde yapacakları hamleleri düşünüyorlardı. Güneş ışımaya başladığında, Ak Şaman büyük bir kayanın üzerinde oturan Oğuz'un yanına gelip gülümsedi ve sakin bir ses tonuyla ko nuşmaya başladı:
"Aklının derinliklerinde ne arıyorsun? Kuyular Kalesi hak kında duydukların seni ürküttü mü?"
Oğuz, bir kılıç kadar keskin bakışlarıyla, kadına doğru dö nen yüzünde, yolundan asla dönmeyecek bir ifade vardı.
"Dünya üzerinde kılıcımdan korkmayan birini gösterebi lir misin? Ölümlü hayatımda, Gök Tanrıdan başka kimseden korkmam. Karanlık Dünya denen yere itaat eden ve karşımda olan her şey, demir gibi kollarımın, tunç bileklerimin altında ezilip, can vermeye mahkümdur! Beni endişelendiren bunlar değil, halkımın putperestlik saçmalığıyla uyutulacak olması dir. Bunu engelleyebilmek için her yerde cenk ediyoruz, sizin de bundan haberiniz var ve güneydeki çarpışmalarımız olduk ça şiddetlendi. Basiretsiz Kara Han'ın peşinden gidenler, bunu yaymak için uğraşsa da Gökkurt birliği onlara göz açtırmıyor!"
Ak Şaman dinlerken, sıkıntısı yüzünden okunuyordu. Devletin, daha önce böyle bir durumla hiç karşı karşıya kal madığını anlattı. Börteçine'nin komutanı olduğu orduyla gö rüştüğünü, yeminlerini ve gidişatın ne yönde olduğunu bildi ğini anlattı.
Oğuz, bu çift başlılığın ve damarlarındaki kanı uyuşturma ya çalıştıkları özenti inanışlarının, asla dallanıp budaklanma dan sona ereceğine inandığını söyledi. Dostunun liderliğini yaptığı akıncıların, çok iyi askerler olduklarını ve başa geçtik lerinde, en ön safta desteklerini esirgemeyeceklerini anlattı.
Ak Şaman, desteklerine her zaman devam edeceğini ve bü yük bir umutla, o günleri beklediğini, dua ettiğini söyledi. İki linin konuşması bittiğinde, diğerlerine yola çıkacaklarının ha berini verdiler. Toparlanmaları bittiğinde, aşağı doğru ağaçlık, yer yer kayalık yerlerden dikkatli ve fazla ses çıkarmadan ini yorlardı. Etrafı kolaçan ederek ilerledikleri sırada, suyun sesi ni duydular. Bu diyarı bilen bir rahip, nehre yaklaştıklarını ve bir arada durmalarını söyledi. Kısa bir süre, yavaş adımlar ile yürüdükten sonra, geniş ve delice akan akarsuya vardılar. Üze rinde eski, tahtadan yapılmış bir asma köprü vardı. Herkes kı rik lata ve zayıf ipler ile bağlanmış geçiş noktasına bakıyordu.
Ak Şaman, yanında getirdiği büyük çuvaldan, kalın ve uzun bir halat çıkardı fakat onu karşıya atıp, bir kaya veya ağacın arasına sıkıştırabilmeleri gerekiyordu. İki arkadaş birbirlerine bakıp bunu nasıl yapabileceklerini düşündüler ama imkânsız görünüyordu. İlk denemeyi Börteçine yaptı, okunun ucuna bağladı, tüm dikkatiyle nişan alıp firlattı ama kalın ip ağır geliyordu ve hızı kestiği için olmuyordu. Birkaç kez tekrarladı, mesafe çok genişti ve başaramadı. Oğuz da birkaç atış denem sinden sonra olmayacağına kanaat getirdi. Göknur Hatun, en iyi kullandığı silahı çıkarıp, ucuna bağlamasını söyledi. Ken dine şaşkın gözler ile bakan Oğuz'un omzuna elini atıp, baş parmağıyla kıyıyı gösterdi ve yapması gerekenleri söyledi:
"Topuzunu tüm gücünle karşıya fırlat. Dostunla beraber, içinizdeki büyük ruhun ve gücün sınırlarını keşfetmelisiniz. Bu topraklarda görünen her şey gerçek değildir, göz yanılma larından biri de olabilir. Taman'ın hizmetkârları, buradan ge çip diyarda dolaşabiliyorsa, bu yıkık köprü, bir kandırmaca olabilir. Haydi, yapabilirsin!"
Kurtarıcı, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Güçlü ko lunu geriye doğru kaldırıp, haykırarak topuzunu savurdu ve karşıya doğru fırlattı. Bir anda, şimşek çakması gibi bir ışıma oldu, ne olduğunu anlamaya çalışan rahipler, suyun yürüyerek geçilecek kadar küçüldüğünü gördüler. Savaşçının silahı kar şıdaydı. Rahibe, gruba döndü ve her karışın büyülü olduğu bir diyarda olduklarını hatırlattı.
Uzaktan izledikleri, o sis tabakasının içine girmişlerdi. Ön lerini zor görerek ilerliyorlardı. Etraftan, koşma ve çığlık ses leri duyuluyordu, savaşçılar kılıçlarını çıkarmış, temkinli bir şekilde yürüyorlardı. Rahibeler, yanlarına aldıkları silahları ilk kez ellerine almışlardı ve tedirgin bir hâlde ilerliyorlardı. Her şeyi gizleyen beyaz örtü açıldığında, gördükleri manza ra oldukça karanlıktı. Toprak tamamen ölmüş ve tabiat adi na tek bir yaşam belirtisi yoktu. Birkaç metre ileride gölgeler göründü. Ak Şaman, kimsenin gruptan ayrılmamasını, ısrarla bir kez daha söyledi. Gece kadar karanlık pelerinler giymiş, suratları örtülü, göz akları olmayan beş asker gördüler ve elle rinde baltalarla bekliyorlardı. İki savaşçı bir anda hareketlenip ileri atıldılar, Börteçine çift kılıcını çıkarmış, gördüğü karartı lara doğru koşmaya yeltenmişti fakat Göknur Hatun, durmaları için bağırdı ve ikisini de kollarından yakalayıp, saldırma larını engelledi. Oğuz, kadına bakarak ne yaptığını anlamaya çalışıyordu, karşılarında saldırmaya hazır askerler vardı ama kimsenin hareket etmesine müsaade etmiyordu. Kısa bir süre sonra ileri baktıklarında, bunun da yine bir kandırmaca ol duğunu anladılar. Adamlar yok olmuş, dağ görünmeye baş lamıştı. Yol boyunca çevrelerinde birçok garip olay gördüler fakat hiçbirine tepki vermediler. Ağlayan çocuklar, çirkin ca navarlar, kendilerine seslenen güzel kadınlar dört bir yandan geldi ama Göknur Hatun'un bilgeliği sayesinde, tüm pusuları atlattılar.
Zorlu yoldan geçtikten sonra Kuyular Kalesi, parıldayan ateş çukurlarıyla ve etkileyici büyüklüğüyle görünmüştü. Zir veye yakın bir noktada, uçurumun kenarına oturtulmuş, alev lerin püskürdüğü devasa iki kulesi olan ve kalın duvarlarının dışını kaplayan obsidyen taşlarının etkisiyle, Ay'ın altında ina nılmaz ışık oyunlarıyla parıldayan bir yapıydı. Havada, acı dolu çığlıklar yankılanıyordu, yürüdükleri çamurlu zeminin sonunda, kayaları oyarak yapılmış merdivenler başlıyordu. Çıkmaya başladıkları yokuşun sonunda yol bitmişti, Taman'ın evine varmalarına, az bir mesafe kalmıştı. Geri kalan yeri tır manmaları gerekiyordu. Ak Şaman, kayaların çok sağlam ol madığını ve üzerlerinin ıslak olduğuna dair uyarısını yaptı ve hep beraber kalan zorlu yolu bitirmek için harekete geçtiler.
İki savaşçı ve Göknur Hatun, yükseltiye ilk çıkanlar oldu lar, arkalarından dört rahip daha onlara katılmıştı fakat geri kalanlardan gelen olmamıştı. Kısa bir süre sonra, beş kişinin daha çıktığını gördüler fakat oldukça korkmuş bir hâldeydiler. Bir rahibe, ağlar bir vaziyette yere çöktü ve elleriyle yeri avuçla di, kesik hıçkırıklar ile on iki şamanın, ağırlığın etkisiyle ko pan parçalar ile birlikte aşağı yuvarlandıklarını söyledi. Ne di yeceğini bilemeyen Göknur Hatun, kısa bir süre olduğu yerde kıpırdamadan dikildi ama kendini hemen toparlayıp, diğerlerini teselli etmeye çalıştı. Ölmemiş olabileceklerini, kayaların sağlam olmadığı için tekrar tırmanmamaya karar vermiş ola bileceklerini söyleyip devam etmeleri gerektiğini anlattı. Aşa ğı doğru seslenmişlerdi ama hiçbir şey duymamışlardı, akıbet lerini bilmiyorlardı, bu yüzden içlerinde bir umut ışığı vardı. Geri dönmeleri imkânsızdı, bu tehlikeli yerden inemezlerdi ve aşağı ulaşmanın tek yolu, surların içinden geçerek arkasından dolanan merdivenlerden inmekti. Mecburen ilerlemeliydiler ve dua etmekten başka şansları yoktu.
Ak Şaman, bu lanetli yerden nefret ediyordu, daha önce de bu topraklarda kaybettiği dostları olmuştu. İçindeki üzün tü, ışığın yolundan ayrılan ablasına karşı hiddete dönüşmüş tü. Öfkelenmiş bir hâlde kalenin oldukça sağlam ve kalın olan kapısının önünde durdu ve kafileden birkaç adım öne çıktı. Asasını yere vurup, içeri girmelerine izin vermesi için bağırdı:
"Ben Göknur, diyardaki tüm şaman rahiplerinin lideri! Seninle görüşmeye geldik, aramızdaki kilitleri ve tüm engellerini kaldır!"
Sessizliği yaran kalın demirlerin çıkardığı ses ile tüm gi rişler ardına kadar açıldı. Küçük, ateşli çukurların aydınlattığı mermer zeminde, kendilerine doğru gelen üç siyah pelerin li adam gördüler. Kara Şaman'ın hizmetkârlarıydı ve gruba kendilerini izlemelerini söyleyip, yürümeye başladılar. Kısa boylulardı, uzun ve beyaz sakalları vardı, yüzlerinde mimik yoktu, bakışları oldukça donuktu. Yol gösterenleri izleyerek. kale içinde yürümeye başladılar. Işıksız koridorlardan, kadın çığlıkları ve vahşi hayvan sesleri geliyordu. Gözün seçemediği noktalardan, şekilsiz gölgeler geçiyordu. Dolambaçlı bir yü rüyüşten sonra dik ve büyük merdivenlere geldiler, burayı da çıktıktan sonra karşılarındaki, iblislerin savaşını anlatan oy maların olduğu tahta kapıyı iterek açtılar. Burası, oldukça bü yük ve ürkütücü heykeller ile dolu bir salondu. Tam karşıla rinda, en uç noktada geniş bir taht duruyordu.