7. BÖLÜM

3004 Words
Ağan, dişlerini ve yumruklarını sıkmıştı, aksayan düşma nina bakıp: "Bu kadar büyük konuşma, Kağan'ımız gelmeseydi, o ba caklarınla beraber tüm bedenini parçalara ayıracaktım. Ota ğına dolan her gün ışığı, benim sana verdiğim bir hediye ola cak ama merak etme, fazla göremeyeceksin!" Ötükende sessizlik ve gergin bir hava hâkimdi. Kanlı çar pışmayı, Turşkan da uzaklardan izlemişti. Kendisini tapınak tan getiren bu iki komutanın, neden birbirlerini öldürmek istediklerini anlamaya çalışıyordu. Kara Han, ailesinin ve oba sının intikamını alacağına dair söz vermişti ama bunun için hiçbir hazırlık yaptığını görmüyordu. O, küçük bir çocuktu ve burada barınması bile onun için büyük şanstı fakat içinde ya nan intikam ateşine söz geçiremiyordu. Kuzeye gidip, o cana varlar ile çarpışması gereken askerler, burada birbirini öldü rüyordu. Bugün yaşanan olaydan sonra ortalık zaten karışıktı, Hükümdar'a bu konuyu sormayı düşünmüştü ama bu aralar, böyle bir şey yapmaması gerektiğine karar verdi. Canı sıkkın bir hâlde, kaldığı çadıra vardığında bütün gün çalıştığı dövüş hareketlerinin verdiği yorgunlukla uykuya daldı. İki komutan, yaralarını sardırmışlardı, Ağan'ın önemli bir yarası yoktu, sadece sol kolunu birkaç gün dinlendirmesi ve kesik yere iyi bakması gerekiyordu. Oktar'ın durumu daha kö tüydü, baldırından aldığı yara, büyük acı veriyordu ve yürü mesini zorlaştırıyordu. Kılıç darbesiyle açılan yer, oldukça de rin ve büyüktü. Aksayarak çadırından çıkıp askerinin getirdiği bir asadan destek alarak, Kara Han'ın çadırına vardı. İçeri gir diğinde, düşmanı çoktan gelmişti. Hakan'ın sağ tarafına oturmuş, nefret dolu gözlerle kendisini süzüyordu. Selamını verdi ve sol tarafa oturdu. Uzun yıllar boyunca, bu topraklarda bu yitip kadar büyük bir meydan okuma gerçekleşmemişti. Gözü kara ve ustaca dövüşen iki savaşçının karşılaşması, çok canın dönü gitmesine neden olmuş ve Kara Hanın gözünü korkutmuştu. Oğuz yandaşı olan Oktar, böyle bir kargaşa çıkarabiliyorsa, eğer orada dövüşen oğlu olsaydı, olayın kanlı bir a savaşa şüp, ucunun nereye varacağını tahmin edebiliyordu. Kara Han, çatık kaşlarıyla iki adamına baktı: "Bugün obamın ortasında çakallar gibi birbirinize diş geçi rip, otoritemi sarsmanız affedilmeyecek bir olaydır. Hiç kimse bu devletin sınırlarları içinde, ben istemedikçe kan dökemez. Anlatın bakalım, ölümüne dövüşmenize sebep olan şey ne dir?" Oktar, bacağının acısıyla zor oturduğu yerden söze başladı: "Hakan'ım, Ağan ve askerleri, kapımızda olan savaşta nasıl taktikler uygulamamız gerektiğini konuşmak için çağırdığım dört komutana, bir saldırı düzenlemiştir! Büyük zahmetlerle, bu sancağın altında halkına hizmet etmek için eğitilmiş, sadık savaşçılarımızın canına kıymıştır!" Hükümdar, eliyle sakalının ucunu sıvazladı ve üzgün bir şekilde: "Kaybımız çok büyük, bu çok vahim bir durum. Yüeçiler, saldırı hazırlıklarına devam ediyorlar fakat bizim düşmana ih tiyacımız zaten yok. Biz, kendi içimizde birbirimizi öldürme ye çalışıyoruz zaten! Ağan, sen ne dersin hakkında söylenen lere?" Ağan, zor durumlarda yalan söyleme konusunda oldukça ustaydı ve Kara Han'ın kendi tarafında olduğunu gibi biliyor du. Bu yüzden, kurduğu bu pusudan sıyrılabileceğine emindi. "Hakkımda söylenenlerin hepsi iftiradır, kendisini yolda gördüm ve salamlaştık. Dört komutanın, size karşı bir ayak lanmaya kalkıp tahtın başına Oğuz'u getirmek istediklerinden şüpheleniyordum fakat bunu kanıtlamadan ve sizden emir al madan, asla böyle bir şey yapmam!" Kağan, bir anda elini kaldırdı ve sözünü kesti: "Oğlumun yandaşları küçük karışıklıklar çıkarıyor fakat böyle büyük bir hareketin varlığını nereden duydun?" Üzerindeki ilgiyi, başka tarafa kaydırmayı başarmış olan savaşçı, konuşmaya devam etti: "Bunlar sadece söylentiydi Han'ım, obada bilgi toplayan askerlerim tarafından haber verildi. Bu konuyu size açmadım çünkü emin değildim. Adamların kulağına yalan ya da doğru her duyum gelir ama gerçekliğini kanıtlamadan asla size söy lemem. Çadırındaki adamlar, savaş meydanında beraber kılıç salladığımız insanlardı, canlarına neden kıyayım? Yüeçi ya da Çinliler tarafından gönderilmiş ve içimize sızmış birileri ola bilir. Böyle bir ihaneti ve tüm suçlamalar kabul etmiyorum, Oktar Bey'in elinde bir kanıt varsa buyursun söylesin!" Bu olayı, Ağan'ın yaptığını ispatlayacak hiçbir şey yoktu ayrıca, Oktar'ın çadırına girdiğini gören de olmamıştı. Zayıf yerinden vurmuştu, yol arkadaşlarıyla kendi otağında gizlice toplanması, yeterince dikkat çekiyordu. Taht, otorite konu sunda sıkıntılı günler geçiriyordu ve düşmanının anlattıkla rindan sonra Oktar, Hükümdar'ın suçlar bakışlarını üzerin de hissetmeye başlamıştı. Köşeye sıkışmış bir hâlde düşmanın gözlerinde, galip gelmenin verdiği mutluluk parıltısını gör dükçe kahroluyordu. Söyleyeceği çok fazla söz kalmamıştı: "Bir kanıtım yok Hakan'ım fakat bu olayı kimlerin yaptığı nietraflıca araştırıp bulacağım. Kalleş saldırıyı yapanları önü nüze getireceğim!" Kara Han elini kaldırarak, lafını bitirmesini emretti. Kısa bir süre düşündükten sonra hükmünü verdi: "Bu pusuyu kurup, değerli yiğitlerimizin canlarına kıyan ları bulma işi Ağan'ındır. Sen benim en iyi ve korkusuz komu tanlarımdansın Oktar. Bu devlete çok hizmetin dokundu fakat üzerine iftira atılan kimse, o kansızları bulmak da onun işidir. Senin için başka görevim var. İlk saldıranın sen olduğunu söy lediler, doğru mu?" Büyük çadıra gelmeden önce çok sayıda kuşun, Kağan'ın kulağına bir şeyler fisıldadığını anlamıştı. Bu yüzden vereceği cevap kisa ve netti: "Evet, ilk hamleyi yapan bendim!" "Normalde ikinizin de büyük cezalar alması gerekiyor ama çok değerlisiniz. Ötükende bir arada bulunmanız, birlikle riniz arasında bir çatışma çıkabileceğini göstermektedir. Bu olay unutulup tamamen kapanana kadar ikinizden biri oba dan ayrılmalı. İlk saldıran taraf olduğun ve elinde hiçbir kanıt olmadığı için obayı terk edecek olan kişi, Komutan Oktardır!" Ağan, mutluluktan neredeyse bağıracaktı, düşmanının zor durumunu gördükçe daha da keyifleniyordu. "Yanına alacağın üç bin askerle, Yüeçilerin sınırında, her hangi bir saldırı tahdidine karşı öncü savunma birliği olarak bekleyeceksin! Onlarla yapacağımız son görüşmeden son ra, savaş kaçınılmaz bir son olarak görüldüğü takdirde, Ötü ken'den sana katılacağız. Barış durumunda ise bir müddet ora da kalacaksın, sana haber verildiğinde ise geri döneceksin. En kisa zamanda hazırlan ve yola çık!" Oktar, yenildiğini konuşma başında anlamıştı, yapabilece gi hiçbir şey yoktu. Destekçisi olan dört komutan ölmüş, Oğuz ve Börteçine ise ortalıklarda yoktular. Sinsi düşmanı, muhte melen onlara da böyle bir plan yapıp, alt edeceği bir nokta bulacaktı. Oturduğu yerden kalktı ve Hükümdar'ın karşısına geçti. Bacağının acısına dayanamıyordu ama yenilginin verdi ği his, içini kavuruyordu. "Başka bir emriniz yok ise askerlerime bir an önce hazır lanmalarını söyleyeyim." Kara Han, başını sallayarak, çıkmasına izin verdi. Ona, devletin huzuru için bu görevin en iyisi olduğunu söyledi. Sakat hâliyle, ölüme gönderildiğini biliyordu, aldığı büyük mağ lubiyetin üzüntüsüyle, düşüncelere dalmış bir şekilde çadır dan çıktı. Bir süre aksayarak yürüdükten sonra kendine doğru koşan, dostu Doran'ı gördü. Hemen koluna girdi ve daha ra hat yol alabilmesi için destek verdi. En iyi askeriydi ve kendi si yokken, ordusunu yöneten kişiydi. Uzun boylu, siyah saçlı, ince ama güçlü bir vücudu vardı. Kemerli bir buruna, büyük kara gözlere, uzun ve tıraşlı bir yüze sahipti. Her konuda sakin düşünen ve hep güleç yüzlü olan bu yiğit, cenk meydanında vahşi bir aslan gibi düşmanlarını en acı şekilde öldürmekten çekinmeyen, gaddar bir ere dönüşüyordu. Devletine duyduğu büyük sadakat, onun en kıymetli değeriydi. Oktar, çadırının önüne vardığında yardımcısına dönüp en kısa sürede üç bin asker hazırlamasını söyledi. Doran, anlam sız gözlerle bakıyordu: "Emredersiniz komutanım, orduyu nereye götürmemi is tersiniz?" Oktar, en iyi savaşçısına gülümseyerek baktı: "Başlarında sen olmayacaksın, ben de geliyorum." Doran, şaşkın bir hâlde: "Fakat bacağınız daha da kötüleşebilir. Eğer yolda bir has talık bulaşırsa... Adamının konuşmasını bir anda kesti: "Ne emrediyorsam onu yap, yarama bir şey olmaz, sen bunları düşünmeyi bırak da, ne kadar sürede orduyu toplaya bileceğini söyle bana..." Genç alp, kısa bir süre düşündükten sonra cevap verdi: "Hazırda bekleyen iki bin erimiz var, bin kişinin bize katıl masını ve erzak ihtiyaçlarını da düşünürsek, en hızlı beş güne hazır oluruz komutanım!" Oktar oturduktan sonra acı içinde, daha çabuk olmalarını söyledi. Ölüme gittiğini biliyordu, aklını kurcalayan ise bu pu sudan nasıl kurtulacağıydı. Dört tarafı düşmanla çevrili devletin, savaşa en yakın olduğu noktasına, sadece üç bin askerle gönderilmesi zaten intihardı. Hareket edeceği savaşçıların ha zır olduğundan bile şüpheliydi. Daha ne kadar hayatta kalabi leceğini, zaman gösterecekti... OĞUZ VE YANINDAKİLER kaleden çıkıp, rahipleri kaybet tikleri uçuruma gitmek için surların yanından başlayan uzun merdivenlerde, hızla koşmaya başladılar. Yol bittiğinde, kısa ama oldukça dik kayalıklara geldiler. Kaygan taşların üze rinde çok dikkatli olmaları gerekiyordu. Ak Şaman, daha az eğimli bir noktayı gösterip inmeye başladı, herkes arkasından harekete geçti. Börteçine, izlendikleri hissine kapılıp etrafı süzdü fakat hiçbir şey göremiyordu. Dikkatli ve oldukça sessiz bir şekilde kayalardan aşağı indiler, kısa bir süre ilerledikten sonra aşağı düşen rahiplerin cesetlerini gördüler. Oğuz, yaşa yan birileri bulma umuduyla yürüdüğü sırada, ölü bedenlerin dibinde yarım insan boyunda, jilet gibi keskin dişlere sahip tüysüz ve oldukça çirkin yaratıklar gördü. Kaybettikleri yol arkadaşlarından üçünün, iç organları ni boşaltmışlardı ve etlerinin büyük bir kısmını yemişlerdi. Oğuz ve Börteçine, hemen silahlarına davrandılar, etrafların da sayabildikleri on civarında yamyam cüce vardı. Börteçine,yıldırım gibi parlayan çift kılıcını sallayarak, yaratıklara doğ ru atıldı. Kendine doğru sıçrayan üç garibeyi, ayakları toprağa değmeden ikiye böldü. Oğuz, büyük topuzu ile saldırganları parçalara ayırıyordu. Rahipler, kısa kılıçlarını gelen canavar lara doğru savurmaya başladı. Başlarda on kişilik bir grup gi bi görünen yamyamlar, ortalık karıştığı andan itibaren, âdeta yağarcasına gelmeye başladılar. Her karanlıktan ve kaya di binden çıkıyorlardı, gittikçe artan cücelerin arasında Oğuz ve Börteçine, rüzgâr hızında salladıkları pusatlarıyla onlarcasını katlederek ilerliyorlardı. Ak Şaman, elindeki asayı yere vurup, tüm saldırganları yere düşürüp sersemletti. İki savaşçı, ken dinden geçmiş canavarları, eski güçlerine kavuşmadan yok ediyorlardı. O sırada Kara Şaman, yanlarında beliriverdi ve canavarlara durmalarını emretti. Göknur Hatun, yoldaşlarını kaybetmenin verdiği üzüntü ve pusuya düşmenin hissettirdiği öfkeyle: "İblisleşmiş kölelerle, bizleri yok edebileceğini mi sandın? Onları geri çek ve yolumuzu aç, yoksa sonuçlarına katlanır sın!" Taman elini kaldırıp, tüm hizmetkârlarına gitmelerini işa ret etti. Kardeşine bakıp: "Ben de bunun için buradayım, sizleri öldürmek istesem, inan bana aklının alamayacağı varlıklarla karşına çıkarım, bu basit yamyam cücelerle değil. Bir anlaşma yaptık, artık aynı safta sayılırız. Yanınıza iki adamımı vereceğim, karşı tarafa ge çip ormandan çıkana kadar size eşlik edecekler ve hiçbir tehli keyle karşılaşmayacaksınız. Bu arada, dostların için üzüldüm. bu diyar tekin değildir." Ak Şaman, arkalarında beliren iki savaşçı gördü. Sadece gözleri görünen ve simsiyah zırh giymiş iki adam, yanlarına gelip elleriyle yolu gösterdiler. Oğuz ve Börteçine, silahlarını indirip yola devam ettiler. Taman'ın köleleri, yanlarındayken siste ve tepenin arkasında, başka bir tehlikeyle karşılaşmadılar. Devler, önlerini kesmedi ve hiçbir akıl oyunuyla uğraşmak zorunda kalmadılar. Ormanın çıkışına geldiklerinde, yol gös teren adamlar hiçbir şey söylemeden arkalarını dönüp, ağaçla rin arasında kayboldular. Kendilerini bekleyen rahiplere, kay bettikleri canların acı haberini verdiler. Oğuz ve Börteçine, halen yaşadıkları bu tehlikeli yolculu g*n etkisindeydiler. Masallarda anlatılan ve asla gerçek olma dığına inandıkları birçok şeyin, aslında insandan uzak ve gizli diyarlarda var olduğunu gördüler. İki savaşçı, kötülüğün üze rine yürüyecekleri güne kadar, tüm yaşananların bir sır olarak kalmasına karar verdiler. Topluluk, hava kararmaya başladığında dinlenme kararı aldı ve çadırlarını kurdular. Ak Şaman, Oğuz ve Börteçine'nin yanına gelip oturdu: "Bu yaşananlar hakkında ne düşünüyorsun Oğuz? Ta man'ın, senin hakkında söylediklerine ne dersin?" Oğuz, gözlerini ateşten kaldırdı ve kendinden emin bir şe kilde: "Bu diyarda, beni ve kardaşım Börteçine'yi yenebilecek bir savaşçı yok! O iblisin uşağının bahsettiği ordu, bizim toplaya cağımız birliklerin önünde asla duramaz. Önemli olan, onları öldürebilecek silahı ele geçirmek, gerisi bizim için sadece bir eğlenceden ibaret" Börteçine, gülümseyerek Ak Şaman'a baktı ve ellerini iki yana açıp: "Nasıl olsa canavar öldürmeye alıştık, ha beş yüz eksik, ha beş yüz fazla!" İki dost, bu sözden sonra kahkahalar atmaya başlamışlar di, Göknur Hatun hiçbir şeyden korkmayan ikiliye, yüzünde hafif bir sırıtma ile baktı. Cesaretleri, onu şaşkına çeviriyordu ama durum oldukça ciddiydi. Eğlencelerini kesecek, oldukça ciddi bir sesle: "Sizler, çok büyük savaşçılar olabilirsiniz ama karşımızdakiler, binlerce yıl önce Azazel'in getirdiği kıyameti engelledi ler. Onları sakın küçümsemeyin ve bunu asla aklınızdan çı karmayın. Ay Baltası'nı saklayan rahibi bulup, emaneti almak zorundayız. En önemlisi, bu süreçte hepimizin ağzı sıkı olma İkisi de kafalarını sallayıp, Göknur Hatun'un sözlerine ka tıldıklarını söylediler. Oğuz ve Börteçine, geçirdikleri yorucu günden sonra biraz dinlenmek için çadırlarına gidip yatakla rına uzandılar. Oğuz, gözlerini kapatıp yaşadıklarını düşün dü ve uykuya dalmadan önce, dudaklarından tek bir cümle süzüldü: "O baltayla, iblisin kellesini uçuracağım!" KÖTÜLÜK IMPARATORLUGU'NUN temellerinin atıldığı K dağın içinden, aralıksız yükselen çekiç sesleri, tüm ko ridorlarda çınlıyordu. Cehennem kızları için zırhlar ve iste dikleri silahları yapabilmek için nöbetleşe çalışan köleler, uzun süren uğraşlar sonunda işlerini bitirmişlerdi. Heybetli atları seçip, onlara uygun çelik örme zırhlar yaptılar. Üç savaş çı kadına yapılan savaş giysileri kendileri gibi büyük, gösterişli ve oldukça sağlamdı, hepsinin üzerine kendi isimleri ve şeyta nın dünya üzerindeki sembolleri işlendi. Kol ve bacak kısım larına alev süslemeli ejder pençeleri oyuldu. Her biri için ayrı miğferler yapıldı. Kendilerini simgeleyen hayvanlar, başlıkla rına çizildi, Hathor için akbaba, Kali'ye yılan, Naamah'a ise bir akrep... Zankona, beş adamıyla cehennem kızların kaldığı odaya gelip kapıya vurdu. İtbaraklar, yanlarında getirdikleri büyük sandıkları yere koydular. Naamah, başını salladı ve sandıkları içeri sokmalarını işaret etti, canavarlar getirdiklerini taşıdıktan sonra gittiler. Üç savaşçı hepsini açıp, içlerindekileri ince lediler, istedikleri zırhlar ve silahlar gelmişti. Hepsi, kendine ait olanları alıp hemen denediler. Artık Kitana'nın yanına gi dip, ilk görevlerini almak için hazırlardı. Kali, odanın dış ka pısını açıp, dışarıda birileri var mı, diye baktıktan sonra sıkıca kapatıp, diğer iki kardeşine baktı: "Burada neden olduğumuzu sakın unutmayın, kraliçenin sadakat büyüsü bizleri etkileyemez. Azazel gelene kadar güve nini kazanıp, verdiği görevleri sorgusuz yerine getirmeliyiz." Hathor, sabırsız bir şekilde: "Bu uzun zaman alabilir, lordumuzu beklemeden o taşı ele geçirebiliriz!" Kali: "Hayır, bu çok riskli, bağlılık iksiri etkisiz ama düşmanı ol duğumuzu öğrenirse yapacağı öldürücü saldırılar, bizi cehen neme geri gönderebilir. O zaman, babamız daha yeryüzüne gelmemişse, ona hesap vermek zorunda kalırız, eminim bunu hiçbirimiz istemeyiz." Naamah, Kali'nin söylediklerine hak verdi: "İtbaraklarla dolu bu yerde, saldırıya geçmek tam bir deli lik olur. Canavarlar çok güçlüler fakat bire birde bizim kadar iyi değiller. Asıl sorunumuz, onların sürü şeklinde saldırmasi. Bence de, ne kadar uzun sürerse sürsün beklemeliyiz!" Hathor'un kafasını karıştıran başka noktalar da vardı: "İnsan topluluklarını getirmemizi emredecektir ve muhte melen biz de, Kitana'ya itaat etmelerini isteyeceğiz. Babamız geldikten sonra, kendi tarafımızda olan ama düşmana biat el mesini söylediğimizle mi savaşacağız? Büyük savaşta, vampir ulusuyla büyük bir yenilgi yaşadık, öküz başlılarımız ve devle rimizin katkısı bile, itbarakları yenmeye yetmedi. Şimdi kura cağımız birlikler, yine onlardan mi olacak?" Kali, gülümseyerek kardeşine baktı: kabileler, iblise tapanlardan oluşuyor, her zaman en güçlü kötülüğün yanında yer alırlar. Cenk zamanı, bize katılmak için buradan ayrılacaklardır. Yaratıkları öldüre cek olan kurtarıcı bir insan, seçilmiş olan bir komutan y ya da hükümdar. Kim olduğu bilinmiyor fakat kitapta belirtilen rü yaları görmeye başlamıştır ve Karanlık Dünya'dan artık haberi vardır. Biz, kaçınılmaz savaş gerçekleştiğinde, Kitana'nın zayıf anını kollayıp Güneş Taşı'nı ele geçirmeliyiz ve Ay Baltası'nı bulduğumuzda, Azazel'e teslim etmeliyiz. Kan Emenleri, Gü neş ışığında yürüyebilir hale getirirsek ve ateşe hükmedebi lirsek, bizi hezimete uğratmış orduyu başıboş gezen köpekler gibi avlarız. Planımız ve yapacaklarımız belli olduğuna göre, bu konuda bir daha asla konuşmayacağız. Lordumuz gelene kadar aramızdan bir kayıp olursa, geride kalanlar öfkeyle bir karar almadan, efendimiz gelene kadar görevine devam ede cek!" Üç kadın, giydikleri zırhlar ve büyük silahlarları ile olduk ça etkileyici görünüyorlardı. Taht salonunun büyük kapısı önünde durdular. Nöbet tutan iki itbaraktan biri içeri girip, anlamadıkları bir dilde, gelenleri haber verdi. Canavar, büyük pençesiyle içeriye girmelerini işaret etti, kadınlar hızlı adım lar ile içeri girip, Kitana'nın önünde diz çöküp, selam verdiler. Kraliçe, hepsinin üzerlerini inceledi ve mutlu bir yüz ifade siyle: "Benim güçlü cehennem kızlarım, oldukça göz alıcı ve güçlü görünüyorsunuz, görevleriniz için hazır mısınız?" Kali öne çıkıp, cevap verdi: "Tüm isteklerinizi sorgusuz yerine getirmek için hazırız efendim!" Kendinden emin bu ses, Kitana'nın hoşuna gitmişti: "Güzel, o zaman sizlere söyleyeceklerimi iyi dinleyin, he pinize ayrı görevler vereceğim. Kali, yeminli ordunun yerini bulmanı istiyorum, nerede yaşadıklarını bilen bir rahip var, adı Liang. Ay Baltası'nı saklayan kişinin, o olduğunu biliyorum. Yerini öğren ve o aptalla beraber tüm tapınağını yok et Savaşçı, emri aldıktan sonra selamını verip salondan çık ti. Kalan iki kadına bakan Kitana, tekrar konuşmaya başladı: "Naamah, güneyden destekçin olduğunu söylediğin halk ları ve tüm savaşçıları bana getireceksin. O topraklara gönder diğim ölüm meleklerimden haber geldi, krallıkların orduları içerisinde olan büyük savaşçılar, buraya gelmek için hazırlar. Bize katılmak isteyenler, itbaraklar tarafından sana getirile cek, onları da alıp gelmeni istiyorum!" Kadın, başıyla onaylayıp çıktı. "Hathor, Roma topraklarına ve Kuzey Avrupa'ya gidecek sin. Oradaki destekçileri topla ve dönerken, adamlarımın sa na getireceği savaşçıları buraya getir. Yolculuğun diğerlerin den daha uzun ve yorucu olacak, kimsenin dikkatini çekme. Kali'nin görevi bittiğinde, devletlerin içine sızmış hizmetkår larımla haberleşip senin nerede olduğunu öğrenir ve yanına gönderirim!" Son görevi alan da ayrıldıktan sonra Kraliçe, masanın üze rinde duran büyük haritaya baktı. Tüm devletler ve sınırla rı özenle çizilmiş, dağ ve ovalar ayrıntılarıyla belirtilmişti. Ötüken'e gönderdiği kızdan haber gelmemişti, ortada yanan ateşin yanına gidip gözlerini kapattı. Büyülü kelimeleri söyle meye başladıktan kısa bir süre sonra, kadının gözlerinden bakmaya başladı. Yanındaki itbaraklar ile konuştu ve nerede olduklarını öğrendi. Büyük obaya varmalarına az bir zaman kalmıştı, oraya gittiklerinde ilk hedeflerinin, büyük komutan lar olması gerektiğini söyledi. Kadınla iletişimini koparıp göz lerini açtı, emirleri harfiyen uygulanıyordu. Başka bir noktada, Kuyular Kalesi'nde, Karanlık Dünya'nın diğer yüzü, uyandırdığı diğer lanet ile planlarını uygulamaya devam ediyordu. Taman, salonunda oturduğu sırada, üç asılın topraklarında olduklarının ve kendine doğru ilerlediklerinin haberini almıştı. Kıisa bir süre sonra, siyah pelerinler giymiş Kan Emenler, büyük kapıyı aralayıp içeri girdiler. Yanlarında silah taşımıyorlardı, Azazel tarafından dönüştürüldükleri yaş taydilar. Uzun boylu, otuzlarına yaklaşmış, kısa sarı saçlı, yu varlak ve tıraşlı bir yüzü olan erkek vampirin adı Ravnos'du. Küçük ela gözleri, kalın dudakları, oldukça güçlü bedeni ve tok bir sesi vardı. Henüz yirmili yaşların başında olan orta boylu, uzun siyah saçlı, büyük kara gözlere, masum bir sura ta ve belirgin bir top sakala sahip olanın ismi, Ventrue idi. Atletik bir vücuda sahipti ve vampirler arasındaki liderliği o üstlenmişti. Üçüncüsü ise yirmili yaşlarının ortalarında olan, kızıl, uzun saçlara ve etkileyici bir surata sahip bir kadındı. Uzun boylu, pamuk kadar beyaz bir teni olan, zümrüt yeşili gözleriyle Lamia, Taman'a baktı ve neden çağırıldıklarını sor du. Taman öfkeliydi: "Kitana'nın sizi fark etmesi an meselesiydi, dağa fazla yak laşmamanızı söylemiştim. Neden ormana girip sizi kovalama larına izin verdiniz?" Ventrue, sinirlendiğinde siyahtan kızıla çalan gözlerini bü yücüye dikip sert bir yanıt verdi: "Kendini bizim kraliçemiz mi zannediyorsun? Yaklaşma mız gerekti ve harekete geçtik, bunun hesabını bize soramaz sin. Görevimiz, onları izleyip Azazel'e son olanları haber vermek, senin işin de bunları iletmek, bunu sakın unutma ölümlü!" Taman, kaşlarını çatarak birkaç adım yaklaştı: "Benim büyümün etkisinde olan bu topraklarda, sizin gü cünüz ve hızınız etkisizdir. Bu yüzden eğer canımı sıkarsanız, o küçük dişlerinizi bir itinki gibi çeker, tek seferde sökerim. Benimle olan konuşmalarınıza dikkat edip dediklerimi harfi yen uygulayacaksınız, anladınız mı beni?" Ravnos, sabırsız ve çabuk sinirlenen biriydi, kendilerine yükselen sese dayanamadı ve bir anda Taman'a doğru atıldı. Hızlı bir saldırı yapmak istemişti ama dokunamadan, biri onu itmiş gibi geriye doğru düşüp, yere kapaklandı .
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD