10. BÖLÜM

3007 Words
"Ben, Ay Baltası'nın peşinde devam edeceğim. Kitana ben den şüphelenmemeli, onu alana kadar, yanındaymış gibi day ranmam gerekiyor. Sen, bir an önce söyleyeceğim yere gitmelisin, oraya Taman'dan önce varman gerekiyor. At kullanma, devamlı beslenerek, kendi gücünle yol al. Taman bedeni yok etmeden bul ve Roma topraklarına, Venedik şehrine götür. Candi adındaki büyücü kadını bul, bizim en büyük destekçimiz ve nesiller boyu, Azazel'in can bulacağı vücudun yerini değiştiren aileye mensup." "Candi'yi nasıl bulacağım? Sen ve kardeşlerin, Venedik topraklarına silahı ele geçirdiğinde mi geleceksiniz?" Kali'nin, itbaraklar yokluğunun farkına varmadan, dönmesi gerekiyordu. Bu yüzden daha hızlı anlatmaya başladı: "Byzantion'da, sana tarif edeceğim yerde mavi renkli, avuç içi kadar bir taş bulacaksın. Babamıza hizmet eden, soylu bü yücüleri bulur, damarlarında atalarından aktarılmış Azazel'in kanı dolaşır, bu sayede onları gösterir. Hemen yola çık, Ravnos ve Lamia'yı da bulup Venedik'te bizi bekleyin!" Ventrue, kapıya doğru yönelen Kali'ye, arkasından seslendi: "Babamızın bedenini kurtaracağım, merak etme." Kali, boş evden çıkmadan önce Ventrue'ye bakıp: "Umarım başarırsın Ventrue. Eğer kaybedersek, babamızın bize vereceği ızdırabı, tahmin bile edemezsin!" Kali, atına bindi ve karanlığın içinde kayboldu, Ventrue, dostunun arkasından ortalığı kolaçan edip yola koyuldu. Kali, kısa sürede tapınağa vardı ve itbaraklar ile Çin topraklarına doğru ilerlemeye başladı. Asıl korktuğu şey, Liang'a ulaşamazsa ve izini kaybederse, silahı nasıl bulacağını bilmiyordu. Yeminli ordunun nerede olduğunu bilen başka birileri var ise, onları bulmak zorundaydı fakat bu, samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Herkesin aradığı Liang ise, kuzeyde artan saldırilardan sonra itbarakların tapınağa yakında geleceklerini tahmin etmiş ve yola çıkmıştı. Çin topraklarında ilerlemiş, eski rahip dostlarıyla görüşüp Çin sarayına varmıştı. Liang, eskiden İmparator tarafından takdir edilen bir rahipti fakat yıllar önce büyücüler meclisine düzenlenen saldırı dan sonra düşman oldular. İmparator, Ay Baltası'nı istemişti, Liang'in önderliğindeki rahipler konseyi, silahı vermeme kararı aldıktan sonra araları bozulmuştu. Başlarda, baltayı bu lamadıklarını söyleseler de içlerinden biri, tüm olan biteni İmparator'a anlatmıştı. Duruma çok sinirlenen Kral, Liang ve dostlarının üzerine, ordusuyla yürümüştü. Halktan topladığı tepki ve o gün emanetleri korumaya yemin eden samuray birliği, devletin parçalanma olasılığını düşünen İmparator'un, geri adım atmasına neden olmuştu. Sonrasında, aralarında bir barış anlaşması imzalayıp yeminli ordu ve emanetler ile uzak la diyarlarda, güvende yaşamaya devam etme kararı almışlar di. Liang ise, Ejder Tapınağı'na göndermiş, geri kalan ömrü, kuzeyde ve soğuk topraklarda sürgün olarak geçmişti. Liang, barış yaptıkları günden sonra saraya hiç gelmemişti. Devleti zor günler geçiriyordu ve Han Hanedanlığı'nın baskısı gün geçtikçe artıyordu. Liang'a göre bu birleşme, daha güçlü bir Çin demekti ama iki aile, kazanan olmak için devamlı çekişiyordu. Zarar gören ise her zamanki gibi halk ve ordular oluyordu. Liang, sarayın kapısında bekleyen nöbetçilere yaklaştı. Üzerinde, şehirde yaşayan dostunun evinde giydiği, başrahip cübbesi vardı. İki gün, arkadaşının yanında dinlenip bilgi alışverişinde bulunmuştu. Kapıdakiler yanına yaklaşıp, Liang'a selam verdiler ve ikisi, yolda eşlik etmek için yanında yürümeye başladılar. Liang'in gelişi, başkentte merak uyandırmıştı, o halkın sevgisini kazanmış, beş bin kişilik yeminli ordunun lideriydi. Liang, sarayın geniş avlusuna girdiğinde, İmparator'un komutanlarından Shan'ı gördü. Suratı asıktı ve dalgın gözlerle tek bir noktaya bakıyordu. Shan, Liang ile İmparator arasında ki olayların gerçekleştiği yıllarda, henüz yeni doğmuştu. Şimdi ise büyümüş, kazandığı savaşlar sayesinde, İmparator'un gözüne girmiş ve en önemli birliklerden birinin başına geçmişti. Babası, Liang'in arkadaşlarından biriydi, çocukluğunda Liang'i çok severdi ve çoğu kez tapınağa gidip, yanında zaman geçirirdi. Shan uzun, siyah saçlı, orta boylarda, oldukça güçlü, genç bir komutandı. Savaş meydanlarında giydiği, üzeri ejderha motifli ateş kırmızısı zırhı ile tüm diyarda tanınıyordu. Diğerleri gibi tek düşüncede saplanıp kalmayan ve olayları, en ince ayrıntısına kadar düşünen bir savaşçıydı. Shan, Liang'i gördüğünde, tebessüm ederek hızla yanına geldi. Liang'i son gördüğü günden bu yana, yıllar geçmişti fakat hemen tanımışti. Shan, ellerini iki yana açıp: "Liang amca, gözlerime inanamıyorum." Liang ve Shan, geçen zamanın verdiği, büyük özlemle sa rıldılar. İhtiyar Liang, gözlerini genç komutanın üzerinde gez dirip: "Ah Shan, beni hemen tanıdın küçük samuray." Shan çocukken, Liang ona küçük samuray derdi. O za manlar, tahtadan bir kılıç hediye etmişti, oyuncağıyla kedileri, köpekleri kovalarken, Liang onu izleyip gülerdi ve çok eğle nirdi. Shan: "Nasıl tanımam Liang amca, evimizde kaldığın günleri ve sohbetini çok özledim." "Konuşacağımız çok şey var Shan ama önce, Imparator ile görüşmem lazım." Shan, etrafa bakarak kimse var mı diye kontrol etti: "Amca, saray uzun zamandır karışık. Her yerde, Han Hane danlığı'nın gizlenmiş adamları var. Kimin, ne taraftan olduğu nu bilmiyoruz, ayrıca Imparator ile geçmişteki yaşadığınız kötü anıları düşünürsek, duymak istemediğin sözler işitebilirsin." "Her şeyden haberim var, buraya gelmeden önce tüm dost larımla görüştüm. Merak etme sen oğlum, konuşacağım konu devleti ilgilendiren, çok önemli bir mevzu. Uzun yıllar son ra buraya ilk kez gelmem, sarayın içinde tedirginlik yaratmış olabilir, bunun farkındayım. Ben de, zamanında kellemi al mak isteyenlerle dolu bu büyük duvarların arasına girmek is temezdim fakat bizi bekleyen büyük bir tehlikeyi, haber ver meliyim." "Konu ne, Türkler mi? Yoksa Moğol akıncıları, daha büyük saldırılar mı yaptı?" "Hayır, bu durum tüm insanlığı ilgilendiriyor. Seninle, bu tadan çıktıktan sonra konuşuruz, olur mu? Şimdi İmparator'u görmem lazım!" Shan, başını salladı ve eliyle önlerindeki koridorlardan bi rini göstererek; "Peki, sana yolda eşlik edeyim" dedi. Shan ve Liang, taht odasına gittikleri sırada, önemli mevzu hakkında hiç konuşmadılar. Büyük kapıya geldiklerinde Shan, son kez Liang'a bakıp, dikkatli olmasını söyledi. Nöbetçilerden biri, içeri girip haber verdi ve kapılar ardına kadar açıldı. İmpara tor, salonun sonundaki gösterişli tahtında oturuyordu. Liang, tahta doğru yürüdüğü sırada, içeride bekleyenler arasında bir uğultu yükselmeye başladı. Kral, Liang'in selam verip, konuş maya girmesini beklemeden kaşlarını çatarak: "Uzun zaman oldu, seninle son görüştüğümde tahtım sal laniyordu ve ordum ikiye bölünmenin eşiğindeydi. Hangi fe laketlerle canımı sıkmak için geldin?" dedi. Liang, gülümseyerek selamını verdi ve her zamanki sakin ses tonuyla: "Sizi de görmeyeli uzun zaman olmuştu efendim. İyi ha berler getirebilen bir adam değilim fakat bu seferki, sadece devletimizi değil, tüm diyarı ilgilendiren bir bela." İmparator, Liang'in suratına baktı ve oldukça ciddi oldu ğunu gördü. Onu en son, kendisine başkaldırdığı zamanlarda bu yüz ifadesinde görmüştü. İçerideki herkese, dışarı çıkmala rını emretti ve ejderha motifli basamaklardan inip, Liang'in yanına geldi. Eliyle, pencerenin kenarındaki gösterişli masa yı işaret ederek, oturmasını söyledi. Liang, sandalyeyi çekip oturdu: "Kuzeydeki saldırılar artmaya başladı. Bu durum, bekle diğim kıyametin, gücünü toplamaya devam ettiğinin bir gös tergesi." İmparator, dalga geçer bir tavırla: "Gönderdiğin nottaki canavarlar mı, itbaraklar?" "Evet, karanlık dünya her geçen gün kuvvetlenmeye de vam ediyor. Bir an önce işlerini bitirmezsek, kıyameti kapı mızda karşılamak zorunda kalırız. "Peki, bunu nasıl yapacağız?" Liang, vereceği cevaptan sonra kralın çok sinirleneceğini biliyordu: "Durumu Kara Han'a da anlattım, beni dinledi ve güçleri mizi birleştirme fikrimi onayladı. Eğer siz de uygun görürse niz, yüz binlerden oluşacak bir orduyla, iblisleri yok edebiliriz. Yaratıklardan haberi olan, birkaç hükümdar daha var. Bunla rin arasından Roma da, bu ittifaka savaşçılarını gönderebilir. İmparator, kahkahalar atmaya başladı: "Türkler ve biz, beni güldürme Liang! Sen, fazla hayalperest olmuşsun, tahtımda zor zamanlar geçiriyorum ve inan bana, o uyduruk köpek başlı ulus, umurumda bile değil. Gelmeye kal kışırlarsa, bunu canlarıyla öderler. Ay Baltası sende değil mi? Zamanında bunun için bana karşı başkaldırmadın mı? Git ve o kendini beğenmiş yeminli ordun ile onların işini bitir. Ken di yurtlarına girmeleri yasaklanmış, efendilerini arkadan han çerlemiş hainlerin çocuklarıyla, cihanı kurtarabilirsin!" "Efendim, onların ne kadar güçlü olduklarını ve büyük sa vaşta neler yaptıklarını size yazdım. Bu söylediklerimi, şimdi neden görmezden geliyorsunuz?" İmparator sandalyeden kalkıp, kibirli bakışlarıyla: "Sözüm bitmiştir Liang, baltanı da alıp, nerede oldukları bile bilinmeyen ordunla korkularının üzerine yürü. Tabii, on larda savaşacak yürek, sende de bu masala inanacak akıl varsa. Benim, halletmem gereken daha önemli işlerim var. Bu sefer, istediğini alamayacaksın, tekrar kahraman olma hayallerine kapılmışsın ama unuttuğun şey, artık sopa bile kullanamayan bir ihtiyarsın. Dünyada geçireceğin son günlerini, yollarda ve savaş alanlarında kendini öldürtmeye çalışarak tüketme. Kara Han'ı ikna ettiysen, onunla bir birlik kur, size başarılar!" Liang, asla olumlu bir cevap alamayacağını anlamıştı. Aya ğa kalkıp selamını verdi ve kapıya doğru yürümeye başladı. Ardına baktığında, son kez göz göze geldiler ve Liang, İmpa ratorun göğsüne ok gibi saplanacak cümleleri söyledi: "Karanlığa karşı tek başınıza savaşamazsınız. Büyük bir komutan ya da seçkin savaşçılardan oluşan bir ordu gerekir. İtbaraklar bu şehre de gelecekler, durumu kabullenmeseniz de gerçeklerden kaçamazsınız. Altından heykellerinizi yıkıp özenle yaptığınız çatılarınızı başınıza yıkacaklar ve sonunda, Çin ulusuna dair hiçbir şey kalmayacak. Büyük surlarınızın arkasından attığınız okların çıkardığı ses, acı çığlıklar öncesi duyulan, çaresizliğin son şarkısı olarak kalacak. Umarım o za mana kadar, birlik çağrımı bir kez daha düşünürsünüz. "Sarayımdan defol! Bir daha da o pis ve lanet taşıyan ayak larını topraklarıma sürme. Yüzünü bir kez daha görürsem, kelleni koparırım, söylediklerimi sakın aklından çıkarma." Liang, salonda çıktığı sırada Shan, aralanan kapıdan hid detlenmiş bir hâlde ayakta duran İmparator'u görmüştü. Ba ğırışlarından sonra telaşlı bir hâlde amcasının koluna girdi. Liang, genç komutana bakıp; "Hadi gidelim Shan, seninle ko nuşmam gerekli" dedi. İkili saraydan çıkıp, Shan'ın evine gitti ler. Liang, tüm bildiklerini Shan'a anlattı, bütün gece bu ko nu hakkında konuştular. Shan'a hayatının tehlikede olduğunu ve bir an önce saraydan uzaklaşmasını söyledi ve en sonunda, hayatını tamamen değiştirecek olan teklifti yaptı; "Yeminli or dunun başına geç Shan!" OTÜKEN'DE, BÜYÜK ÇADIRDA beraber oturan Ağan ve Kara Han, beyler ile devlet meselelerini konuştukları sırada, dışarıdan gelen alkış ve tezahürat seslerini duydular. Kara Han, nöbetçilere seslenip, bu gürültünü nedenini sordu. Savaşçı, Oğuz ve Börteçine'nin geldiğini, ahalinin karşılama yaptığını söyledi. Kara Han, öfkeyle ayağı kalktı ve tüm obayı gören otağından dışarı çıktı. Nefretle parlayan gözleri, kala balığın ortasındaki Oğuz ve Börteçine'nin üzerindeydi. Arka sinda beliren Ağan, kendilerine doğru çatık kaşlarıyla, koşar adımlar ile gelen Ildır'ı gördü. Ildır, Kara Han'a selamını verip eliyle topluluğu gösterdi: "Baba, bu nasıl bir rezilliktir? Anneme ve bana kılıç çeken ler, kahraman gibi karşılanıyor!" Kara Han, dişlerini sıkarak: "Sözlerine dikkat et Ildır! Ne gördüğümü ben de biliyo rum, yaptıkları her şeyin cezasını çekecekler, merak etme." Kara Han, adamlarına dönüp: "İkisini de hemen çadırıma getirin, halkı dağıtın." Kağan, son dönüşünde bile böyle coşkulu bir şekilde kar şılanmamıştı, otoritesinin gün geçtikçe daha da sarsıldığının farkındaydı. Kara Han, arkasını dönüp çadırına girdi. Ağan ve Ildır, bir süre daha olanları izledikten sonra Hakan'ın yanına gidip, Oğuz ve Börteçine'nin gelmesini beklediler. On savaşçı, kalabalığı yararak Oğuz ve Börteçine'nin yanı na gelip Kara Han'ın isteğini ilettiler: "Oğuz Bey, Kağan'ımız derhâl sizi görmek ister." Oğuz, umursamaz bir tavırla: "Tamam, siz gidin birazdan geleceğiz." Börteçine, gülerek Oğuz'un omzuna elini attı: "Baban seni çok merak etmiş, daha fazla özlem çekmesine izin verme kardaşım!" İki dostun gülüp, eğlendiği sırada, alp tekrar söze girdi: "Sizi de bekliyor Börteçine Ağam, hem de hemen." Börteçine, Oğuz'a bakıp: "Ildır yılanı, biz yokken boş durmamış desene kardaşım." "Ağan ile beraber kim bilir ne planlar yaptılar. Oktar da bizi bekliyordur, biz yokken neler döndüğünü öğreniriz." Kendilerini çağırmaya gelen yiğitler, Komutan Oktar hak kında konuştukları sırada, başına gelenler hakkında hiçbir bilgi vermeden, çadıra doğru eşlik ettiler. Oğuz ve Börteçi ne içeri girdiklerinde Kara Han'ı, yerine kurulmuş ve öfkeli bakışlarla kendilerini beklediğini gördüler. Sağ tarafinda Il dir, solunda ise Ağan ve onu destekleyen dört komutan vardı. Oğuz, Komutan Oktar ve kendine yakın olan dört komutanı görememişti, göreve çıkmış olabileceklerini düşündü. İki dost, selamlarını verip, Hakan'ın gösterdiği yere oturdular. Oğuz ve Börteçine, iyi karşılanmayacaklarını biliyorlardı fakat Ağan'ın bakışlarının sürekli üzerlerinde gezinmesi, bu ani çağırılışın içinde başka planların olduğunun göstergesiydi. Kara Han, tok sesiyle ve sert bakışlarıyla: "Hoş geldiniz, bunca zaman nerelerdeydiniz?" Oğuz, nereye gittiğini söyleyemezdi. Ak Şamandan öğren diği sırrı ölene kadar saklı tutacağına söz vermişti: "Güneyde görmem gereken dostlarım vardı, hazır yola çık mışken diğer obaların da ne hâlde olduğuna baktık." "Biz tanıyor muyuz bu dostlarınızı? Şamanlar ile gittiğini ze göre, önemli insanlar olmalılar?" Oğuz, ağzından laf almaya çalışan babasına baktı, hafif gülümseyerek: "Ak Şaman'a da uğrayacağımızı duyan rahipler, bizimle beraber gelmek istediler, yol boyu can güvenliklerini de sağlamış olduk." "Peki, gelelim asıl konuya, kuzeydeki saldırıların sayısının, tahmin ettiğimizden daha fazla olduğunu gördük. Tüm yer leşkeleri gezdik, acımasızca yapılmış katliamlar ile karşılaştık. Bu durumun bir an önce çözüme kavuşması ve suçluların ya kalanıp, en ağır şekilde cezalandırılması gerekmektedir." "Kim yapmış, Moğol mu, Çin mi?" "Topraklarımıza saldıranlar, birleşerek büyük bir kabile oluşturmuş Moğol akıncıları. Bunun dışında, bildiğiniz gibi Yüeçiler ile de savaş kapıda." Börteçine: "Hakan'ım, Oktar Bey ve diğer komutanlar neredeler, kuzeye mi gittiler?" Ağan, Gökkurtlar gibi özel savaşçılardan oluşan birliğin li derinden çekiniyordu. Börteçine, onun için çok tehlikeliydi, zeki bir adamdı ve elinde, diyarın en iyi yiğitlerinden oluşan bir güç vardı. Savaş alanında yüz yüze geldiğinde çekineceği az sayıdaki isimlerden biriydi. Onun ipini, Oktar'a kurduğu pusu gibi çekemezdi, onun, bu tür oyunlar ile alt olmayacağı ni biliyordu. Bu yüzden, damarına basıp sınırlarını zorlayarak bir yanlış yapmasını bekleyecekti. Eğer istediği olursa, tehli keye girmeden, Kara Han tarafından ölüm hükmü verilirdi: "Çok mu merak ettin Börteçine? Ne zamandan beri dev leti düşünür oldun?" Börteçine yumruğunu sıktığında Oğuz, kolunu tutup dos tunu durdurdu ve söze girdi: "Komutan Ağan, ne zamandan beri kendi menfaatleri dı şında devleti düşünür olmuş da, başkalarına hesap sorar?" Ağan cevap vereceği sırada, Kara Han elini kaldırıp konuş masını engelledi: "Yeter! Benim huzurumda olduğunuzu unutmayın, Oktar ve dört komutanımız kuzeyde değiller." Oğuz: "Böyle önemli bir konu konuşulurken, seferde de değiller ise neredeler?" "O konuya geleceğiz ama önce, ben yokken yaptığınız kar gaşadan başlayalım. Siz, benim tahta vekil bıraktığım Ildır'a nasıl kılıç çekersiniz? Ager Hatun'un üzerine yürüyüp Ildır'ın arkadaşlarını öldürmüşsünüz, siz kendinizi ne zannedersi niz?" Börteçine, Oğuz'dan önce söze girdi: "Hakan'ım, Ildır'ın, yanındaki üç Moğol haydut ile yaptı ğı taşkınlıklar, etrafa yeterince zarar veriyordu. Halkı huzur suz edip obadaki gençlere sataşıyorlardı. Olayın olduğu gece, yanımıza geldiler ve tehditler savurdular. Sancağımız altında, ana yurdumuzda birileri kılıç çekiyorsa, karşılığı başka ne ola bilirdi?" "Tarafları dinleyip haksız olana karar verene kadar, kim senin fikirleri hakkında yorum yapmayacağım fakat benim obamda, emrim dışında kimseyi öldüremezsiniz. Yaşanan bu düşüncesiz davranışınız hakkında hükmümü verene kadar, Oğuz ile beraber kuzeye gidip, saldırıları yapanları bulup ge rekli cezayı vereceksiniz. Madem kan dökmeye bu kadar he veslisiniz, devletiniz için istediğiniz kadar can alabilirsiniz!" Oğuz, düşmanlarının yüreğini korkuyla titreten bakışıyla: "İçinde kötülük, düşmanlık barındıran her kim olursa, bu obadaki halka ve komutanlarımıza bırakın laf söylemeyi, izin almadan suyundan bile içemez! Hükmünüzü sabırsızlıkla bekliyor olacağım, kardaşım ile adamlarımızı toplayıp, en kısa sürede yola çıkarız." Ildır: "Döndüğünüzde bu yaptıklarınız yine karşınıza çıkacak Oğuz ağam. Dönmenizi sabırsızlıkla bekleyeceğim, umarım katlettiğiniz arkadaşlarımın kabileleriyle karşılaşmazsınız." Börteçine gülerek, dalga geçer bir tavırla: "Senin gibi doğru düzgün ok atmayı bile beceremeyen biri için haddinden büyük sözler konuşuyorsun. Biz yokken tahta kılıçla alıştırmalar yaptın sanırım." Kara Han: "Yeter dedim, huzurumda bir daha bu şekilde asla konuş mayin, ,bu son uyarımdır. Kuzeye yolculuk öncesi adam topla mana gerek yok Oğuz. Zaman kaybetmemeliyiz, bin alp hazır da bekliyor, onları alıp derhål harekete geçin." "Moğol akıncıları için bin kişi çok fazla, bize daha azı da yeter. "Dediğim gibi olacak, sizin için hazırlanan yiğitleri alın ve en geç üç gün içerisinde yola çıkın." Oğuz, başıyla Hakan'ı onaylayıp çadıra girdiği andan beri merak ettiği şeyi sordu: "Bunların dışında, Komutan Oktar'ın nerede olduğunu hakkında bir şey söylemediniz. "Son zamanlarda başımıza, ardı sıra pek çok kötü olay gel di. Dört komutanımıza, obada gizli bir saldırı düzenlendi ve hepsi öldürüldü. Oktar, onların cesetlerini bulduğu gün, pazar alanında Ağan'a saldırdı. Yüzlerce alp, yok yere son nefesini verdi, bu vahim olaydan sonra birinin Ötükenden uzaklaştırıl ması gerekiyordu. İlk hamleyi yapan taraf Oktar olduğu için de, ana yurdumuzdan giden kişi oldu." Börteçine, duyduklarına inanamıyordu: "Dibimize kadar girip, onca alpi atlatarak bu pusuyu kuran kim?” "Yapanları henüz bilmiyoruz fakat Ağan araştırıyor. Oktar konusuna gelince..."" Oğuz, meraklı gözlerle, bir anda söze girdi: "Evet, Oktar Bey nerede?" "Ne yazık ki, onu da kaybettik!" Oğuz, bir anda ayağa kalktı: "Nasıl olur, kim yapabilir böyle bir şeyi?" Kara Han, karşısında dikilen, öfkelenmiş oğluna bakıp: "Kabullenmesi zor durum ama Oktar, güneyde Yüeçiler ta rafından kurulan bir pusuda, yüzlerce adamıyla beraber haya tını kaybetti. Büyük bir savaşçı ve komutandı." Börteçine: "Kurtulabilen kimse yok mu?" Kara Han, başını umutsuzca salladı: "Dönen olmadı Börteçine, gönderdiğimiz savaşçılar, ceset lerine ulaşamamışlar, tam bir kıyım yaşanmış." Oğuz, bir anda çadırdan dışarı fırladı, Börteçine de arka sından kalkıp Oğuz'un yanına gitti. Oğuz, dostuna bakıp: "Nasıl olur Börteçine? Oktar, bu kadar basit bir pusuya düşmez, hele düşman topraklarına doğru ilerlediği sırada. Doran ile beraber, aynı yerde asla durmaz, biri ölürse diğeri savaşçıları yönetip, intikamını alsın diye." "Biliyorum kardaşım, ben de akıl erdiremedim bu duru ma, bu işte başka bir oyun var. Kuzeyi halledip bir an önce obaya dönmeli ve bu işin peşine düşmeliyiz." İki savaşçı üzgündü fakat bir o kadar da, intikam alma duy gusuyla doluydular. Tüm gece Oktar'ın üzüntüsüyle gözlerine uyku girmedi. Oğuz, Ak Şaman'ın kendine verdiği görevi, ku zeye gitme işini ve önceden, Oktar ile planladıkları tahta çıkma planını düşündü. Hiçbirini, kafasında netleştiremiyordu çünkü hepsi, bir anda yerle bir olmuştu. Oğuz ve Börteçine çıkmaza düşmüştü, nereden başlayacaklarını bir türlü kestiremiyorlardı. Oğuz, o gece, her zaman yaptığı gibi yüksek bir tepeliğe, Gök Tanrı'ya dua etmek için çıktı. Ötüken'i ve çevre yerleşke leri gören bir noktada dizlerinin üzerine çöktü, başını kaldırıp gökyüzündeki yıldızlara baktı. Tüm kalbiyle dua ettiği sırada hemen ilerisinde parlayan, mavi bir ışık gördü. Oğuz, oturduğu yerden kalkıp, ne olduğunu anlamak için yürümeye başladı, yaklaştıkça parlaklık azaldı ve bir kızın oturduğunu fark etti. Işığın, kızın başında hilaller şeklinde bir taç yaparak dağıldığını gördü. Çok güzeldi ve Oğuz'a bakıp gülümsemeye başladı. Oğuz, şaşkına dönmüş bir hâlde; "Sen de kimsin, buraya nereden geldin?" dedi. Selcan Hatun: "Ben, senin için buradayım Oğuz, hep seni bekledim. Senin karın olmak ve soyunun dirilişi için buradayım." Oğuz, onun güzelliğine bakmaya doyamıyordu. Çekik gözlü, beyaz tenli, kömür karası saçları olan kız gülümsediğinde, sanki Güneş doğuyordu. Gök Tanrı, onu Oğuz için özellikle yaratmış gibiydi. İkisi, uzun süre sohbet ettikten sonra obaya gittiler ve Oğuz, herkese evleneceği haberini saldı. Ay Hatun tarafından da çok beğenilen, uzak obadaki Oğuz'un amca kızı Selcan Hatun'la evlendiler. TAMAN VE ADAMLARI, uzun bir yolculuktan sonra MarTduk Zigguratının bulunduğu şehrin surlarına vardılar. Üzerinde, değerli taşlardan aslan işlemelerinin bulunduğu, görkemli giriş kapısının önünde bir süre bekleyip çevrede gezinen, kaç tane nöbetçi olduğuna baktılar. Bulundukları yer den, zigguratın tepesindeki tapınak görünüyordu, yapının rengârenk inen katları, insanı büyüleyen bir manzara oluşturuyordu. Taman, yanındaki hizmetkârları ile şehre girdi ve etrafi inceleyerek, kara kısrağıyla meydana doğru, yavaş adımlar ile ilerledi. Kitaplarda anlatılan, Eski Babil'den eser yoktu, savaşçıları ile pazar yerine girdi ve muhafızlarına, halkın giyindiği elbiselerden almalarını, dikkat çekmemelerini emretti. Güneş tepedeydi ve hava oldukça sıcaktı. Kara Şaman, rahiplerin çoğunun uyuduğu saatlerde, Azazel'in uyanacağı bedenin olduğu zemine, sessizce girmeyi planlıyordu. Ahali gibi giyinmiş askerleriyle dinlenmek için bir hana girdi, akşama kadar burada bekledikten sonra harekete geçmeyi planlıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD