"Kahretsin!"
Acıyla inledim. Başımı yeniden yastığıma bıraktığımda o rafı tepeme çaktığım için dişlerimin arasından bir kez daha kendime küfrettim. Uyku ile uyanıklık arasında birbirine sarılan göz kapaklarımı henüz aralayamamışken yataktan kalkmaya çalışmış ve çoğu zaman yaptığım gibi rafın orada olduğunu unutup alnımın ortasına köteği yemiştim. Hayır, yani anlamıyorum. Koskoca odada başka yer mi yoktu da ben gidip o kütüğü tepeme çivilemiştim? İnsan olan kendine böyle bir eziyeti reva görür müydü hiç? Neymiş efendim? Katalogda çok şık duruyormuş. Gördün mü şimdi kataloğun kaç köşe olduğunu Aysima Hanım?
Tam, dikkatli bir hamle ile yerimden kalkıp banyoya yönelmiştim ki yastığımın altından kendini duyurmak için 'isyan' eden telefonumu fark ettim. Halil Sezai avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Tam geri dönüp yatağa eğilmiş ve telefonu elime alıp yeniden doğrulmuştum ki 'alnıma yediğim darbe az geldi, bir de kafama yedireyim' diyerekten az önce aşk yaşadığım rafla yeni bir ilişki içerisine girdim. Bu defa isyan eden Halil Sezai değil bendim! Acı ile elimi kıvırcık saçlarımın arasına daldırıp darbe alan yeri ovuştururken gelen aramaya cevap verdim.
"Efendim, Zehra!" Sesim, zonklayan başımın acısını arkadaşımdan çıkartmak istercesine öfkeli ve telaşlıydı.
"Hayırdır kızım? Geleyim de döv bari!"
"Yok bir şey! Başımı çarptım."
"Ha! Tamam... Ben de bir şey oldu sandım. Boş ver, o kafa alışık böyle darbelere. Hazırlandın mı sen?"
"Kızım, ne bu acele? Dur hele, daha afyonum patlamadı. Sabah sabah..."
"Saate de bakmadın sen kesin!"
Bakışlarımı az önce kafamla çarpık ilişkiler yaşayan rafın üzerindeki saate çevirince boğazımdan kısık bir çığlık kaçıverdi.
"Çüş! Saat kaç olmuş? Sen neredesin?" dediğimde çalan kapının sesi sorumu cevaplar nitelikteydi. Telefonu kapattım ve hızlı adımlarla koşup kapıyı açtım. Zehra, her zamanki gibi göz alıcı görünüyordu.
"Nereden çıktın sen?"
"Gerçekten merak ediyor musun?" dediğinde kıkırdamama engel olamadım.
"Öf! Tamam. Etmiyorum!" derken bir elimi havada sallayarak az önce sorduğum soruyu geçiştirdim. "Durakta buluşacaktık ya hani?"
"Ben başıma gelecekleri bildiğim için olaya el koymaya geldim canım?" deyince Zehra, alışkanlıklarımın bir getirisi olarak istemsizce elimi belime attım.
"Neymiş o başına gelecekler?"
Zehra çizmelerini çıkarıp ayakkabı rafına yerleştirdikten sonra arkasından kapıyı kapattım. Salona doğru ilerledik.
"Şimdi sen her zamanki gibi bin bir sakarlıkla hazırlanmaya çalışırken geç kalacaksın. Beni durakta saatlerce ağaç edeceksin. O da yetmemiş gibi en sevdiğim yazarın, aylardır dört gözle beklediğim imza saatine yetişemeyeceğim. Sonra ben kalp krizi geçirirken ortalık karışacak. Baygın birini görmeye hevesli yüzlerce düşünceli (!) insan başıma toplanacak. Orada bir de nefessizlikten ölüm riski geçireceğim. Sonra beni apar topar hastaneye kaldıracaklar. Bütün bir geceyi hastanede kolumda serumla baygın bir şekilde geçireceğim. Tabii bu sırada çok sevgili nişanlımla bu geceki eğlenceyi ve günlerdir beklediğim o muhteşem konseri de kaçırmış olacağım. E, sen de başımda beklersin herhalde."
"Yuh artık, Zehra! Saniyede ne senaryo yazdın kızım? Bence sen boş ver okulu falan, bir an önce otur daktilo başına, kurgu yazmaya başla."
"Daktilo mu?"
Ben salondan yatak odasına geçerken Zehra’da peşimden geldi.
"Evet, daktilo! Hani şu üzerinde harfler olan, tuşlarına basınca kâğıda harfleri damgalayan, satır bittiğinde kolunu haşırt diye çekip alt satıra geçtiğin, yazı yazmaya yarayan icat..."
Bir yandan üzerimi giyinirken bir yandan da Zehra'ya laf yetiştirmeye çalışıyordum ve bu hiç de kolay olmuyordu. Yine de biz kadınlar bu konuların üstesinden ustaca gelebiliyorduk.
"Hani şu fi tarihinden kalan... Kızım daktilolar yerini el bilgisayarlarına bırakalı asır olacak neredeyse. Ne daktilosundan bahsediyorsun sen?"
İşte tam da o anda hokka burnumu havaya kaldırıp artistik bir pozla arkadaşıma karşılık verdim.
"Biliyoruz herhalde! Ama şunu da bilmelisin ki, hiçbir teknolojik alet daktiloda yazılan romanın tadını vermez. O tuşlardan ses gelecek arkadaş! Çatır çatır yazacaksın!"
"Aman! Gören de kırk yıllık yazar zanneder. Unuttun mu kızım! Sanat tarihi öğrencisisin sen. Yani, tamam. Okuduğun bölüm gereği tarihi makinalara hevesin olabilir ama iki bin yirmili yıllarda yaşıyoruz. Aramıza dön artık."
"İyi be, tamam! Döndüm işte...Nasıl olmuşum?” dedim. Ellerimi kırmızı elbisemin pileli eteğinde gezdirirken meraklı gözlerim Zehra'dan gelecek güzel birkaç söz bekliyordu. Tabii bu sırada mesleğimi savunmaktan da geri duramadım. İyi bir sanat tarihçisi olacağım kesindi.
"Ayrıca unutmadan, bahsettiğin tarih ile sanat tarihi arasında kocaman bir fark var," derken ellerimle havada kocaman bir daire çizdim. Sanki böylelikle büyüklüğünü daha iyi açıklayabilecektim. Zehra ise daktilo konusunu çoktan unutmuş parlayan gözleri ile beni süzüyordu. Aşağı doğru bükülen dudakları fikrini açığa vursa da duymak kadar etki etmiyordu.
"Mükemmel!" dedi hayranlıkla.
"Her zamanki gibi..." deyip savurduğum saçlarımla ne kadar itici olduğumun da farkındaydım.
"Ukala!"
"Ne yapayım? Gerçekleri inkâr etmenin kime ne faydası var ki?" derken kapıyı kilitledim ve oyalanmadan dolmuş durağının yolunu tuttuk. Caddenin ortasında arkadaşımın koluna girdim ve çok merak ettiğim bir soruyu canım arkadaşıma sormadan edemedim.
"Benim sevgili ev arkadaşım, nişanlısının bağrından kopup evine dönmeyi düşünüyor mu acaba?"
"Aşk olsun Aysima! Şurada birkaç günlük kaçamağı bana çok mu gördün? Zaten Zafer’in ailesi iki gün sonra dönecekmiş. O zaman kavuşursun çok sevgili ev arkadaşına."
"Suç mu yani? Özledim seni! Kolay mı sanıyorsun bir başına yemek sofrasına oturmak. İnsanın o yemeği pişiresi gelmiyor. Hem yaren olmayınca çayın da boynu bükük kalıyor. Hanife teyzenin kekleri, börekleri sensiz geçmiyor boğazımdan."
"Sakın bana ilan-ı aşk ediyor olmayasın," derken attığı samimi kahkaha İstanbul'un gürültüsüne karışmıştı çoktan.
"Abartma Zehra! Hem... Sen söyle bakayım! Siz ikiniz... Evde kimse de yok... Bir haltlar karıştırmıyorsunuz inşallah... Vallahi anne babana bırakmam, seni ben parçalarım."
"Ya sorma! Her gece, her gece... Yakında teyze olduğun haberini de alırsın. Tövbe estağfurullah yaa... Deli mi ne?" dediğinde şaka olduğunu bilsem de gözlerim kocaman açılmıştı.
"Sus, edepsiz!"
"Ha! Sen eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürürken edeplisin de edepsiz olan benim, öyle mi?"
"Bak hala!" derken çoktan Zehra'nın kolundan çıkmış elimi belime atıp otoriter anne pozisyonumu almıştım bile.
"Tamam, tamam. Sustum. Da... Kızım, son sınıfa geldik. Sende hâlâ tık yok. E ben de eniştemle tanışmak istiyorum artık. Bir enişte baklavası yemeyelim mi yani?"
"Çüş! Sen git nişanlının baklavalarını ye, bize de ikram etme. Bir de bizden bekle. Çok beklersin canım. Söyle o nişanlına, öyle aile gözüne girmeye çalışmakla olmaz bu işler, bir tatlıyı bize çok gördü, ona kız mız yok."
"Olur canım, söylerim."
İmza alanına kadar tatlı atışmalarla geçen gürültülü yolculuğumuza yaşlı teyzeler illallah etse de herhangi bir çanta, ayakkabı veya yaralayıcı nesne taarruzuna maruz kalmadan metrobüsten inmeyi başarabildik. Yine de o teyzelerin öldürücü bakışlarından sağ salim kurtulmuş olsak da fuara giden köprüden karşı tarafa sağ geçmek bir mucize gibi görünüyordu. Şahit olduğum manzarada binlerce insan sabırla fuara ulaşmaya çabalarken hemen her ağızdan çıkan o tek bir cümle dudaklarımın kıvrılmasına yetmişti. 'Arkadaş, bu memlekette bu kadar kitap okuyan insan var mıydı yaa...'