Bölüm 3

1168 Words
İçeri girdiğimizde fuar alanına göz gezdirdim. Diğerlerinden çok bariz bir farkı yoktu ama dekorasyonda tercih edilen bohem renkler insana sanki bir yazlık kasabasındaymış hissi veriyordu. O an güneşi ne kadar özlediğimi hatırladım. Kışı da seviyordum evet ama yaz her daim favorimdi. Yazar imzalarının olduğu alana geldiğimizde Zehra elindeki kitabı imzalatma aşkına saatlerce sıra beklemeyi göze almıştı. Benim için işkence gibi görünen bu bekleyiş onun için vuslata ermek gibiydi. Büyük bir sabırla beklediğim on beş dakikanın sonunda daha fazla dayanamadım ve nasıl bir iç çekmişsem Zehra'nın dikkatini çekmeyi başardım. "Hayırdır şekerim, o nasıl bir iç çekişti öyle?" "Hiç! Düşünüyordum," dedim bir kez daha iç çekerek. "Neyi?" Bakışlarına bakılacak olursa gerçekten merak etmişe benziyordu. Sanırım benden daha romantik bir şeyler duymayı bekliyordu. Fakat onu hayal kırıklığına uğratacaktım. "Bu işkenceye daha ne kadar katlanabileceğimi?" "İşkence mi? Nasıl yani?" "Yani burada böyle sap gibi beklemek gibi..." "Sana inanamıyorum Ays. Gerçekten şu güzelliğe ulaşmayı işkence gibi mi görüyorsun?" "Hayır canım, tam olarak öyle değil. Daha çok; bir daha ne zaman göreceğimi dahi bilmediğim, tanıma ihtimalimin olmadığı ve muhtemelen hiçbir zaman onun için bir okur olmaktan daha öteye gidemeyeceğim bir yazarın, kitabımın üzerine atacağı bir karalama için belki de daha verimli geçirebileceğim birkaç saatimi sap gibi ayakta bekleyerek geçirmeyi işkence gibi görüyorum, Beni biliyorsun ben şekilden çok işleve önem veririm." dedim. Bir süre sessiz kalan arkadaşım kurduğum bu uzun cümleyi tam olarak özümsedikten sonra şaşkın gözlerini üzerime çevirdi. "Bunu sen söylemiş olamazsın Aysima." "Kabul ediyorum, benim için oldukça uzun ve karmaşık bir cümle oldu." "Tabii ki bundan bahsetmiyorum." "Tamam, yani kitap imzalatma hakkındaki düşüncelerimde biraz aşırıya kaçmış olabilirim. Ama lütfen gitmeme izin ver. Sıkıldım. Sen bekle burada, ben şu sergide gezeyim biraz. Sonra buluşur konsere geçeriz. Olmaz mı?" "Beni yalnız mı bırakacaksın?" "Sadece sen imzanı alana kadar..." Ah! Bir bilse aklımın başka yerde olduğunu. O meleği bulmam gerektiğini ve bunun için bütün fuarı en az dört kez tavaf edebileceğimi. Her şeyi ona anlatabilirdim elbette ama bu şu an için vakit kaybı olurdu. Bu konuda beni anlayabileceğini düşünmüyordum. Muhtemelen alay eder ve tüm motivasyonumu bozardı. Hatta sesi kulaklarımda yankılanmıştı bile. “Kızım sen deli misin? Peşinde bu kadar adam pervane olurken sen bir hayaletin peşinde mi koşacaksın? Çok komiksin.” İşte bu yüzden susmak en mantıklısıydı. Yani hakkımda hiçbir şeyi saklayamadığım arkadaşıma elbette bu konudan da bahsedecektim ama şimdi, burada değil. Bir süre düşündü Zehra, ardından bana hak vermiş olacaktı ki gitmeme izin verdi ama, "Bir şartla!" dedi. "Dinliyorum!" "Buradan çıktıktan sonra benimle geleceksin." Nereye diye sorsam daha önce yaptığı gibi beni dostluktan aforoz ederdi şüphesiz. Ne de olsa dostlar nereye diye sormazdı. Hiçbir fikrimin olmadığı bir yere gelemem desem, bu defa da beni hayırsız olmakla suçlayacaktı. Sanırım en mantıklı olanı kabul etmekti. "Tamam kabul, geleceğim," dedim ve telefonumun aydınlattığım ekranından saate baktım. "İki saat sonra konser alanının orada buluşalım." "Nereye diye sormayacak mısın?" "Nereye diye sorarsam beni dostluktan reddetmeyecek misin?" "Neden edeyim?" Bu defa şaşırma sırası bendeydi. Gerçek bir ikizler burcuydu bu kız. Ne zaman, neye, nasıl tepki vereceği hiç belli olmuyordu. Bugün yaptığım bir espriye deli gibi gülerken yarın yaptığım aynı espriye bağıra çağıra kıyameti koparırdı. Bir insan ancak bu kadar taşıyabilirdi burcunu. Bu yüzden hep temkinli olmak gerekirdi. "Daha önce neden etmeye kalkıştın, hatırlıyor musun?" "Hayır! Ne saçmalıyorsun kızım, neden reddedeyim seni?" "Neyse, tamam Zehra. Ben şimdi gidiyorum. Konserden sonra da nereye istersen gideriz." "Ama bu böyle çok kolay oldu ya." "Görüşürüz Zehra!" derken dişlerimi sıkmaktan diş etlerim ağrımıştı. İkizler burcu bir dosta sahip olmak kadar zor bir şey varsa o da sevgilinizle ilk buluşma yemeğine giderken ne giyinmeniz gerektiği konusundaki kararsızlığınızdı. Zira ikisinde de asla nasıl bir sonuç alacağınızı bilemezdiniz. Zehra'nın yanından ayrılırken aklım hâlâ köprünün üzerinde gördüğüm adamdaydı. Sırf onu tekrar görebilmek umudu ile fuardaki tüm alanları dolaştım. Resim sergisi, piyano dinletisi, konuşmacı konferansları… Hiçbir yerde yoktu. Muhtemelen ikimizin de birbirinden haberdar olmadığı, ki onun zaten benden haberi yoktu, garip bir kovalamaca oyununun içinde gibiydik. Gerçi o hâlâ oyunda mıydı, onu da bilmiyordum. Biraz sonra antika eşyaların olduğu alanı gezerken gözüm daktilolara takıldı. Daha bu sabah üzerine konuştuğumuz bu tarih kokan makinalar göze öyle hoş görünüyorlardı ki bir tanesine sahip olmak için neler vermezdim. Fakat öğrenci bütçesi buna pek imkân vermezdi. Ağır ağır stantları gezerken siyah kasalı bir daktilonun önünde durduğumda parmaklarım refleks olarak yüksek tuşların üzerinde gezinmeye başladı. Ardından şaryo koluna giden elimi, standın arkasından gelen sesi duymamla birlikte geri çektim. "Size nasıl yardımcı olabilirim?" diyordu o ses. "Şey... Ben sadece bakıyordum." "Anladım. Az önce sizi seyrediyordum da... Daktilolara özel bir ilginiz var gibi..." "Bazı güçlü anılar diyelim..." diyebildim tebessümle. O an çalışma masasının arka tarafında bizden çaldığı vaktini daktilonun başında, sürekli yazarak geçiren babam geldi gözlerimin önüne. Bütün gün uzaktan onu seyreder, tuşların üzerinde hızla gezinen parmakların, kendi parmaklarım olduğunu hayal ederdim. Fakat hayalden ötesi yoktu benim için çünkü babam asla daktilosuna dokunmama izin vermezdi. Bir defasında bütün cesaretimi toplayıp, onun uyuduğunu düşündüğüm bir saatte daktilonun başına geçmiş ve yazmayı bilmeyen küçük bir kız çocuğu olarak bütün sayfaları karmaşık harflerle doldurmuştum. Tabii, sonrasında aldığım ağır cezanın ardından bir daha daktiloya yaklaşmaya cesaret edemedim. "Kullanabilir miyim?" diye sordum tüm samimiyetimle adamın gözlerinin içine bakarken. "Tabii, buyurun. Yalnız, dikkatli olursanız sevinirim. Oldukça eski makineler bunlar. Zarar gelsin istemeyiz." Cevap vermedim. Sadece başımı salladım ve bu defa yazmak için biraz daha sert bastım tuşlara. "Ne kadar konuşursa konuşsun dilin, mühürlüyse kalbin açılmaz dudakların..." Ardından dikkatli bir hamle ile şaryo kolunu çekip devam ettim. "31Aralık2020/Aysima" "Teşekkür ederim," dedim adama memnuniyetle. Elbette daktiloyu ilk kez kullanmıyordum fakat daha önce kullandıklarım yenilerdendi. Orijinal, antika bir daktilo ile yazmakla asla boy ölçüşemezdi ve sanırım, bu siyah olanını babamınkine benzetmiştim. Orada kısa bir süre daha oyalandıktan sonra biraz ötede taş plaktan yükselen o cızırtılı ve nağmeli sese doğru yönlendirdim adımlarımı. Standın üzerinde değişik yıllara ait olduğunu düşündüğüm birkaç farklı model gramofon ve birbiri ardına özenle dizilmiş taş plakları görünce kendimi yetmişli yılların sonlarında hissettim. Standın tavanına iplerle asılmış eski sanatçıların posterleri de bu hislerimi kuvvetlendirmişti. Birkaç hatırladığım şarkıya eşlik ederek sergiyi gezindikten sonra oradan ayrıldım, ünlü fotoğrafçıların makinalarından çıkan o muhteşem fotoğrafların sergilendiği salona geçtim. Yeniden saatime baktığımda Zehra ile buluşmamıza beş dakika kalmıştı. Son bir kez fotoğraflara göz gezdirirken karşı duvara yerleştirilmiş olana takılı kaldım. Bir savaş sırasında çekilmişti fotoğraf. Silahın namlusu alnına dayanmış olan bir kız çocuğunun gözlerindeki korkuyu ve aynı anda o korkuya kafa tutan cesaretini fotoğraflamıştı sanatçı. Benim bakmaya cesaret edemediğim bir fotoğrafta o küçük kızın namlu önünde dimdik duruşu bana kendimi sorgulattı. Hayat bazı çocuklar için maalesef çok zordu ve onlara bu zorluğu yaşatansa insanoğlunun ta kendisiydi. Konser alanına gidene kadar aklım hep o fotoğrafta takılı kaldı. Asıl düşündüğüm ise o fotoğrafa seyirci kalanlardı. Aslında orada o resmi çekenden tutun da ben de dahil, İstanbul'un nezih bir semtinde açılmış olan bu fuarı gezerken o fotoğrafı izleyen herkes, daha da ileri gidersem bu manzaraya sessiz kalan herkesti düşündüğüm. Gördüğüm ilk an sanki günlerce etkisinde kalacağımı düşündüğüm o fotoğrafı unutmam çok da uzun sürmedi aslında. Zaten bizi vurdumduymaz yapan en büyük sorunumuz da bu değil miydi? Unutmak… Bir yandan da insanoğlu için en büyük nimet sayılırdı. Aksi halde hayat nasıl çekilir olurdu ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD