"Evet Elena Hanım. Kızınız burada güvende ve sağlıklı kalacağından emin olabilirsiniz..." diyen görevli kadının bulunduğu yerden uzaklaştım ve etrafıma göz atmaya çalıştım. Helikopterle gelmemizden dolayı kulaklarım baskıdan tıkanmış ve sanki uğulduyor gibi hissediyordum. Muhtemelen kulaklığı yanlış takmış olmalıydım çünkü o lanet olası pervanenin sesi kulak zarımı patlatmak üzereydi.
Çam ağaçlarıyla kaplı olan çevremiz, ileriyi fazla göstermiyor olsa da helikopterle aşağı inerken aslında küçük sandığım ama âdeta küçük bir kasabayı aratmayacak kadar büyük olan bir alanda bulunduğumuzu biliyordum. Ağaçların önündeki küçük, yapay dağ figürünün üzerinde, bir sürü bayrak dizilmişti. Altında ise çiçeklerle CENNET KENTİ'NE HOŞ GELDİNİZ yazıyordu. Güzel görünüyordu ama insanı daha da merakta bırakıyordu nedense.
Annemin, buradan daha ileri gitmesine izin yoktu. Yüzünde beyaz maskesi ve ellerinde de eldivenleri yer alıyordu. Virüs çıktığından beri oldukça tedbirli bir şekilde ilerliyor olsa da bu kadar ileri gitmemişti. Bizi, evde 15 gün karantinada tutup bütün testleri yaptıklarından sonrasında bunları takmamızı istemişler, havaalanına götürüp oradan da özel uçakla buraya getirmiş, ardından helikopterle de Cennet Kenti'nin içerisine giriş yapmıştık.
Burası, yüksek güvenlikli bir kamp alanı denilebilirdi. İnsanlar, Covid-19 denilen virüs dünyaya yayılmasının ardından evlerine kapanmış ve sosyal hayatlarından uzakta bir yaşam sürmek zorunda bırakılmıştı. Artık dışarıda herkes maskeyle dolanmak zorunda bırakılmış, mekanlara girebilecek insan sayıları belirlenmiş ve belirli yaş kategorisindeki insanların dışarı çıkabilmelerine izin verilmeye başlanmıştı.
İlk duyduğumda hâlâ böyle bir şeyin olabileceğine inanamayan ben, sonunda kendimi odama kapatmış, telefon, tabletim ve bilgisayarımdan başka hayatım yokken kendimi burada bulmuştum. Okullar kapatılmış ve online denilen bir sisteme geçilmişti ama artık okulun bir önemi kalmamış gibi hissetmeye başlamıştım. Herkesin notları yüksek olmaya başlamış, ortalamamın yüksek olmasının bir önemi kalmamıştı.
Evet, inek bir öğrenci olarak adlandırılan o kategoride olsam da artık bir önemi yoktu. Dünyada herkes başarılı ve zirveyi paylaşıyordu. Hayattaki tek amacım, babam gibi beyin cerrahı olmakken babama aylar boyu sarılamamamın verdiği antipati ile tıpa dair her şeyden soğuyup gelecekte hayatımın nasıl olmasını istediğimi sorgulamaya başlamıştım. Annemse bu çöküşümün farkına vararak beni çok pahalı ama özgürlüğün geçmişteki hâli gibi olan, sınırlarıyla çevrilmiş bir kamp alanına göndermeye karar vermişti. Sadece çok zengin ailelerin çocuklarının gelebildiği, en son seviyesi ise hâlâ üniversite okuyan son sınıfların olabildiği bir kamptı burası.
Sanki insanlık içerisinde umut vadeden varlıkların bir alana sığdırılması gibiydi.
Buraya parası olan herkesin çocuğu gelemiyordu. Belirli testlere, sınavlara tabi tutuluyordunuz. Geçmişte yaptığınız aktiviteler ve nasıl bir karaktere sahip olduğunuzu uzun bir süre gözden geçirirken bir yandan da neye yetenekli olduğunuza dair sınavlara sokulup deneniyordunuz. Korona olabilme ihtimalinize karşın da sizi bu süre zarfında her 3 günde bir teste tabi tutup eğer kabul edilirseniz de 15 gün karantinada kalmanızı sağlıyorlardı.
Evet, gerekli bütün şartları sağlamış, herhangi bir fiziksel sorunum olmaması şöyle dursun, zeki olduğuma kanaat getirdiklerinden sonrasında Cennet Kent'ine kabulüm gerçekleştirilmişti. Annem, bu işi halledebilmek için o kadar çok uğraşıştı ki bütün nüfusunu araya sokmasının ardından Rusya'dan olan akrabalarının yardımı ile buraya gelebilmiştim.
Buranın amacı, insanlara normal hayatı sunmaktan ziyade geleceğe sunabilecek kapasitenin hâlâ korunma çabasıydı.
İçerisi hakkında pek bir fikrim yoktu ama aylarca odamda tıkıldıktan sonrasında artık nefes alabileceğim bir alanın bulunduğunu bilmek hoşuma gitmişti.
Annemin bana seslenmesi üzerine bütün dikkatim dağılmış, etrafı incelemeyi bırakıp onlara dönmüştüm. Helikopter, çoktan durmuş ve önündeki masada annemle birlikte son imzaların atılması için prosedürleri uyguluyorlardı.
Evet, ne kadar reşit bir birey olsam da buraya beni bıraktıkları için dışarıda bulunan bir temsilcim tarafından onay verilmesi gereken ayrıntılara göz atmaları gerekti. O anlaşmayı okuduğumuzda dikkatimizi çeken en garip etkenlerin hepsinin aslında hayatımızın bütün kontrolünün Cennet Kent'ine ait olmasıydı. Garipti. Burada ölmek gibi durumlarınızda Cennet Kent'ini dava edemezdiniz çünkü dışarıdaki virüsten sonrasında oluşturdukları güvenli alan içerisinde doğal şartlar yüzünden ölmeniz onların suçu sayılmayacak kadar katı kuralları vardı.
Kısacası çocuğunuzu burada bırakıyorsanız her şeyi göze almak zorundaydınız. Ama bu en son düşünülecek etkendi çünkü burada ölmek için oldukça saçma sapan şartlar altında kalmak zorundaydınız. Ya birisi sizi öldürmeliydi ya da kazara kalp krizi geçirmeniz sonucunda hayatınızı kaybedebilirdiniz.
"Almira, son olarak senin de imza atman gerek. Buraya gelebilir misin?" dediğinde başımı onaylar anlamda sallayıp yanlarına gittim. Oldukça düzgün giyinmiş kadın, yol boyunca susmak bilmeden Cennet kenti hakkında bir şeyler anlatıp durmuştu. Pazarlama konusunda oldukça iyi olsalar da kendilerini pazarlamak zorunda olmayacaklarını da farkındaydılar. Bu yüzden despot ve oldukça düz bir tavırları söz konusuydu.
Bana gösterdikleri yeri imzalamak için masadaki hiç kullanılmamış tablet kalemin alıp önümdeki tabletin ekranında görünen ekrana imza attım. Dijital imza anında ekranda normal bir imza gibi görünmeye başlarken kadın yerinden kalktı ve "Bu son imzaydı. Artık vedalaşabilirsiniz." diyerek bizi baş başa bıraktı.
Annemle göz göze geldiğimizde içimdeki ağlama dürtüsünü geriye iteklemek için yutkunmak zorunda kaldım çünkü annemin ela, yeşil rengi karışık olan o güzel gözleri çoktan yaşlarla dolmuştu bile.
Kollarını açıp beni kollarının arasına aldı ve sımsıkı sarıldı.
"Beni sık sık aramanı istiyorum." dedi burnunu çekerken. Yüzü maskeyle kapanmamış olmasa, ağlarken bile güzelliğiyle insanı büyüleyebilirdi. Bu halde olmamız daha iyiydi çünkü ağlamamak için büzülen dudaklarımın farkına varamıyordu. Gözlerimi ise sürekli kırpıştırıp duruyordum ki dolmasın. Ah! Bu kadını özleyecektim.
"Tamam anne."
"Durumun hakkında beni sürekli haberdar edecekler ama sen yine de beni ara olur mu? Baban ve ben seni çok merak edeceğiz."
"Onu da benim için öp olur mu? Merak etme. Seni sürekli arayacağım." dediğimde başını onaylar anlamda salladı ama çalışmaya başlayan helikopter sesimi çoktan örtmeye yetmişti bile. uzun, sarı saçlarım gelen şiddetli hava yüzünden havalanırken annemin, küt saçları çoktan dağılmaya başlamıştı bile.
"Seni seviyorum." dedi zar zor duyabildiğim süre zarfında.
"Ben de seni seviyorum." dedikten sonrasında helikoptere bindi ve bana defalarca el sallayıp öpücük gönderdikten sonrasında gitti.
Huh! Evet, ağlamadan bu işten de kurtulmuştum. Tam da o sırada bulunduğumuz yerde tek başıma olduğumu fark ettim. Hey! O kadın da annemle gittiğine göre, ben nasıl içeri girecektim şimdi?
Tam da o sırada etrafıma bakınırken taş yolun kenarındaki tabela dikkatimi çekti.
DEZENFEKTE MERKEZİ
Okula gitmem gereken taşlı yolun devamını göstermesine karşın gerilsem de oraya doğru ilerlemeye başladım. Etrafta başka tabela var mı diye iki kere kontrol ettim ama yoktu. Buradan başka gidecek taşlı yol da yapmamışlardı. İçimdeki dürtü, düzgünce biçilmiş çimleri ezmem konusunda beni zorlasa da her yerde kamera olabilmesi düşüncesine karşılık ilk günden insanların gözüne batmamak için taşlı yolda ilerledim. Ormana girdiğim andan itibaren ışıklı bir tabela ile karşılaşmam uzun sürmedi.
DEZENFEKTAN MERKEZİ
Gösterdiği yere baktığımda ise bir asansörle karşı karşıya kalmıştım. Garip olan da buydu ya. Kocaman ormanın ortasında sadece etrafı camlarla çevrilmiş bir asansör yer alıyordu. Ne çıkacağı bir apartman ne de başka bir şey vardı.
İlerleyip düğmesine basmak için yer aradığımda hiçbir şey bulamadım. Ama tepede yanan kırmızı ışık yeşile dönüp garip bir ses çıkardıktan sonra asansörün kapıları açıldı ve benim içeri girmemi beklercesine açık bir şekilde bekledi.
Sorgulamadan içeri girdim. Muhtemelen beni izliyor olmalıydılar ve her şeyi onlar yönlendirecekti.
İçeri girmemle kapanan kapılar istemsiz ürkmeme neden olurken içeride yanan beyaz ışık yumuşak bir hâl aldı. Hemen ardındansa güzel bir kadını sesi kulağıma ilişti.
"Cennet Kent'ine hoş geldiniz. Lütfen herhangi bir yere dokunmadan ortada bekleyiniz. Birazdan sizi dezenfekte odasına sokacağız." demesinin ardından asansör yavaşça hareket etti ama yukarı değil, aşağı doğru ve ormanlık alan yavaşça görüş alanımdan çıkmaya başladı. Tanrım! Bu oldukça korkutucuydu ama olduğum yerde kıpırdamadan öylece beklemeye devam ediyordum.
Asansör, ormanlık alandan tamamen çıktığında kalın bir beton zemini de geçtik ve ardından uzun, ışıklandırılmış, rayla döşeli dar bir yolda ilerlemeye başladık.
"Cennet Kent, sizi dış dünyadaki tehlikelerden korumak için 2019 yılında kurulmuş ve 2020 yılında faaliyete sokulmuş yüksek güvenlikli bir kamp alanıdır. Burada, belirlenen yeteneklerinizi geliştirip dondurulmuş okul hayatınızın devamını sürdürebilmeniz için sunulan hizmetlerin hepsinden yararlanabilecek, normal fakat daha iyi bir konforla hayatınızı güzelleştirebileceksiniz..."
Kaydedilen konuşma dar yolun bitimine kadar devam etti. Dezenfekte odasına geldiğimizde ise kapıların açılması uzun sürmedi.
Serin ve tıpkı hastane gibi kokan oda karşısında istemsiz gerilirken o ses bu sefer odada yankılandı.
"Lütfen kıyafetlerinizi ve eşyalarınızı sağda bulunan kırmızı alana bırakınız."
Anlamaz bir şekilde etrafıma bakındım ve sağdaki kırmızı kutu dikkatimi çekti. Üzerimde sadece telefonumu bırakmama izin verilmişti. Çantalarımın hepsini onlar almış ve kendileri odama götüreceklerini söylemişlerdi. Sistemin kıyafetlerimi de çıkarmamı istemesine karşılık istemsiz gerilmeden edemdim.
Etrafa bakındım ve köşelerde, her açıyı görebilen kameralarla karşı karşıya kaldım. Kahretsin! Muhtemelen beni izliyorlardı ve bu süre zarfında soyunmamı mı istiyorlardı?
Yapmaktan başka çarem olmadığı için istemeden de olsa soyunmaya başladım. Kot pantolonum ve bluzumu çıkardıktan sonra iç çamaşırlarımı çıkarmamayı denedim ama sistem yeniden konuştu.
"Lütfen iç çamaşırlarınızı da çıkarınız."
Korktuğum başıma gelmişti. Bu, kötü hissettiriyordu. Şimdiden buraya geldiğim için pişman olduğumu düşünmeye başladım. Birilerinin beni soyunurken izliyor olması hoşuma gitmese de her şeyi imzalamış ve burada yapılacak her türlü eylemi kabullenmiştim. Bu yüzden denileni istemesem de yaptım ve iç çamaşırlarımı da çıkarıp kutunun içerisine attım. Ellerimle kapatabildiğim kadar alanımı kapatmaya çalışırken o ses yeniden duyuldu.
"Lütfen ortadaki sarı dairenin içerisine giriniz."
Denileni yaptım ve orada durdum.
"Ayaklarınızı dairenin hemen dışına gelecek şekilde açınız." dediğinde yerdeki dairenin büyüklüğüne baktım. Tanrım! Bu çok utanç vericiydi.
"Kollarınızı da iki yana, kafanızla 90 derece alacak şekilde açınız."
Kendimi deneye sokulan bir denek gibi hissediyordum. Denileni artık sorgulamadan yaptığımda
"Lütfen 10 saniye nefesinizi tutup gözlerinizi kapalı tutunuz." dedi ve 3'ten geriye saydı. Tanrım! Nefesimi tutmak konusunda kesinlikle iyi değildim ama yapmak zorunda olduğum için o 3 saniye içerisinde içime depolayabildiğim kadar nefes depolayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Kulağıma hava sesi geldi ama beni asıl şaşırtan şey bedenime gelen ferah su parçacıklarıydı. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Az kalsın kokusunu merak ettiğim için nefes alacaktım ama sonrasında yapmamam gerektiğini hatırlayıp bundan vazgeçtim.
"Gözlerinizi açabilirsiniz." dedi ve sonunda gözlerimi açtığımda odada hiçbir şey yoktu. Aynı bıraktığım şekilde görünüyordu.
"Lütfen sol tarafta, sizin için bıraktığımız tulumu üzerinize geçiriniz."
Denileni yapıp sol taraftaki sarı tulumu da üzerime geçirdikten sonra rahat bir şekilde nefes bırakmıştım. Çıplak kalmaktan iyiydi.
Beni yönlendiren ses, asansörün zıddı yönünde beni yine dar bir koridordan ilerletti. Muhtemelen yer altında bir yerdeydim ve etraf tamamen beyazlarla kaplıydı. Kendimi bilimkurgu filminde gibi hissediyordum.
Yolun sonuna geldiğimde, buz camlı kapılar iki yana açıldı ve bir anda atmosfer değişip normal bir bekleme salonuna gelmiştim. Ortasında, ayakta bekleyen cılız bir erkek yer alıyordu ve üzerindeki takım elbisenin yakasında ise CK yazıyordu. Beni bekliyormuş gibi gelmemle yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi.
"Almira Mahzer, hoş geldiniz. Size Cennet Kent'i tanıtmak için buradayım. Ben, Erdem. Lütfen beni takip edin." dedi ve bir anda soldaki iki yana açılan otomatik kapıdan içeri girdi. Burası, çok büyük bir asansördü. Asansör, yukarı, beklediğimden uzu sürede çıktı. Kapılar iki yana açıldığında ise ferah bir koridor ve kapılarla karşı karşıya kalmıştık. Asansörden çıktığımızda, kimsenin olmadığı bir ortamın aksine, bir süre CK çalışanın bulunduğu alanda olduğumu fark ettim. Herkes, kendi işiyle ilgileniyorken geniş koridorun bir tarafı boydan camlarla kaplıydı. Dışarı baktığımda neden asansörde kaldığımızı anlamıştım çünkü helikopterde inerken gördüğüm en yüksek binanın tepesinde olmalıydık.
"Burası, CK ana binası. Herhangi bir sorunun olduğunda ulaşmak istediğin alana dair her şey burada. Burası da Cennet Kent'i. Bu bina, kentteki her alanı görebilecek şekilde tasarlandı. İstatistiklerine bakarsak ilgi alanların spor, yabancı dil, zihin aktiviteleri ve daha bir sürü şey... Güzel! İlginç bir karaktere sahip olmalısın. Seni A bloğuna alacağız. Orası şurada gördüğün mavi alan oluyor." dedi ve çatısında belirli yerlerin maviye boyandığı yeri gösterdi. Oldukça geniş bir alanı kapsıyordu. Küçük evler ve birkaç saha gözüme takılmıştı.
"Orası, yeni gelenler için kısa süreli kalacağınız alan oluyor. Sonrasında verdiğiniz sonuçlarla yerleşeceğiniz bölgeyi seçiyorsunuz." dediğinde başımı onaylar anlamda salladım. Kendimi uyumsuz filminin ortasında gibi hissediyordum. Tanrım! Nereyi seçeceğimi nereden bilecektim peki?
Konuşup bana bir şeyler anlatıyordu ama ben onu dinlemeyi bırakmıştım çünkü bunların hepsini zaten evde bize yolladıkları videoda da anlatıyorlardı. Hoş, annemin, burası hakkındaki bildiği şey benden daha fazla olsa da muhtemelen içine girdiğim vakitte öğreneceğimden şimdi onu pür dikkat dinlemeye odaklanamıyordum. Kocaman bir alandı ve kahretsin ki kendimi bir bilgisayar oyunun ortasına hissediyordum. Her şey düşünülmüştü. Dinlenme alanları, sahalar, okullar, evler, alışveriş merkezi, eğlenmek için kafeler barlar ve kulüp... sayabileceğim bir sürü şey varken karınca sürüsü gibi görünen insanları buradan zar zor seçebiliyordum.
"Erdem, bakıyorum da aramıza yeni katılan birileri var. Önümüzdeki yıla kadar kontenjanımızın dolduğunu sanıyordum." diyen bir adamla bütün dikkatim dağılmıştı. Dönüp baktığımda ise benim kısa boyuma karşılık oldukça uzun, iri yarı bir adamla karşı karşıya kalmıştım.
Erdem de gördüğü kişiye şaşırmış gibi bir an olduğu yerde ne diyeceğini bilmez halde duraksamıştı.
Dönüp tekrar adama baktım. Siyah saçlarını geriye doğru özenli bir şekilde taramıştı. Beyaz teni üzerinde tek bir kusur bile yer almıyordu. Sanki her gün düzenli bir şekilde cilt bakımı yapıyor gibi pürüzsüzdü. Sakallarını, sinekkaydı tıraşı şeklinde almış ve köşeli çenesi gözler önüne serilmişti. Ama yüzünde en dikkat çeken etken ne kusursuz burnu ne de kıvrımlı dudaklarıydı. Adamın gözleri her kadının kıskanacağı kadar güzeldi. Gür kaşları, onu itici yapmaktan ziyade daha çekici bir halde gözlerine hava vermişti ama ilk dikkat çeken etken parıldayan buz mavisi gözleriydi. Siyah saçlı erkeklerde inanılmaz güzel görünse de gür, uzun kirpikleri altında bir oyuncak bebekten farksız duruyordu.
Adam harbiden 10/10'luktu.
Gözleri merakla üzerimde dolanmasının hemen ardından yeniden Erdem'e dönmüştü. Erdem ise sonunda dilini bulmuş gibi konuşabilmişti.
"Efendim, kendisi Rus konsolosluğunun özel ricası üzerine denemeye tabi tutuldu."
"Bundan benim neden haberim yok?" dediğinde ise arkasında durduğunu yeni fark ettiğim sarışın kadın bu sefer konuşan kişi olmuştu.
"Aslında onayı kardeşiniz verdi efendim. Siz, Japonya'ya gittiğiniz vakitte." dediğinde adam, bunda hoşnut olmamış gibi çatılmış kaşlarının altından bana döndü ve hızlıca yeniden süzdü. Bakışlarının altında sanki bütün bedenim hücreleriyle parçalara ayrılıyormuş gibi hissettim çünkü geldiğim yerde hiç kimsem yokken ve ölsem de ailemin dava açamadığı bir yerdeyken karşımdaki yetkili olduğunu düşündüğüm bu adam, benim varlığımdan pek hoşnut durmuyordu.
"Sonuçlar bunlar mı?" dedi ve uzanıp Erdem'in elindeki tableti alıp daha çocuk tek kelime edemeden sonuçlara bakmaya başladı.
Tanrım! Gerginlikten altıma işeyebilirdim.
Dikkatle vereceği tepkiyi beklerken yüzünü daha da uzun süre incelemeye koyuldum. Yüzünde herhangi bir kusur olmalıydı. Tanrım! Herkeste olurdu ama bu adamda yoktu. Belki de burnu estetikti. Elmacık kemiklerinin bu kadar belirgin olması da... Çenesinin keskin ayrıntıları da olmalıydı.
Birden başını kaldırıp yeniden o tuhaf gözleriyle bana bakmasıyla irkilirken diyeceği sözü beklemeye başladım.
"İlgi çekici sonuçların var." dedi ve ben daha ne olduğunu anlayamazken dönüp Erdem'e baktı.
"Onu benim derslerime de yazdır." dedi.
Bu adam öğretmen miydi?
"Ama efendim..." demeye yelteniyordu ki sarışın kızın başını patronunun arkasından olumsuz anlamda sallaması üzerine çocuk susmak zorunda kaldı. Adamsa Erdem'in söylediklerini önemsemeksizin yeniden döndü ve bana baktı. Diğer insanlar bu adamla karşı karşıya geldiğinde nasıl hissediyordu bilmiyorum ama ben, içimdeki her hücrenin yer değiştirmesini hissediyormuş gibi hissediyordum.
Ve yanımdan geçip gitti. Başka bir şey söylemeden. İstemsiz arkasından bakma ihtiyacı ile dolup taşarken kendim tutamadım ve merakla onu izledim. İlerlediği geniş koridoru dar gösterecek kadar kocaman birisiydi. İnsanlar, o ilerlerken önünden çekiliyor ve ona saygıyla bakıyorlardı.
"Kim bu adam?"
Dönüp Erdem'e merakla baktığımda ise onun da benim gibi adamın arkasından baktığını fark ettim. Diğer fark ettiğim şeyse Erdem'in ilgisiydi. O geydi ve kesinlikle o mavi gözlü adamdan hoşlanıyordu.
"Cennet Kent'in fikir babası ayriyeten, buranın sahiplerinin en büyük oğlu." demesiyle hayrete düşmüş bir şekilde ona dönmüştüm.
"Ne yani, o .... Mu?"
Başını onayla anlamda salladıktan sonra sonunda gözlerini adamdan alıp bana çevirmişti.
"Ve az önce seni dersine yazdırmamı istedi. O dersi sadece 12 kişinin aldığın biliyor muydun?"
"Kuantum fiziği."
"İyi de ben tıp okumuyorum." diye itiraz etmeye yeltendiğimde dönüp adamın gittiği yere baktım. Belki arkasından gidersem ona yetişip bunu söyleyebilirdim. Ama çoktan ortadan kaybolmuştu. Dönüp itiraz etmek için Erdem'e baktığımda ise umursamaz bir şekilde bana baktığını gördüm.
"Artık okuyorsun."
Merakla etrafımı incelerken bir sürü insanın gözlerinin üzerimde olduğunun farkındaydım. Binadan çıkmış, ders, dinlenme, aktivite ve acil durum incelemelerinin yapıldığı yerleri inceledikten sonra A bölgesine gelmiştik. Her yerde ünlü ya da çok varlıklı ailelerin, seçilmiş çocukları yer alıyordu ve bu istemsiz kendimi ezik gibi hissetmeme neden olmuştu. Tamam, babam önemli bir doktor olabilirdi ama ne onun makamı buraya gelmem için yeterliydi ne de annemin, siyasetçilerle dolu ailesinin buna bir katkısı olabilirdi. Onlar, annemin torpil yapmak için uğraştığı konsolosluklardan çok daha üst mevkideki insanların çocuklarıydı. Her ırktan her ülkeden bir insan vardı çevremde. Ortak dilin İngilizce olduğunu anlamak zor değildi. İngilizcem kötü değildi. Lisenin başını Lüksemburg'da okumuştum. Ertesi yıl da İngiltere'de. Babam, eğitimim konusunda oldukça ısrarcı olmuştu ama son iki yılımı Türkiye'de okuyup kimliğimi kaybetmemem konusunda ısrarcı olmuştu. Geri dönmek güzeldi. Yabancı bir yerde, yabancı insanlarla kaynaşmaktan her zaman mutlu olmuşumdur ama ailemin yanında olmak ve çevremdeki insanlarla da aynı dili konuşmak, içimde istemsiz milli duyguyu uyandırıyordu. Yine de sonunda geldiğim yer, asimile olmuş kültürlerden ziyade sanki herkesin karışımından doğan bir dünyaydı.
Cennet Kent. Böyle durumda gerçekten de iyi bir isim olabilirdi. Kimlik ayırt etmeksizin oluşan bu topluluk, dünyanın geleceğiydi. Yine de kâğıt parçası olan paranın bu dünyada tek geçiş bileti olduğunu kabul etmemek elde değildi.
Girdiğimiz mavi bölgedeki evler oldukça normaldi. Müstakil, iki katlı evlerden oluşuyordu. Hepsi aynı tipti ama renkleri değiştirilmiş, bahçeler farklı şekilde şekillendirilmiş ve dışarıda kendi alanları yaratılmıştı. Uzun, siyah bir araçla evlerin arasından geçerken sonunda duvarları bej ve beyaz rengin uyumuyla boyanmış, çimleri daha yeni biçilmiş gibi düzgün ve kenarda erguvanların olduğu tatlı bir taştan yolu olan evin önünde durmuştuk. Bizim evimizden görünüş olarak küçük görünüyordu ama onca evin arasında böyle tatlı bir görüntü istemsiz beni mutlu etmişti.
"Burada 4 kişiyle birlikte kalacaksın. Kendi odan; üstte, sağdan ikinci kapı." dediğinde dönüp Eren'e baktım.
"Bundan sonra tek başımayım herhalde?" dediğimde dudağıma belli belirsiz çekimser bir gülümseme kondurmuştum. O ise başını onaylar anlamda sallayıp elindeki dosyanın kapağını kapatmıştı.
"Bundan sonrasında sana yardımcı olmama ihtiyacın olmayacak. Kaynaşmaya ve evdeki arkadaşlarınla iyi anlaşmaya bakmalısın." dediğinde başımı onaylar anlamda salladım. İyi anlaşamamamız durumunda bizimle ilgilenmeyeceklerdi. Kendi sorunlarımızı kendimiz hallettiğimiz şöyle dursun, gerçek hayatta nasıl ilerliyorsak burada da öyle olacaktı. Sanki sonsuza kadar bir okul içerisine hapsedilmiş insanlar gibi davranıp kendi alanımızı oluşturacaktık.
Arabadan indiğimde, valizlerimin çoktan evime çıkarıldığını söylemişlerdi. Üzerimde tulumla kaldırımın üzerinde dikilmiş, temiz havayı içime çektiğimde istemsiz içim huzurla dolmuştu. Onca zaman evde kalmak şöyle dursun, temiz havayı içime çekmek, inanılmaz bir lüks olarak beni karşılar olmuştu.
Benim kaldırımda, tulumumla dikiliyor olmam, etraftaki insanların dikkatini çekmiş, bir anda bütün gözler üzerime dikilmişti çünkü onlar, her insan gibi normal kıyafetler giyiyorlardı. Birbirlerine beni göstermeleri ve camlara da insanların çıkmaya başlaması ile artık eve gitmem gerektiğini fark etmem uzun sürmedi.
Taşların üzerinde, çıplak ayaklarımla ilerlemeye başladığımda istemsiz içimdeki utanç duygusu beni karşıladı. Evin, verandasından geçip kapıyı çalmak için elimi tam kaldırıyordum ki kapının açılması uzun sürmedi.
Saçlarını iki yanda, küçük bir kız çocuğu gibi toplamış, esmer kız, yeşil gözleri kocaman aralanmış bir hâlde bana bakıyordu.
"Sen yeni olmalısın?" dedi merakla kavisli kaşlarını çatarken. İngilizce konuşmuştu ama aksanına bakılırsa Güney Amerikalı olması muhtemeldi.
"Evet." diyebildim tutukluk yapmış gibi bir an karşısında öyle dikilirken. Kız ise benim çekimserliğimi umursamadan dudaklarına geniş bir gülümseyerek beyaz dişlerini bana gösterdi.
"Biliyorum aslında. Eşyaların yukarı çıkarıldı. Sadece bu dönemde birisinin gelmesini beklemiyorduk. Gelsene." dedi ve o kadar konuşmasının hemen ardından kapıyı sonunda benim için aralayabildi. Son kez arkama bakıp insanları kontrol ettikten sonra insanların hâlâ beni kontrol ettiğini fark etmemle başımı onaylar anlamda salladım ve içeri girdim.
Geniş kapının hemen ardından karşımda yukarı çıkan ahşap renkte merdiveni gördüm. Sağ tarafta ise oturma alanı yer alıyordu. Rahat duran yeşil ve kahverengi olan tatlı bir oturma grubuydu. Ortada ceviz ağacı renginde sehpa, yerde ise işlemeli bir kilim. Duvarda küçük küçük tablolar yer alıyordu. Biraz daha ilerlediğimizde ise hemen ileride Fransız mutfağı dikkatim çekti. Otel gibi dizilmekten ziyade, sanki bir aile gibi döşenmişti.
"Burası ortak alan. Herkes dışarıda olduğu için bu kadar sessiz olduğuna bakma. Burası normalde bu kadar boş olmaz. Şurası mutfak. Yemekleri genelde Luisa yapar. Merak etme, yemekleri güzel. Bu arada, sen nerelisin?"
Heyecanlı bir yapıyla konuşup bana sürekli gülümsemesi hoşuma gitmişti. Bir an, dışarıdaki insanların bakışından dolayı o kadar gerilmiştim ki sanki evdeki arkadaşlarım da kötü insanlar olacakmış gibi gelmişti.
"Türk'üm." dedim yine tek kelime konuşarak. Şaşırmış bir şekilde bana baktı ama şaşkınlığı hemen ilgiye çevrilircesine gözleri ışıldadı.
"Demek Türk'sün. Burada yabancılık çekmezsin." dedi ve gülümsedi ama yüzündeki düşünen hâli istemsiz merak etsem de fazla uzun sürmedi. Belki de ırkçıydı ama bunu önemsemedim. Şu takılacağım en son şey bu olabilirdi.