Divriği sokaklarının her biri tarihi Ulu camiiye çıkar. Eviniz ya yokuşun başındadır ya da sonunda. Her bir ev kerpiçten yapılmış, cumbalı eski bir konaktır. Tavanı da tabanı da ahşap, sekileri keza öyle. İşlemeli minderler, aynı işten yapılmış divan etekleri, yılın dokuz ayı soğuk olan havada evleri ısıtan ocaklıklar evlerin karakteristik özelliğidir. Bizim şahsına münhasır konağımız da standartların altında olsa da, bu dediğim özelliklerin aşağı yukarı hepsine sahipti. Az emek harcamadım çiçek gibi olsun diye. Elim iğne, tığ tuttuğundandan beri gözlerim çıkana kadar iş işledim hanemi güzelleştirmek için. Sırf nenem yüzüme bakıp "oy benim maharetli kuzum" desin, babam dolu gözlerle başımı okşayıp buseynen çiçeklendirsin diye. Başka da bir şey beklemedim zaten hayattan. Bir de geceleri annemi bekledim rüyama gelsin diye. Başlarda sık sık uğrar beni kalabalık hissettirirdi ama aylardır gelmez oldu. Belki gittiği yer buradan daha güzel Suzan dedim hep kendime. Ne diye ruhunu rahatsız edip de bu rezil dünyaya mahkum kılıyorsun anneciğini. Rahat bırak da kavuşsun cennetine. Bilmem o kavuştu mu cennetine. Ama ben anneme kavuşana kadar dünya sürgünümde vakit öldüreceğim. Kah boşuna, kah bir uğraş telaşına. Ama boş gitmeyeceğim bu dünyadan. Ya bi öksüzün gönlünü çiçeklendireceğim, ya bir yetimin başın okaşayanı olacağım ama öyle de böyle de heybemi dolduracağım.
Bugün hava pek bi kapattı kendini. Sanki güneş küsmüş de şah kapısındaki adam vakit namazlarını kaçırmış gibi kasvetli. Siz bilmezsiniz ama camiinin şah kapısında güneşin doğumundan batımına kadar bir adam silüeti belirir. Vakit ilerledikçe kıyamdan secdeye şekilden şekile girer adamın gölgesi. "Mülkün sahibi Allah'tır" yazar kapının başında. Mala mülke düşüp de Allah'ı unutmasın şah, padişah diye yapılmıştır. Atalarım insan ırkı yaratıldığından beri en ince fikirleri sanki bu camiiye işlemişler gibi gelir bana. Ben sabaha kadar anlatsam, siz dünya gözüyle bir kez görmeden anlayamayacaksınız gerçi. Ne diyelim o vakit. İnşallah younuz düşer de görüverirsiniz incelik neymiş, asalet neymiş her bir meziyeti.
Havalar güzel olduğunda kalabalık insan gurupları gelir ilçeye. Hem camiiyi hem de konakları gezmek için. Haliyle bize de gelir kapısı olur bu ziyaretler. İlçenin kadınları aş pişirir, kışlık yapar bidonlara kavanozlara, kapılarının önüne tezgah kurar ve Divriği sokaklarında kaybolan yabancılara satmak için övünür de durur maharetiyle. Nenem de o modaya uydu son zamanlarda. Ya benim gözümün nurunu, ya da kendi çehizinden çıkardığı çulu çaputu seriverir sergisine, üç beş kuruş eline geçince de şehre inip ya bana altın eder ya da üst baş düzer. Bi yanda gelir oluyor bize, babama yük de olmuyoruz hem. Bi yandan da şehre inip dolanmak için bahanemiz oluyor işte. Babamın da gönlü geniş zaten. Hiç ses etmez nene torun bize. Yüzümüz gülsün, gönlümüz olsun diye "hayırlı pazarlar ola hanımlar" der gider kıraathanesinin başına. Bazı yolcuların uğrak yeridir babamın kıraathanesi. Özellikle de yüksek okuldan talebeleri gezmeye getiren hocaların uğrak yeridir. Pek bi severim onların sohbetini dinlemeyi. Kafam zehir gibidir bakmayın siz. Duyduğumu, okuduğumu, gördüğümü zinhar unutmam. Annemin hayaliydi hemşire olmam. Kazandım, son senesine kadar da geldim üstelik. Ama traktör devrilip annem altında kaldığında demediler bana. Aman kızın mektebi var, imtahanı var, kafası bulanmasın diye son nefesine kadar haberim olmadı kazadan.
O kazanın üzerinden ancak iki gün geçmişti ki içime bir sancı düştü. Eve gitmem lazım diyorum kızlara, içim sıkılıyor benim. Aman abartma diyorlar bana, ne olmuş olabilir ki? Zor şer tren bileti bulup çıkıverdim yola. Ne yol bitti o gün, ne de zaman geçti. Divriği istasyonuna indiğim an camiden hoca anons etmeye başladı annemin vefatını. "Kahveci İbrahim'in zevcesi Hanife kardeşimiz hakkın rahmetine gavuşmuştur." diyiverdi. Kardı, kıştı, yollar buzdu demedim bi solukta koştum onca yolu. Teyzelerim, nenem, konu komşu oturmuş annemin başında ağlıyordu. Beni görenler bir an sustu, sonra daha da arttı ağıtları. Ama ben sadece içime ağladım. Annemin gözü açık gitmiş meğer, yolumu gözleyip durmuş yattığı yerde. Kimse öleceğine ihtimal vermediği için de arayıp telaşlandırmak istememiş beni. Sonra da kırılan ayağından kopup kalbine giden bir kan pıhtısının kurbanı olmuş annem. Anlayacağınız bu sene benim öksüzlüğümün beşinci senesi.
...
" Hava eyice soğudu Suzan. Bi yol git de Zarife gelinlen Ethem abine seslen de gelip sobaya yardım etsinler. Odunluktan getiremeyiz iki kanayaklı."
" Nene biraz daha mı beklesek? Daha Ekim ayı bitmedi bile. Arada bir soğuk ediyor o kadar. Çok üşürsek ocaklığa iki odun atarız olur biter."
" Olmaz kuzum, olmaz o dediğin. Bu sene kış çetin geçecek. Mahsül hep ufak kaldı bilmiyon sanki, toprak ısınmayanda olur öyle. Kara, çetin kışın habercisidir bu. Sen var dediğimi yap nenesinin kuzusu. Ethem sıpası kahveye varmadan ses et de geliversin."
Ethem abi babaannemin en küçük kardeşinin oğluydu. Dolmuş şoförlüğü yapardı ilçede. Zarife abla da onun yüzü güzel gönlü azcık fesat karısıydı. Bu işe gönülsüzlüğüm biraz da Zarife ablanın yüzündendi. Sürekli benim olduğum ortamlarda oğlan kardeşinin adını geçirip evlenme çağının geldiğinden bahsederdi. Anlamıyordum sanki niyetini. Bütün derdi mal mülk yabancıya gitmesin diyeydi. Babam nenemin tek evladı, ben de babamın tek evladıydım. Dedemden bu ev, ilçenin dışında birkaç büyük tarla, bir de şehirde bir daire kalmıştı. Dedem şeker fabrikasından emekliymiş. Ben hiç tanıyamadım ne yazık ki. Annem bana hamileyken bir iş kazasında can vermiş rahmetli. Babamın hep gözleri dolar adı geçince. Çok severmiş babasını. Şehirden dönüşünü dört gözle beklermiş. Dedem de bunu bildiğinden eli kolu dolu gelirmiş hep. Babam da onun gibi merhametli, kudretli bir baba olmak için didinip durur sürekli. Bilirim beni ne olursa olsun hayırsızın tekine vermez ama sinek küçük de olsa mide bulandırır, akıl karıştırır işte. Küçük yerde milletin diline düşmeye, babamın yüzünü eğmeye hiç niyetim yok. Bu yüzden kapılarına gitmek yerine telefonla çağırmayı akıl ettim. Kendi kendime bu işten memnun olurken hevesimin boğazımda kalması uzun sürmedi. Hatlar yine kesilmişti. Bu ara sık sık telefon hatları arızalanıyor ve milletin birbiriyle iletişimi kopuyordu. Kırmızı, çevirmeli telefonun ahizesini yerine koyup, annemin işlediği dantel örtüyle nazikçe örttüm. Her yerde hatırası vardı güzelimin. Hiçbir şeyini kaldırmaya elimiz varmamıştı. Belki soluğu yoktu bu evde ama hatıraları hala canlıydı.
Yerimden istemeye istemeye kalkıp vardım dış kapıya. Kapının yanındaki dolapta dışarı çıkarken üzerime geçirdiğim kalın hırka vardı. Aslında hep üşürdüm ben. Ayağımdan nenemin ördüğü patikler neredeyse hiç çıkmazdı. Zaten nenem de ben üşürüm diye istiyordu sobayı erkenden kurmayı. Canımın içi anamın yokluğunu hissettirmemek için nasıl da didinip duruyor ne zamandır. Şimdi onun bir sözünü ikiletmek benim ne haddime? Yürü Suzan yürü. Sen yüz vermedikten sonra o Zarife karısı istediği kadar didinsin dursun. Nasibe kısmete kim karışabilmiş ki bu güne kadar, şimdi o karışsın? Kendime verdiğim cesaretle kapıyı açıp soğuk rüzgara teslim ettim bedenimi. Hava öyle esintiliydi ki, elimde olsa hırkama lahana yaprağının içindeki pirinç harmanı gibi sarılırdım. Nenemin lastiklerini taktım o aceleyle ayağıma ve bizden az ötede oturan Ethem abilerin evine doğru koşar adım yürümeye başladım. Ben hızlandıkça sanki rüzgar da hızlanıyor ve kapkara saçlarımı yüzüme bir kırbaç gibi çarpıyordu. Ben elimle öteledikçe onlar gözümün önünü kapatmak ister gibi yüzüme dökülüyor ve çabamı boşa çıkarıyordu. Nihayet Ethem abilerin kapısındaki sundurmaya girdiğimde rüzgardan kurtulmuş ve derin bir nefes çekmiştim içime.
Aslında eve gelen dış kapıyı rahatlıkla açıp hane kapısına varsın diye, demir olan kapının dışından kilide bağlı bir demir teli vardı. Ama ben oldum olası bu teli kullanmak istemezdim. Ben nasıl ki kimsenin mahremine kendi mahremim gibi destursuz girmiyorsam, onlar da giremesin isterdim. Söylemesem de hal ve hareketimden anlasınlardı. Her seferinde "Suzan beni ne diye ayvan kapısına kadar yoruyon?" diye söylense de bu huyumdan hiç vaz geçmedim. Ellerimin acımasına aldırmadan dövdüm demir kapıyı. Çok geçmeden Ethem abi belirdi karşımda.
" Hayırdır bacım bu saatte? Yoksa Sabire bibime mi bir şey oldu?"
" Yok abi, ağzından yel alsın. Şey, nenem sobayı kurmak ister de biz bir başımıza hal edemedik, Ethem gelip bi yardım etsin" dedi. Eğer işin yoksa gelir misin?"
" Gelirim tabii abim, ne güne duruyoz biz burada. Geç içeri, ben üzerime bi ceket alıp geliyom hemen."
" İşi yoksa Zarife abla da gelsin. İşimiz bitince bir çay sofrası kurar kahvaltı ederiz beraber."
" Tamam, dur ona da sesleneyim o zaman. Ama sen de böyle el gibi kapıda durma abim, geç içeride bekle."
Ethem abi, Zarife ablanın tam zıttıydı aslında. Ne kimsenin ardından konuşur ne de işine karışırdı. Merhametli, kimsenin helaline yan gözle bakmayan, başınız sıkışınca aklınıza ilk gelen insandı. Tek eksiği, tam yedi yıldır hasretini çektiği hayırlı bir evlattı. Neler denediyseler evlat sahibi olamadılar bir türlü. Bazen çok üzülürdüm onların bu haline. Belki bir evladı olsaydı Zarife abla da kimseye ilişmek zorunda kalmazdı. Onu kırmamak için girdiğim evde Zarife ablanın sesi duyuldu içeriden. "Kim gelmiş Ethem?" diye soruyordu. Ethem abim benim geldiğimi söyleyince gözlerindeki o malum ışıltıyla çıktı dışarı.
" Kız Suzan, hayrolsun inşallah? Niye geldin ablam sen bu saatte? Meramlık bir hal yok değil mi?"
" Yok abla yok. Nenem sobayı kuralım dedi de Ethem abiyi yardıma çağırdı. Babamın beli tutuk biliyorsun. Ben de onu haber vermeye geldim. İşimiz bitince de oturur bir güzel kahvaltı yaparız olmaz mı? Hem sana yeni bulduğum örgü dergilerini gösteririm. Çok güzel yelek örnekleri var."
" Gelmem mi kız, gelirim elbet. Ethem gidince canım sıkılıyo benim de. Kış da geldi yavaştan, gelen giden de yok ki şenlenelim."
Onun bu sözlerine ister istemez gülmüştüm. Şehirli kadınlar, adamlar gelince oturur onları seyreder, giyimlerine, kuşamlarına laf ederdi. Bazen öyle komik yakıştırmaları olurdu ki, hepimizi gülmekten kırar geçirirdi. İyi kadındı, hoş kadındı aslında. Ama keşke aklını daha doğru yerlere çalıştırsaydı. Merhametliydi bir kere. Annemi de çok severdi. Onun konusu açılınca dolan gözleri en az benimkiler kadar sahiciydi. Birkez daha dileklerinin kabul bulması, yuvalarının evlat sesiyle şenlenmesi için dua ettim.
Ben onların hazırlanmasını beklerken, az önce benim açmaya imtina ettiğim demir kapı gürültüyle ardına çarptı ve ayvanda gür bir ses yayıldı.
" Ethem abi, az bak hele. "
" Hayırdır Arif, ne bu halin?"
" Abi, ilçeye küçük bir grubu getiren araba çaya devrilmiş. İçinden sadece birini çıkarabilmişler. Adam yaralı. Diğerlerini de çay boyunda arıyorlar. İsmail jandarmaya haber verdi. Ben de Sabire analara koştum Suzan ablayı bulmak için ama burya gelmiş. Bi yol gelip baksın adamın yaralarına. Sağlıkçılar gelene kadar bi yardımı dokunur belki."
Her ne kadar okulu tamamlamamış olsam da burada herkesin eli kolu olmuştum. Yaraların pansumanı, yaşlıların iğneleri, kadınların sorunları ile uğraşmak bana iyi hissettirirdi. Arada ilçe sağlığın doktoru beni köy ziyaretlerine bile götürürdü. Çocukların dilinden çok iyi anlardım. Bu güne kadar aşıya ikna edemediğim tek çocuk bile olmamıştı. Zaten bir sene daha okusaydım dört yıllık mezunu hemşire olacaktım. Üstelik sağlık lisesinden çıkmıştım. Elimden her iş gelirdi anlayacağınız. Bu sebeple Arif'in sözlerini duyar duymaz herkesi ardımda bırakıp koştum çay kenarına. Yolu ezbere bilen ayaklarımı yüzümü örten saçlarım bile durduramamıştı. Kalabalığı yarıp yerde upuzun yatan adamı gördüğümde beklemeden çöktüm yanına. Evvelinde kulağımı ağzına yaklaştırıp nefesini dinledim. Sonra da kemikli bileğini elime alıp nabzına baktım. Başında epey derin bir yara vardı. Belli ki kırılan bir camın ya da çarptıkları her neyse onun eseriydi bu yara. Yaradan akan kanlar yüzünü sıvamış ve zaten ıslak olan gür saçlarının arasında da yol almıştı. Üstü başı perperişan olsa da esvaplarının kıymetli olduğu anlaşılıyordu. Sol kolundaki camı çatlamış saat, sağ teki ayağında duran ayakkabı bile bağırıyordu kıymetini. Kim bilir kimin kıymetlisiydi üstelik. 97' senesinin sonbaharında güle oynaya çıktığı yol, az daha sonu oluyordu. Belki de sonuna çokça yaklaşmıştı. O an bir korku sardı bedenimi. Bu güne kadar kollarımda kimse ölmemişti benim. Ya bu zavallı can verirse ne ederim ben? Ya yanlış bir şey yapar da sebebi olursam?