SARMAŞIK 2 BİRİNCİ BÖLÜM

2468 Words
1. KİTABIN DEVAMIDIR. Bir ay sonra Dün apar topar Adnan Bey’le Antalya’ya gelmek durumunda kalmıştık. Benim imzaladığım dosyalarda bir sıkıntı çıktığı için Adnan Bey’le bu durumu çözmeye çalışıyordum. İlk kez iş konusunda hata yaptığım için kendime kızıyor, aklımın bir an önce yerine gelmesini istiyordum. Oğlumu da özlemiştim. Bugün kaç kez Ali’yi ve Azra annemi aramama rağmen ikisinden dönüş alamadım. Mesaj atıp Batuhan’ı sormama rağmen cevap vermeyince diğerlerini de arayıp cevap bulmaya çalışmıştım ama dönüş yapmıyorlardı. Saat akşamın on ikisiydi. Batuhan uyuyor olabilirdi, diğerlerinin bu saatte uyuyabileceği aklımın ucuna bile gelmiyordu. Tekrar Ali’yi aradım. Sonuna kadar açmadı. Parmaklarımı alnıma bastırıp odanın içinde dolaşmaya başladım. Odanın kapısı çalınca adımlarım kapıya doğru ilerledi. Kim o? “Deniz, kapıyı açar mısın?” Adnan Bey’di. Kapıyı açıp, “Bir sorun mu var?” dedim içimdeki sıkıntıyla. “Deniz Hanım erken dönmemiz gerekiyor. Hazırlanın uçağı hazırlattım geç kalmayalım.” Kapıyı biraz daha açıp, “Bir sorun mu var?” dedim tekrardan. Yutkundu. Dudaklarını aralayıp kapadı. “Acele ederseniz iyi olur.” Yüreğim daha fazla sıkıştı. Halini kötüye yormak istemiyordum, eve ulaşamadığım için panik havasında olan ruhum onun bu tavrıyla daha çok bunaldı. Daha fazla soru sormadan hızlı bir şekilde hazırlanıp otelden ayrıldık. İki saatlik yolculuğun ardından İstanbul’a döndüğümüzde Ömer ve Yiğit’i gören adımlarım sendeledi. Bana doğru gelen bu iki insanın gözlerinin içi kan çanağına dönmüştü ağlamaktan. Kötü bir şey olmuş. Adımlarım dururken zorlukla dudaklarımı araladım. “Ne oldu?” İkisi de bir şey demediler. Ömer elimden bavulumu alırken Yiğit elimi tutup, “Gidelim abla,” dedi. Yan tarafımda duran Adnan Bey’e çevirdim bakışlarımı. Gözlerindeki ifade canımı o kadar çok sıktı ki, “Ne oldu?” diyerek bağırdım. Apar topar gelmemizden belliydi kötü bir şey olduğu. Acele ederek çantamdan telefonu çıkardım. Beni adeta sürükleyerek dışarı çıkaran Yiğit’i ayaklarım dolanarak takip ederken kapalı olan telefonumu açıp Ali’yi aradım. Tıpkı oteldeki gibi açmadı. Ensemden başımın en tepesine ateş hücum etti o an. Tekrar aradım açmadı telefonu. Neden açmıyorsun diyerek serzenişte bulunurken Yiğit beni arka koltuğa oturtup yanıma oturdu. “Biriniz söyleyin, ne oldu?” Ömer arabayı kullanıyor, Yiğit yüzüme bakmıyordu bile. Sanki böyle yaptıklarında kötü bir şey olduğunu anlamıyordum. “Annem mi, babam mı, Ali mi? ne oldu söylesenize?” Konuşmadılar. Yolculuk boyunca Ali’yi, Azra anneyi Talha babayı, Mina ve diğerlerini defalarca kez aradım açmadılar. Artık kesinlikle emindim kötü bir şey olmuştu. Yüreğim sıkıştı, Batuhan düştü kalbimin ortasına. “Oğlum,” diyerek alt dudağımı ısırırken gözyaşlarımı silmeye çalışan Yiğit’e “Yalvarırım söyle Batuhan iyi mi?” dedim. Gözlerini kaçıracağı an, “Kaçırma bakışlarını,” diyerek parmaklarımı yanağına bastırdım. “Söyle bana oğlum iyi mi? Konuşsana!” “Abla.” Boğuk sesi ağladığı için titrerken, “Söyle,” diye âdete çığlık attım. “Ne oldu oğluma?” Allah’ım yardım et, bütün vücudum zangır zangır titrerken sinir krizi geçirmenin eşiğindeydim. Araba Ali’nin akrabasının hastanesinin önünde durduğunda ikisini beklemeden arabadan indim. Nereye gittiğimi bilmeden hastanenin içine koşmaya başladım. Peşimden gelen Yiğit kolumu tutarak beni asansöre doğru yönlendirirken, “Konuş artık,” diye bağırdım. “Konuş ne oldu? Dilini mi yuttun?” Asansör durdu. Bakışlarım yüzündeyken dışarı çıktık. Ameliyathane koridorundaydık. Adımlarım ağır ağır ilerledi. Bekleme salonuna girecekken gözlerim ameliyathanenin önünde oturan Ali’ye ulaştı. Kalçasının üstüne oturmuş, elleriyle yüzüne kapamış bir şekilde ağlıyordu. Boğazımda keskin bir yumru oluştu. Umut ağabey, kuzenleri onun yanında dururken bekleme salonunda duran ailesinin üzerinde gözlerimi dolaştırdım. Beni gören Azra anne oturduğu yerden hızla kalkarken sendeledi. Mina’nın onu tutmasıyla zorlukla ayakta durur hale geldi. Herkes buradaydı bir tek Batuhan yoktu. Bacaklarıma güç vererek Ali’nin yanına gittim. Hiç kimsenin yüzüne bakmadım. Dizlerimin üzerine çömelip, “Batuhan nerede Ali?” diye sordum. Sesim o kadar sakin çıkmıştı ki panikten ölecek olan organlarım bu sakinliğe şaşırmış durumdaydılar. Ellerini yüzünden çekti Ali. Yüzünü anlatamıyordum, günlerdir ağlamış, yanakları tahriş olmuş gibi duruyordu. “Oğlum nerede?” Akan burnunu çekti. “Ameliyatta.” Gözlerim bir tık açıldı. Öne doğru eğilip “Neden?” dedim elimi göğsüme doğru getirerek. Titreyen eliyle elimi tutacakken, “Neden?” dedim bu sefer gür sesimle. “Kalp damarları tıkalıymış, akşam yemeğinde bir anda kızarmaya başladı. Boğazında bir şey kaldığını düşündüm. Görsen nasıl çırpındım boğazında kalan parçayı çıkarmak için. Ama değilmiş, oğlum solunum sıkıntısı çekiyormuş. Onu buraya nasıl getirdiğimi bilmiyorum, kollarımın arasında aldılar hâlâ göremedim.” “Sen ne diyorsun?” diye çığlık attım. Dizlerine vururken, “Ne diyorsun?” diyerek ona vurmaya devam ettim. Benim oğlum iyiydi, onun hiçbir şeyi yoktu. Tıpkı benim gibi başını iki yana sallayarak hıçkırırken, “Ali,” diye bağırdım. “Yalan söylüyorum, iyi de ne olur,” diyerek yalvardım. Yalan değil demedi. “Oğlumuz hastaymış ve biz sorumsuzluğumuz yüzünden bunu fark edememişiz.” Kendimden tamamen geçtim. Her yerden tekmeler yiyordum sanki. Çığlık çığlığa kendime ve etrafa saldırırken bunun hâlâ yalan olduğuna inanmak istiyordum. Oğlum iyiydi, bu zamana kadar bu konuda bir rahatsızlığı olmamıştı. Başım Ali’nin dizlerine düşerken gözlerim yavaş yavaş karanlığa mahkûm oldu. Ben kendi sıkıntılarım yüzünden uzun zamandır oğlumu hastaneye götürmemiştim. Ben sorumsuz bir anneydim, oğlumu ihmal edecek kadar kötü biriydim. *** Kollarının arasındaki oğluyla mezarın içine girdi Ali, gözlerinden artık kan akıyordu. Baygın gözlerle acı acı inleyen karısına bakamıyordu bile. Bu nasıl acıydı böyle? Kemiklerini kırıyorlar, ölmüyordu. Kalbini paramparça ediyorlardı hâlâ yaşıyordu. Bu doğru değildi. Henüz iki yaşındaki oğlu ölmeyi hak etmiyordu. Eğer ölmesi gereken biri varsa oğlu olmamalıydı. “Ali, hadi oğlum.” Başını iki yana salladı. Vermezdi oğlunu. Dizlerinin üzerinde mezarın içine çömeldi. Sağ tarafına yatıp bacaklarını karnına doğru çekti. Oğlunun kefenli bedeni buz gibi toprağa değmiyordu. Ona sımsıkı sarılmış soğuktan koruyordu. “Kardeşim?” Ağabeyinin acı sesini duyduğunda, “Atın üstüme toprağı,” diyerek bağırdı. “Oğlumu bırakmam.” ‘Baba, bu gece benimle uyur musun?’ diyen oğluyla kıyamete kadar birlikte uyuyacaktı. “Gel buraya Ali, yalvarırım öldürme beni.” “Baba! Beni bu mezardan sen bile çıkaramazsın, atın üstüme toprağı.” Gür sesi ağlamaktan kısılsa da ağlayan insanların yakarışlarını bastırıyordu. “Deniz'in sana ihtiyacı var oğlum, çok kötü gözüküyor.” İyi olmasını asla beklemiyordu. Evladını kaybetmiş hangi anne iyi olurdu ki? Bunu aileleri de beklemiyordu. Hepsi biliyordu ki evlat acısı hiçbir şeye benzemezdi... ** Gözlerini derin bir iç çekerek açan Ali sersem bir halde ayağa kalkıp yoğun bakımın kapısının önüne yürüdü. Onu tutmak isteyen ağabeyi ve kardeşi Ömer’in ellerinin arasından zorlukla çıkıp peş peşe düğmeye bastı. “Açın şu kapıyı.” Sakin olması için ona Batuhan’ın iyi olduğunu söyleyen ağabeyini duymuyordu. Hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi, oğlunu görmeden rahatlamayacaktı. Kapı açıldığında canhıraş hemşireyi iteleyip içeri girmek istedi ama ağabeyinin beline sarılmasıyla adımları durdu. “Bırak beni abi, oğlumu göreceğim.” “Şu an bu mümkün değil Ali Bey, oğlunuzun genel durumu iyi. Bir saat önce doktorunuz bilgi verdi o zamandan beri değişen bir şey olmadı.” O, o zamandı, şimdiyi merak ediyordu. Gördüğü rüya hâlâ kalbini sıkıştırıyordu. “Oğlumu görmek istiyorum, iyi olduğunu görmeden şuradan şuraya gitmem.” “Üzgünüm,” diyen hemşireye bağıracakken Umut’la Ömer onu geriye çektiler. “Oğlumu göreceğim.” İkisinin kolları arasında kaçmaya çalışırken Umut onu zorlukla sandalyeye oturtup, “Sakin ol,” diye bağırdı. “Batuhan iyi, doktor ne dedi yarın uyandıracağız dedi. Biraz sabırlı ol kardeşim.” Başını kafası kopacak gibi salladı iki yana doğru. “Oğlumu görmeden şu içim rahat etmeyecek. Sadece beş dakika göreceğim, söyle izin versinler.” Sıkıntıyla nefesini bırakan Umut, “Sabah görmene izin verdiler,” dedi. “Bak Deniz dün geceden beri baygın yatıyor, onun yanına gidelim.” “Batuhan’ı yalnız bırakamam.” “Ömer burada.” Yine başını iki yana salladı. Bacaklarını sabırsız bir şekilde sallarken ileriden kayınvalidesi ve Yiğit’in kollarının arasında gelen Deniz’i gördü. Oldukça perişan görünüyordu. Bir gecede tıpkı kendi gibi çökmüş durumdaydı. Kardeşi ve annesinden destek alarak onların yanına geldiklerinde oturduğu yerden kalktı. Yiğit Deniz’i onun kalktığı yere oturtmak istese de Deniz bunu kabul etmeyip ağlamaktan kısılan sesiyle, “Batuhan’ı görmek istiyorum,” dedi. Uyandığından beri bağırdığı için boğazı acıyor, her konuştuğunda kan tadı ağzına geliyordu. “Abi?” Umut çaresizce elini saçlarının arasında dolaştırdı. Ali’yle göz göze geldiklerinde, “Görmeden rahat etmez,” dedi. Umut’ta biliyordu rahat edemeyeceğini ama görevlerini yapan hemşireleri rahatsız etmek istemiyordu. “Rica edeceğim eğer olmaz derlerse ısrar etmek yok.” O her ne kadar ısrar etmek yok dese de Deniz ve Ali ısrar edecek gibiydi. Annesinin desteğiyle ayakta zor duran genç kadın gözlerini Umut ağabeyinin üzerinden bir saniye çekmedi. Umut sonunda ona dönüp gözlerini açıp kapadığında derin nefes aldı. “Üzerinizde telefonunuz varsa bırakın lütfen.” Elleriyle ceplerini kontrol etti. Telefonu neredeydi bilmiyordu. Aklı bile sarhoş bir insanın aklı gibi karma karışıktı. “Benim yerime elinin üzerini öp, baban seni dışarıda bekliyor de.” Annesinin kollarından onu alan kocasına usulca başını salladı. “Bir an önce uyansın, evimize gideceğimizi de söyle.” Sesi boğuklaşan Ali’ye dönüp, “Bizim yüzümüzden,” dediğinde Ali hafifçe Deniz’in elini sıkıp, “Şimdi değil,” dedi kimsenin onu duymayacağı şekilde. “Batuhan uyansın o zaman konuşacağız.” Konuşacak hali olmayan Deniz gözlerini kapatıp açtı. Hemşireyle birlikte yoğun bakımın içine girdi. Onun verdiği önlüğü giydikten sonra yine onu takip ederek oğlunun kaldığı bölüme geçtiler. Tek kişilik yatağın içinde uyuyan oğlunun göğsünde bağlı olan kabloları gören Deniz bir an bayılacağını hissetti. Vücudundaki karıncalanma anında başını ele geçirirken, duvara tutunarak derin derin nefes aldı. Giderken sapa sağlam bıraktığı oğlunu bu halde görmeyi asla tahmin etmezdi. Avcunu dudaklarına bastırdı. Hıçkırıkları, yakarışları boğukça avcunun içinde kaybolurken oğluna yaklaşıp, “Annem,” diyerek dizlerinin üzerine çömeldi. “Ben geldim annem. Tepki vermeden oğlunun üzerinde gözlerini gezdirmek ilk kez zor geldi ona.” “Özür dilerim, özür dilerim oğlum. Seni ihmal ettiğim için, kendi dertlerim yüzünden kontrollerine getirmediğim için beni affet. Sakın ölme ne olursun, eğer ölmesi gereken biri varsa bu ben olmalıyım. Senin uzun bir ömür yaşaman gerekiyor oğlum. Affet beni yalvarırım.” Gözyaşlarından önünü göremiyordu artık. Avuç içlerini gözlerine bastırıp yaşlardan biraz olsun kurtulduğunda dudaklarını Batuhan’ın tombul elinin üzerine değdirdi. “Seni çok seviyorum annem. Yemin ediyorum bundan sonra asla seni ihmal etmeyeceğim. Beni ve babanı sakın bırakma. Bak o da dışarıda seni bekliyor, bir an önce uyan oğlum ne olur.” “Bu kadar yeterli,” diyen hemşireye, “Biraz daha lütfen,” dese de oğlunun enfeksiyon kapmaması için çıkması gerektiğini de biliyordu. “Onun sağlığı için çıkmanız gerekiyor.” Üzgün halde başını salladı. “Ben kapının önündeyim annem, sakın yalnız olduğunu düşünme.” Gönlü oğlunun yanında odadan çıkıp kendini koridorda bulunan sandalyenin üzerine bıraktı. Gözünün içine bakan Ali bir haber bekliyordu. Omuzlarını kaldırdı. “Öylece uyuyor, kıpırdamıyor, gözlerini aralamıyor, konuşmuyor, öylece uyuyor. Minicik bedeninin üzerinde bir sürü kablo var. Kolundan damar yolu bulamamışlar ayağının üzerinden açmışlar. Morarmış, biliyorsun beyaz teni sen öpünce bile tahriş oluyordu sakalların yüzünden. Şimdi kocaman iğneler hassas tenine battığı için mosmor olmuş.” Yumruk olan elini bir yere vurma ihtiyacı hisseden Ali gömleğinin yakalarını çözüp nefesini bıraktı. Dün geceden beri hem o hem de Deniz kendini perişan etmişti. Elif Hanım kızının dağılan saçlarını eliyle düzeltip, “Bir şeyler yemelisiniz,” dedi. “Sen de Ali’de bitkin düştünüz. Eğer aç kalırsanız daha da kötü olacaksınız.” “Canım bir şey istemiyor, oğlum orada savunmasız uyurken uyuyabileceğimi düşünmüyorum anne. “Siz annemi alın kafeteryaya gidin abi, perişan oldular burada.” Oflayan Umut, “Biz gelince siz gideceksiniz,” dediğinde Ali itiraz edemedi. Aileleri kafeterya giderken yoğun bakımın önünden yalnız kaldılar. İkisinin de kafası karışık, ikisinin de gözleri dolu doluydu. Kimseye ah etme hakları yoktu. En büyük hatayı onlar yapmış, henüz küçücük olan oğullarını ihmal etmişlerdi. Bunun ağırlığı altında paramparça oluyorlardı. Tırnaklarını pantolonun kumaşına batırdı Deniz. Yanında oturan Ali kollarını göğsünün üzerinde toplamış öylece boş duvarı izliyordu. Dışarıdan bakıldığında her an yüz üstü yere düşecek gibiydi. Bunun farkında olan Deniz çekinerek parmak uçlarıyla koluna dokundu. İlk başta tepki vermeyen Ali sonradan başını ağır ağır Deniz’in solgun yüzüne çevirdi. “İstersen bir şeyler ye ben buradayım.” Yutkundu genç adam. Baygın bakan gözleri kapandı. Gördüğü rüyanın etkisi biraz olsun azalmamıştı üstünden. Oğlunu koyduğu mezar, buz gibi oluşu aklından çıkmıyordu. Sanki o anlar gerçek, şu an bir rüyada gibi hissediyordu. “Öyle bir günah işledik ki bize verilen en değerli varlığın kıymetini bilemedik. O bizimle vakit geçirmek istiyordu biz birbirimizden kaçıyorduk. Kaç kez onun yanında tartıştık ve bunların hepsini küçük yüreğine attı. Annemi istiyorum diye ağladığında keşke seni arayıp gel deseydim. Lanet olası gururum seni aramamı istemedi. Oğlumun isteğini kırıp seni aramadım. Sürekli hata yaptım, sürekli yanlış yaptım hepsinin bir şekilde telafisi oldu. Ama bu yaptığım hatanın, yanlışın bir telafisi olamaz. Eğer geç kalınsaydı oğlum buz gibi toprağın altında olacaktı şu an.” Saçlarını avuçlarının arasına alarak öne doğru eğildi Deniz. Dirsekleri dizilerinden destek alarak bitkin düşmüş, bedenini ayakta tutmaya çalışıyordu. Aklından geçenleri, kalbinin haykırarak söylediklerini Ali’nin söylemesi diri diri yanmasını sağladı. Gözyaşlarına karışan burnundan akan sıvıları avuçlarının arasında paramparça olmuş selpaka sildi. Titreyen alt dudağı konuşmasını zorlaştıracak olsa da dudaklarını zorlukla araladı. “Kendi dertlerim gözümde o kadar çok büyüdü ki oğlumu ihmal ettim. Doğduğunda kalbi delikti, bir yaşına girince doktor deliğin kapandığını söylediğinde onu tekrardan hastaneye getirip kontrol ettirmedim. Lanet olasıca vücudum, sana olan takıntılarım beni ele geçirmiş durumdaydı. Sırf bunlar yüzünden Batuhan’ın ne istediğini göremedim. Bir rahatsızlığı olduğunu fark edemedim. Ben nasıl bir anneyim? Delirmiş bile olsam oğlumu göremeyecek kadar nasıl kör olurum? Ya tamamen kaybetseydim? Çıldıracağım, eğer oğlum beni bırakıp gitseydi ölmek bana ödül olurdu. Bu kadar sorumsuz bir insan olduğuma inanamıyorum. Ne kocama kadın oldum ne de oğluma anne. Keşke hayatım ergenliğime girdiğim an son bulsaydı. Varlığım hep birilerine zarar verdi ve bu kişiler benim sevdiğim insanlardı.” Titreyen bacaklarını zorlukla ayağa dikip merdiven boşluğuna yürüdü. Her şey çok ağır geliyordu ona. Dertleri yüzünden taş kütlesine dönen bedenini boşluğa bırakmak istiyordu. Bedeni ucu bucağı görünmeyen çukura doğru düştüğünde bedenindeki sıkıntıları etrafa saçarak yere dertsiz çarpmak istiyordu. Ellerini demirlerin üzerine koyup aşağıya eğildi. Çatı katına nasıl çıktığının farkında değildi. Oğlunun yanından ayrılmaması gerekiyordu ayakları onu buraya getirmişti. Kendini aşağı bıraksa çektiği vicdan azabı azalır mıydı? Sorumsuzluğunun karşılığını canıyla ödeyebilir miydi? Bilinçsiz alınan kararlar tehlikeli ve ürkütücüydü. Bunun farkında olmayacak kadar kendinde değildi. Ayak parmak uçlarıyla yükseldi. Ellerini demir korkulukların üzerinden çekip bedenini öne doğru eğdi. Sadece atla ve kurtul diyen karabasan boğazına doladığı iple onu aşağı doğru çekmeye çalışırken karnının üzerine dolan aşinası olduğu kollar perişan halde olan bedenini geriye çekti. Sırtının dayalı olduğu beden aldığı sert soluklar nedeniyle sert bir şekilde yükselip alçalırken gözlerini kapatıp aydınlığı görmemeye çalıştı. Kirpiklerini kapamasına izin vermeyen Ali şok olmuş halde ona bakarken, göz bebeklerindeki korkuyu göremeyecek kadar hissizdi Deniz. “Sen?” diyen Ali’nin sesi soğuktan değil korkudan titriyordu. Yüzüne boş gözlerle bakan kadının az önce yapağı şeye şahit olmak iliklerine kadar korkuttu onu. Psikolojik anlamda iyi olmayan karısı şu an mantıklı düşünmediği için dilinin ucuna gelen sözleri yutuyordu. ‘Aklını mı kaçırdın? Ne yapıyorsun?’ diyecek olan dilinin ucunu kanatıncaya kadar ısırıp, Deniz’i kendine biraz daha çekti. “Her şey güzel olacak,” fısıltısı Deniz’in kulağına ulaştı mı bilmiyordu, bedenen burada olan karısı ruhen burada değildi. Elini genç kadının sırtında usulca dolaştırmaya devam etti. Ve yürekten inanarak, “Her şey güzel olacak,” demeye devam etti. Her şey güzel olmalıydı. Karanlık artık onlar için geride kalmalıydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD