Kışın son demleri yerini baharın ilk ışıklarına bırakmış, konağın avlusundaki nar ağacının dallarında minik tomurcuklar belirmeye başlamıştı. O sabah Bedirhan Konağı, uzun zamandır ilk defa böyle bir telaşla uyanmıştı. Hizmetçiler sabahın erken saatlerinden beri ayaktaydı; mutfaktan gelen taze ekmek kokusu, etli dolmanın, tandırın, baklavanın sıcak buğusuna karışıyordu. Gülümser anne, ocağın başında elinde tahta kaşıkla duruyor, gözleri her defasında pencereye kayıyordu.
Bugün oğlu Cihan gelecekti.
Bir yıl olmuştu gidişinin üstünden. Herkes onun “iş için şehir dışına gittiğini” biliyordu ama aslında gidişinin ardında daha derin bir hikâye vardı kimsenin bilmediği, Cihan’ın sessizce içine gömdüğü bir gerçek. O ölümle yaşamın arasında gidip geldiği, yalnızca Ferman’ın tanık olduğu o hastane günlerini kimse bilmiyordu.
Avluda heyecanlı adımların sesi yankılanıyordu. Esma, koşuşturup duruyor, sofraya koyulacak her tabağı üç kere kontrol ediyordu. Cesur ise dış kapıya yakın yerde dikilmiş, her geçen arabaya dikkat kesiliyordu. Rojda hala, her zamanki gibi elinde tespihiyle oturmuş, bir yandan söyleniyor ama yüzündeki tebessümle sevincini gizleyemiyordu.
“Uzatmayın şunu, oğlan gelecek diyorum size! Allah nazarlardan saklasın… Uğraş dur, çocuk orada çalışsın diye mi büyüttük, yine kendini harap etmiştir.”
Sözleri her ne kadar yakınma gibi dursa da, sesindeki titrek sevgi gizlenemiyordu.
Gülümser anne, başını kaldırıp ona baktı, yumuşak bir gülümsemeyle,
“Sen de eksik olma Rojda abla,” dedi. “Cihan gelmeden bir gün bile rahat duramadın.”
Rojda halanın yüzünde belli belirsiz bir utanma ifadesi belirdi.
“Eee, seviyoruz çocuğu,” dedi, alttan alır gibi. “Şeyda’ya da her ne kadar kırgın olsam da, Cihan’ın yüzünü görünce her şeyi unuturum ben.”
O sırada konağın önünden bir araba sesi duyuldu. Cesur bir anda bağırdı:
“Anne! Geldiler!”
Bir anda avluda bir hareketlilik başladı. Gülümser anne elindeki örtüyü bıraktı, elleri titriyordu. Esma’nın kalbi küt küt atıyor, Rojda hala bile tespihini unutuvermişti.
Araba yavaşça avluya girdi. Tozlu tekerlekler taş zeminde durdu. Kapı açıldı.
Ve Cihan indi.
Üzerinde sade bir gömlek, yüzünde o tanıdık ama biraz solgun gülümseme… Gözlerinde uzun bir yolculuğun, sessiz bir savaşın izleri vardı. Ama yine de o, Cihan’dı Gülümser annenin göz bebeği, evin direği.
Gülümser anne dayanamadı. Gözlerinden yaşlar süzülürken koştu, oğluna sarıldı.
“Oğlum… canımın içi… geldin sonunda…”
Cihan annesinin titreyen ellerini tuttu, alnını onun omzuna dayadı.
“Geldim anne… özlettim değil mi?”
“Özletmek ne kelime, ciğerim kaldı sende!”
Esma dayanamayıp annesinin yanına koştu, ağabeyinin boynuna atladı.
“Ağabey! Sensiz ev bomboştu vallahi!”
Cihan gülümsedi, Esma’nın saçlarını okşadı.
“Ben de sizi çok özledim, küçük hanım.”
Sonra Cesur yaklaştı. Ağabeyine uzun uzun baktı, sonra içten bir sarılmayla boynuna dolandı.
“Hoş geldin be abi… sensiz ne tadı kaldı evin ne huzuru.”
Cihan onun sırtını sıvazladı. “Sen adamsın Cesur… artık sen korumuşsundur evi, değil mi?”
Cesur başını sallayıp gülümsedi. “Senin yerini kimse tutmaz be abi.”
Ardından Cihan babasına yöneldi.
Ahmet Ağa ağır adımlarla yaklaştı, ama gözlerinde belli belirsiz bir sevinç parıltısı vardı.
“Oğlum…” dedi kısık bir sesle.
Cihan saygıyla eğildi, babasının elini öptü.
“Baba… hakkını helal et.”
Ahmet Ağa elini onun başına koydu. “Helal olsun oğlum. Yeter ki sağ ol. Evine hoş geldin.”
Rojda hala o sırada dayanamadı, yanlarına geldi.
“Cihan’ım!” dedi gözleri dolarak. “Kurban olayım sana, ne olur bir daha böyle uzun gitme. Ben sensiz neyle avundum bilsen…”
Cihan gülümsedi, halasının elini tuttu.
“Tamam hala… bir daha böyle gitmem. Söz.”
Avluda herkesin gözleri mutlulukla parlıyordu. Gülümser anne oğlunun yanına oturması için yer gösterdi.
Ama bir kişi vardı, hâlâ sessiz duran…
Şeyda.
O sabah erkenden gelmişti konağa. Kocasını görmek, ona kırgın olsa da yüzünü bir kez daha görmek istemişti. Bir yıl boyunca beklemişti; her gece uykusundan Cihan’ın sesiyle uyanmış, her sabah yokluğunun sızısıyla güne başlamıştı. Şimdi ise karşısındaydı.
Cihan’ın gözleri onu aradı. Kalabalığın arasında duruyordu Şeyda. Üzerinde sade bir elbise, saçları gevşekçe omzuna dökülmüş… gözlerinde ise hem özlem hem kırgınlık vardı.
Gülümser anne bu anı sezmiş gibiydi.
“Hadi siz de biraz konuşun,” dedi gülümseyerek. “Biz sofrayı hazırlayalım.”
Herkes yavaşça avludan çıktı. Sadece Cihan ve Şeyda kaldı.
Bir süre sessizlik oldu. Rüzgâr saçlarının arasından geçti, taş zeminde yapraklar savruldu.
Cihan yavaşça ona doğru yürüdü. Gözlerinde hem huzur hem pişmanlık vardı.
“Şeyda…” dedi sessizce. “Yüzünü görmeyi ne kadar özlediğimi biliyor musun?”
Şeyda başını çevirdi, kırgın bir sesle konuştu.
“Bilmiyorum Cihan. Bilen bir adam bu kadar uzun süre sessiz kalmazdı.”
Cihan derin bir nefes aldı, bir adım daha yaklaştı.
“Belki haklısın… ama inan, o sessizlikte ben çok şey söyledim. Sadece… anlatamadım.”
Şeyda’nın gözleri doldu. “Bir yıl, Cihan. Bir yıl boyunca ne bir haber, ne bir ses… Ben mi hak ettim bunu?”
Derin bir nefes aldı Şeyda "Ya tek hatam sana söylememek oldu sevdiğim olduğunu bu muydu cezası Cihan söyle" gözünden bir damla düştü. Hatalı olduğunu biliyordu ama bunun cezası bir yıl olmamalıydı.
"Üzgünüm" diye bildi Cihan. gerçeği söylemedi yine.
Şeyda’nın gözleri Cihan’a bir süre baktı. O “Üzgünüm” sözü kulağında yankılanırken, içi burkuldu.
Yıllardır sevdiği, uğruna gururunu, hayallerini bir kenara bıraktığı adam şimdi sadece iki kelimeyle bütün o sessiz geceleri, o uykusuz sabahları özetliyordu.
“Üzgünüm.”
Ne kadar kolaydı Cihan’ın dudaklarından dökülmek… Ama o iki kelimenin ardında hiçbir açıklama, hiçbir çaba yoktu.
Şeyda derin bir nefes aldı, sesi titriyordu ama kararlılıkla konuştu:
“Üzgünüm demekle her şey eskiye dönmüyor Cihan. İkimiz de suçluyuz. Sen, sessizliğinle beni cezalandırdın… ben de susarak seni kaybettim. Ama fark şu ki, sen kendini suçsuzken suçlu durumuna düşürdün.”
Bir an sessizlik oldu.
Cihan’ın bakışları Şeyda’nın gözlerinde asılı kaldı. Sözleri bir bıçak gibi içini kesmişti. Ne diyeceğini bilemedi. Dudakları kıpırdadı ama kelimeler boğazında düğümlendi.
Sadece gözleriyle özür diler gibiydi ama Şeyda artık o gözlerin sözlerine inanmıyordu.
Şeyda başını çevirdi, yavaş adımlarla konağın içine yöneldi.
Avludan geçerken rüzgâr, saçlarını savurdu, elbisesinin etekleri taş zemine hafifçe değdi.
Cihan, olduğu yerde kalakaldı. Yalnızlık bir kez daha omuzlarına çökmüştü.
Avludaki sessizlik, uzaklardan gelen kuş sesleriyle bölündü.
Bir an gözlerini nar ağacına kaldırdı; dallarında açmaya başlayan minik tomurcuklara baktı.
Bir şeyler yeniden yeşeriyordu belki, ama içindeki kuraklık kolay kolay dinmeyecekti.
Bir süre sonra Cihan da içeri girdi.
Konağın geniş salonu sıcacık ışıklarla doluydu, masanın üzerinde türlü yemekler sıralanmıştı.
Baklava tepsileri, taze tandırın kokusu, dolmanın buğusu… Her şey evin o özlenen havasını taşımıştı.
Gülümser anne baş köşede oturuyordu; yüzünde yorgun ama huzurlu bir tebessüm vardı.
Ahmet Ağa, sessizce oturmuş, ara sıra Cihan’a bakıyordu.
Rojda hala her zamanki küçümser bakışlarıyla Şeydaya bakıyor,Cesur’la Esma sürekli gülüşüyordu.
Cihan, sofraya yaklaşırken gözleri istemsizce Şeyda’yı aradı.
O da masadaydı. Sade bir şekilde oturmuş, sessizce önündeki yemeğe kaşık sallıyordu.
Cihan, kararsızca bir an durdu; sonra yanına gidip sandalyeye oturdu.
İkisi de konuşmadı.
Sadece tabaklara çatal sesleri, arada Rojda halanın neşeli sözleri dolduruyordu havayı.
Ama Cihan için o akşam, dünyanın en huzurlu sessizliğiydi.
Şeyda yanındaydı, masada ailesi vardı ve yıllar sonra ilk kez bu kadar tam hissediyordu kendini.
Aralarındaki buzların hemen erimesini beklemiyordu.
Ama en azından aynı sofradaydılar.
Aynı havayı soluyorlardı.
Yemekten sonra herkes yavaş yavaş odalarına çekildi.
Rojda hala dua ederek tespihini aldı, “Allah bir daha ayrılık göstermesin,” diye mırıldandı.
Cesur, Esma’yla gülüşerek yukarı çıktı.
Ahmet Ağa ağır adımlarla odasına yönelirken, Gülümser anne Cihan’a dönüp yumuşak bir sesle,
“Yorgunsundur oğlum, dinlen biraz,” dedi.
Cihan başını salladı, “Sağ ol anne,” diye karşılık verdi.
Sonra sessizce Şeyda’nın peşinden yukarı çıktı.
Odalarına girdiklerinde loş bir ışık vardı.
Pencerenin önündeki tül hafifçe dalgalanıyor, dışarıdan nar ağacının yapraklarının hışırtısı geliyordu.
Cihan kapının yanında durdu bir an.
Bu oda ona hem yabancı hem tanıdıktı.
Bir yıl boyunca dönmeyi hayal ettiği yer… ama şimdi aynı zamanda en zor sığınağıydı.
Şeyda hiçbir şey söylemeden banyoya yöneldi.
Adımları sessiz, yüzü ifadesizdi.
Kapı kapanırken Cihan’ın içinden bir sızı geçti.
Bir süre pencerenin önünde durdu, sonra bakışlarını tavana kaldırdı.
“Keşke,” diye fısıldadı kendi kendine.
“Keşke her şey başka türlü olsaydı.”
Su sesi duyuluyordu içeriden.
Şeyda banyodan çıktığında, üzerinde sade bir gecelik vardı. Saçlarını havluyla kurulamış, yüzünde makyaj kalmamıştı.
Gözleri yorgun ama huzursuzdu.
Yatağın kenarına oturdu, ardından yavaşça uzandı.
Bir süre tavana baktı, sonra gözlerini kapadı.
Cihan’ın varlığını hissediyor ama konuşacak gücü bulamıyordu.
Yorgunluk mu, kırgınlık mı ağır basıyordu bilemedi.
Sadece sessizlik…
Cihan onun konuşmayacağını anlayınca bir şey demedi.
Gardıroptan sade bir pijama aldı, sessizce üzerini değiştirdi.
Yatağa değil, pencerenin yanındaki küçük koltuğa geçti.
Kollarını başının altına koydu, başını yasladı.
Ay ışığı tül perdeyi aşıp içeri süzülüyor, Şeyda’nın yüzüne ince bir ışıltı bırakıyordu.
Cihan bir an gözlerini ona çevirdi.
“Bir gün yine gülümseyeceksin bana,” dedi sessizce, kendi kendine.
Sonra gözlerini kapadı.
O gece Bedirhan Konağı sessizdi.
Nar ağacının dallarına konan kuşlar bile sanki o sessizliğe saygı duyuyordu.
Bir yanda kalbinde taşıdığı pişmanlıkla Cihan, diğer yanda kırgınlığıyla Şeyda…
Aynı çatının altında, ama birbirine dokunmadan, iki yalnız yürek gibi uykuya daldılar.