Babamın mezarının yanında oturuyordum. Parmaklarım soğuk tahta ütünde duruyordu öylece. Avuç içlerim titriyordu ama bu titreme soğuktan değildi. Toprağın altına giren babam ve onunla beraber giden anılarımın ağırlığındandı.
Gözlerimden yaşlar usul usul akıyordu. Boğazım yanıyordu ağlarken attığım çığlıklardan ötürü.
Ben babamla hiç düzgün bir şekilde oturup konuşmamıştım. Çok istedim, çok da özlemini duydum ama yapmadım, yapamadım.
Ben konuşmadan içimden sustum o ise beni duymak için asla çaba harcamadı. Şimdi ise eşittik, ikimizde sessizdik ama tek farkla: o sessizliği toprakla buldu, ben ise toprağının başında kaldım.
Gözlerimden hala düşen yaşları silerken biri omuzuma elini koydu. Başımı kaldırıp baktığımda halamı gördüm. O da tıpkı benim gibi ağlıyordu. Bana bir şeyler diyordu. Gözlerimi elimin tersiyle sıkıca silerek dudaklarına baktım.
“Herkes gitti bizde eve gidelim.” anladığım tek yer burasıydı.
Yerimden kalkarak son kez babama baktım. Halam koluma girdiğinde ise tamamen arkamı babama dönüp mezardan çıktık.
Eve doğru giderken köydekiler bana baktığını fark ettim. Kimisi üzülerek kimisi acıyarak. Onlara bir şey diyemedim diyemezdim orası ayrıydı. Çünkü konuşamıyordum daha doğrusu işitmediğimden ötürü çok konuşamıyordum.
İşitme engelli olduğum için konuşamıyorum, işitemediğim için konuşmam da yarım kaldı. Bir iki kelime söyleyebiliyor olsam bile, sesimin nasıl çıktığını bilemiyordum. Telaffuzum beni utandırıyordu bu yüzden kelimelerim hep boğazımda düğümleniyordu. Söylemeyi istediklerim içimde kaldı. Ben sustukça içimde büyüyen sessizlik bana bir korunma alanı oldu.
Halamın beni çekiştirmesiyle eve geldiğimizi o an anladım. İçeride eniştem- halamın eşi- ve amcam vardı. Yanlarında ise kuzenlerim. Herkes bir köşede oturmuş gülerek sohbet ediyordu.
Benim babam öldü ama onlar sanki düğün evindeymiş gibisinden gülüşerek konuşuyorlardı. Hadi sevmiyordunuz da ölüye de mi saygınız yoktu, taziye evine de mi saygınız yoktu. Ne bekliyordum ki benim gibi ağlayacaklarını mı?
Halama dönerek odamı gösterdim. Başındaki tülbentle gözyaşlarını silerek onayladı beni. Yerimden kalkıp sessizce odama doğru gittim.
Odaya girer girmez kapıyı kapatıp yere doğru çöktüm. Artık daha fazla tutamadım kendimi ve son kalan gözyaşlarımı da orada döktüm.
Orada ne kadar kaldım ne kadar ağladım bilmem ama başımı kaldırıp perdenin ardına ki pencereye baktığımda akşam olduğunu gördüm.
Akşamın ağırlığı içeri sızmıştı. Oda karanlığa teslim oluyordu. Yüzümde kuruyan gözyaşlarının bıraktığı acıyan çizgiyi parmağımla yokladım. Nefesim içime doğru kısa ve kesik giriyordu.
Koridorda yürüdüm. Ev sessizdi. Tıpkı ben gibiydi. Kimsenin uyarmasına gerek yoktu, bu evde ses çıkarmaya hakkı olan kimse kalmamış gibiydi.
Babamın odasının kapısı açıktı. Kapının eşiğine basınca tahta hafif titreşti. Bu titreşimi ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Odaya girdim. Her şey aynı yerindeydi. Babam yıllarca hiçbir şeyi değiştirmediği için odanın kokusu bile hafızamda aynı yerde duruyordu.
Yatağın üzeri düzgünce seriliydi. Komidinin üzerinde gri bir çerçeve vardı. Çerçeveyi aldım. Camın arkasındaki karede babam ve annem yan yana gülümsüyorlardı. Annemin dudak kıvrımındaki o sıcaklık, içimde eski bir zamanın boşluğunu açtı. Ben o gülüşü hiç duyamadım. Fotoğrafa dokunurken içimden tek bir cümle geçti: Ben seni böyle hatırlıyorum.
Çerçeveyi yavaşça yerine bıraktım. Babamın çekmecesini açtım. Açılırken çıkardığı sesi duymadım, sadece ahşabın parmaklarımın altında bıraktığı titreşimi hissettim. Çekmecenin içinde bir zarf duruyordu. Zarfın üzerinde annemin adı yazılıydı. Elimi uzattım, zarfı aldım.
Kalbim hızlanmıştı ama dışarıdan hiçbir ses çıkmıyordu. Kapağını açmadan önce bir an durdum. Bu zarf anneme hiç gitmemişti. Babam göndermemişti. Ve şimdi bu mektup benim elimdeydi.
Yavaşça zarar vermeden açıp okumaya başladım.
Fatma,
Bu satırları yazmak bana zor geliyor. Sana bunu yüz yüze hiç söyleyemedim. Belki de sen haklıydın. Belki de Elif’i bu halde bırakmak, seni bu halde bırakmak, ikinize de haksızlıktı.
Elif işitemediği için ben ona kızdım. Sanki o bunu seçmiş gibi davrandım. Kendi yetersizliklerimi onun üzerine yıktım. Sen onu korumaya çalıştın, ben senin o çabanı susturdum.
Bugün anlıyorum ki, ben o çocuğun hakkını yedim.
Senin annen olma biçiminden hep nefret ettiğimi söyledim ama aslında kıskanıyordum. Çünkü ben onunla konuşmayı başaramadım. Sen başarırdın. Senin kelimelerin daha yumuşaktı. Benimki hep aşıyordu.
Senden bir şey isteyemem. Bunu hak etmiyorum. Ama bir gün olur da Elif bana kızmayı bırakabilirse, bilsin ki ben bunu hak ettim. Onun sessizliğinin içine ben sebep oldum.
Sana da bir özür borçluyum. Söyleyebilseydim, karşına geçip bunu söylemek isterdim.
Ama söyleyecek gücüm kalmadı.
Affedemesen de anla.
Babam bunu ne zaman yazmıştı bilmiyorum ama bu yazdıklarından yola çıkarak yakın zamanda yazdığı belli oluyordu. İçinde yazdıkları beni şaşırttı. Babam şuan ki durumumdan sorumluydu ama yıllarca gözlerimin içine hiçbir pişmanlık olamadan baktığından hiç suçluluk hissettiğini düşünmemiştim.
Mektubu yavaşça dizlerimin üzerine bıraktım. Parmağım kapatmaya kıyamadığım o kelimelerin üzerinde kaldı. Gözlerimin içi yeniden doldu. Sesim yoktu ama içimde büyük bir çığlık vardı. Babam beni hiç duymamıştı. Ben bugün bile onu duyamıyordum. Yine de içimde garip bir kırılma hissettim. Ona kızgındım. Ama aynı anda acıdım da.
Komodinin kenarında duran siyah deri küçük bir defteri fark ettim. Bir an tereddüt ettim. Sonra elimi uzatıp aldım. İçini açtım. İlk sayfada annemin eski bir fotoğrafı vardı. Bir sayfa sonra benim çocukluk fotoğrafım. Babam o fotoğrafları saklamıştı.
Bunu görmek içime bir boşluk bıraktı. Demek ki o hiç konuşmadığım adam, beni en sessiz yerinde saklamış.
Başka bir fotoğrafa uzandım. Annem gençti, babam gençti, ben yoktum daha. O karede ne ses vardı ne sessizlik. Sadece benim bilmediğim bir mutluluk anı vardı. Belki bir saniyelik. Belki çektikleri gün bile o mutluluk gerçek değildi. Ama fotoğraf öyle dondurmuştu.
O an içimde tuhaf bir his dolaştı. Sanki babam bana mektubu veremediği için değil, benim mektupta yazanları artık duyamayacağımı bildiği için susmuştu. Yıllarca beni susturduğunu fark etmeden. Sonra bir gün, benim sessizliğim onun bütün kelimelerini geri yuttu. Bu düşünce içimi acıttı. Çünkü doğru olabilirdi.
Zarfı göğsüme bastırıp ayağa kalktım. Babamın yatağına doğru yürürken halamların uzak odalardan gelen hafif konuşma titreşimlerini ayak tabanlarımda hissettim. Seslerini duyamadım ama bedenleri hareket ettikçe zeminde oluşan titreşim bana kadar geliyordu. Sanki bu evde tek yaşayan ben değilim, acı da hareket ediyor, duvarlara çarpıp geri dönüyordu.
Yatağın kenarına oturdum. Babam yıllarca bu yatağın kenarında oturup sigarasını içmişti. Belki de sessizce pişmanlıklarını içine çekmişti. Belki de hiçbir zaman pişman olmamıştı. Bilemezdim. Ama bugün elimde tuttuğum bu mektup, onun bir yerlerde acıdığını fısıldıyordu. Benim duyamadığım ama kâğıt üzerinden hissedebildiğim bir itiraf gibi.
Battaniyeyi yavaşça üzerime çektim. Yastığa başımı koyduğumda hafif bir sabun kokusu geldi burnuma. Zamanın içinde hapsolmuş eski bir koku. Annemin kokusuyla tanışmadığı yılların kokusu. Gözlerimi kapadığımda, fotoğrafı göğsümde biraz daha sıkı tuttum. Sanki annem orada, o eski kâğıdın içinde bana bakıyordu.
Kalbimin ritmi yavaşladı. Uykuyla uyanıklık arasında dolaşırken, belki ilk defa babamın yanında olduğum için huzurlu hissettim. Konuşmadan, duymadan, sadece var olarak. Ve bütün bunların içinde bir düşünce içimde gezindi: Belki bu gece son kez bu evde uyuyacaktım. Belki yarın artık bambaşka bir hayata geçecektim.
Ama o gece, babamın kokusuyla, annemin fotoğrafına sarılı halde, onun yatağında, babamla ilk kez aynı sessizlikte, gerçekten uyudum.
...
Gözlerimi açtığımda babamın odasındaydım. Baba kokusu hala yastığın liflerine sinmişti. Göğsümün altında duran zarfı hissettim. Üzerine kapanıp uyuyakalmıştım. Başım ağrıyordu, göz kapaklarım şişmişti. Sanki gece boyunca nefes almadan ağlamışım gibiydi.
Tam doğrulurken omuzlarımı bir çift el kavradı. Halamdı. Yüzü kıpkırmızıydı, gözlerinin içi yanıyordu. Bir süre sadece yüzüme baktı. Nefes almakta zorlanıyor gibiydi. Dudakları kıpırdamaya başlayınca kelimeleri dudaklarından okudum: “Sen odanda yoktun… bulamayınca korktum…” Gözleri doldu. “Sana bir şey oldu sandım, Elif.”
Elimi tuttu, sıktı. Cevap veremedim. Sadece başımı salladım. Yavaşça beni ayağa kaldırdı. “Gel,” dedi. “Biraz kendine gel. Mutfakta oturalım.”
Koridora çıktığımızda evin içindeki o ağırlık tekrar üstüme çöktü. Bu, benim sessizliğimle aynı değildi. Bu, suçun, utanmanın, saklanmış cümlelerin sessizliğiydi.
Mutfak kapısından içeri girdiğimizde herkes oradaydı. Eniştem masanın başında yaslanmış oturuyordu. Amcam yanında. Karşılarında kuzenlerim. Masada kahvaltı yoktu. Taziye evinde formalite olmazdı. Sadece çay bardakları vardı. Birkaç boş tabak. Birkaç elde tespih. Ama herkes kendi arasında konuşuyor gibiydi. Dudakları hızlı hareket ediyordu. Elleri havada bir şey anlatıyorlardı. Birinin anlattığını diğerleri onaylıyor, üstüne koyarak devam ediyordu.
Ben onları duyamıyordum. Ama yüz ifadeleri, bakışları, kaşlarının hareketi bile bana yetiyordu.
O an kuzenlerden biri gözlerime kilitlendi. Göz kırpmadı. Gülümsemeye benzemeyen bir çizgi dudaklarının kenarında belirdi. İçinde başka bir şey saklıydı. Tepeden bakan, aşağılayan bir şey. Sanki taziye evinde değil de bir oyun masasında oturuyormuş gibiydi. Sanki babam değil, ben ölümü hak etmişim gibi.
Halam bir sandalyeye oturmamı işaret etti. Oturmadan önce o kuzenin dudakları tekrar kıpırdadı. Ağzından çıkan tek kelimeyi dudaklarından okudum. “Dilsiz.”
Sanki bütün konuşamadığım yılları tek kelimeyle suratıma çarptı. Tek bir kelimeyle bütün çocukluğumun altını çizdi.
Beni insan yapan acılarımı bile hiçe sayarak.