4. Bölüm: Kızıl Felaketim
Demir, Serra'nın sıcaklığını sırtında, nefesini ensesinde hissederek uyandı. Pencereden sızan şafak ışığı, onun dağınık kahverengi saçlarını ateşe vermiş gibi parlatarak, yastıkta bir kızıl hale oluşturuyordu. Bu, savaş alanlarında gördüğü her ateşten, her patlamadan daha güzel, daha ürpertici bir manzaraydı. İçini, tarifsiz bir sahiplenme ve yoğun bir koruma içgüdüsü kapladı. Hafifçe döndü, onu izlemeye devam etti. Yanaklarına çil gibi dağılmış minik benekler, dudaklarının yumuşak kavisi... Ona bakmak, huzur dolu bir çılgınlıktı.
Serra, onun bakışlarıyla uyandı. Gözlerini açtı, ilk olarak Demir'in yüzündeki ifadeyi gördü. Orada gördüğü şey, sadece arzu değil, derin bir hayranlık ve neredeyse kutsal sayılabilecek bir bağlılıktı. "Bana öyle bakma," diye fısıldadı, utangaçlıkla ve biraz da hüzünle. "Sanki ben... seni mahvedecek bir şeymişim gibi."
Demir, parmak uçlarıyla çenesini okşayarak, dudaklarına hafifçe dokundu. "Öylesin zaten," diye mırıldandı, sesi uykunun verdiği çatallılıkla ama son derece ciddi bir tonla. "Benim kızıl felaketimsin. Gökten üstüme yağdın, düzenimi mahvettin, her şeyimi yakıp yıktın. Önceden sadece bir askerdim. Şimdi... senin aşığın, senin savaşçın, senin tutsağınım."
Serra'nın gözleri doldu. Bu sözler, duyduğu en güzel, en tutkulu itiraftı. "Felaketim mi?" diye tekrarladı, sesi titreyerek.
"Evet," diye fısıldadı Demir, alnını onunkine dayayarak. "Güzel, vahşi, kaçınılmaz felaketim. Senin için savaşmaktan, senin yüzünden yanmaktan asla vazgeçmeyeceğim."
O sabah, artık sadece kaçak aşıklar değillerdi. Aralarında, görünmez ama çelikten güçlü bir bağ kurulmuştu. Birlikte kahvaltı yaptılar. Her şey basit ve sıradandı, ama her anın içinde devasa bir anlam taşıyordu. Serra, Domatesi doğrarken, Demir ona bakakaldı. Onun için bir savaş çıkartabilecek bu kadının, şimdi mutfak tezgahında kendi için kahvaltı hazırlıyor oluşu, inanılmaz bir tezattı.
Ancak bu huzur, çok uzun sürmedi. Demir'in askeri kimliği olmadan, gelecekleri belirsizdi. Para bir sorun olmaya başlayacaktı. Necati Bey'in tehdidi ise hâlâ tepelerinde bir kılıç gibi sallanıyordu.
"Babam sözünü tutmaz," dedi Serra, çayını karıştırırken. "Onu geri çekmiş gibi yapar, ama başka yollardan saldırır. Seni askeriyeden atmak için elinden geleni yapar."
"Biliyorum," diye yanıtladı Demir, gözleri kararı. "Ama onun da beklemediği bir hamlemiz var."
"Ne?"
"Sen," dedi Demir, ona bakarak. "Onun korkulu rüyası. Onun kızı. Onun en büyük zayıflığı. Eğer sen dimdik ayakta durursan ve korkmazsan, o bizden korkacak."
Telefonu çaldı. Bu kez Demir'in avukatıydı. Konuşma kısa ve kaslıydı. Askeri savcılığın, bulunan 'kanıtlar' ışığında soruşturmayı derinleştirdiğini, duruşma tarihinin belirleneceğini söyledi. Demir, telefonu kapattığında yüzü gergindi.
"Ne oldu?" diye sordu Serra endişeyle.
"Babana söyleyecek bir şeyin daha var," dedi Demir, soğukkanlılıkla. "Savcılık, evde bulunan iç çamaşırının sana ait olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Eğer DNA testi için seni bulmaya kalkarlarsa, babana söyle. Eğer bu yönde bir girişimde bulunurlarsa, senin ifadenle birlikte, onun seni benimle tehdit ettiğini, rüşvet ve yolsuzluk detaylarını tek tek basına açıklayacağını söyle."
Serra, bir an nefesini tuttu. Bu, çok daha tehlikeli ve cüretkar bir hamleydi. Ama Demir'in gözlerindeki kararlılığı görünce, korkusu yerini bir güvene bıraktı. "Söyleyeceğim," diye fısıldadı.
O öğleden sonra, Demir, avukatıyla buluşmak için dışarı çıktı. Serra ise evdeydi. Temizlik yapıyor, Demir'in birkaç askeri eşyasını düzenliyordu. Bir an, onun esüstü üniformasını katlarken, üzerindeki kokuyu içine çekti. Bu, ter, barut ve ona özgü o erkek kokusunun karışımıydı. Dayanamayıp yüzünü ona gömdü. O sırada, cep telefonu çaldı. Babası değil, annesiydi.
Açtı. Sesinde endişe ve öfke vardı. "Kızım, neredesin? Baban deliye döndü. Bu yaptığın nedir? O asker için kendi ailenle mi savaşacaksın?"
Serra, için için sızlayarak, ama sağlam bir sesle cevap verdi: "Evet, anne. Eğer ailem, benim mutsuz olmama razı olacaksa, evet. Ben Demir'i seviyorum. Ve onunla kalacağım."
Annesi, telefonun diğer ucunda hıçkırarak ağlamaya başladı. "O seni mahvedecek! Her şeyini kaybedeceksin!"
"Anne, ben çoktankendi hiçliğimi buldum," dedi Serra, sesi yumuşak ama kararlı. "Onun yanında, sizin verdiğiniz her şeyden daha zenginim."
Telefonu kapattığında, ağlamakla gülmek arasında garip bir duyguya kapıldı. İçindeki o uslu kız sonunda ölmüş, yerine kendi hayatının savaşçısı doğmuştu.
Akşam, Demir eve döndü. Yorgun ve düşünceliydi. Serra, onu kapıda karşıladı. Hiçbir şey söylemeden, ona sarıldı. Demir, başını onun omzuna dayadı ve bir anlığına tüm savunmalarını indirdi. Onun kollarında, dünyanın tüm yüklerinden kurtulmuş gibiydi.
"Benimle evlenir misin?" diye mırıldandı, sesi Serra'nın saçlarına gömülü.
Serra, olduğu yerde donakaldı. Geri çekilip onun yüzüne baktı. Gözleri doluydu. "Ne?"
"Evet, biliyorum. Doğru zaman değil. Paramız yok, geleceğimiz belirsiz. Ama resmi olarak benim olmanı istiyorum. Seni koruyabilmem, seninle savaşabilmem için bir sebep daha. Benim karım ol." Bu bir romantik jest değil, bir savaş narasıydı.
Serra, gözlerinden süzülen bir damla yaşı silmeden, "Evet," dedi. "Evet, senin olayım. Senin karın."
O gece, sevişmeleri bir zafer kutlaması, bir sadakat yemini gibiydi. Yatakta, Demir onun üzerine abanırken, "Kimsin sen?" diye sordu, nefesi kesilerek.
"Senin..." diye inledi Serra, "Senin kızıl felaketinim."
Ve Demir, onun içinde kaybolurken, bu felaketin en tatlı, en kahredici cehennemi olduğunu düşündü. Dışarıda fırtına kopabilirdi. Ama onlar, kendi kurdukları bu küçük, mükemmel kaosun içinde, birbirlerine sarılmış uyudular.