Sıfır Noktası

506 Words
28 Temmuz 2025 – Saat: 09.26 Sokaklar ısınmaya başlamıştı. Güneş, kaldırımların arasından göz kırparken, İstanbul yavaş yavaş ayaklanıyordu. Oysa ben hâlâ yere yapışmış gibiydim. Az önce Melis’le karşılaşmak… Yıllardır içimde bastırdığım bir yara kabuğunu yırtmıştı. Kan yoktu belki ama içimde zonklayan bir ağırlık vardı. Bir çöp kutusunun yanında durup elimi saçlarıma geçirdim. Parmaklarımın arasından yağlı tellere dokununca fark ettim ki sadece içim değil, dışım da dağılmıştı. Aynaya ihtiyacım yoktu. Zaten aynalar bana artık yalan söylüyordu. “Ya bir şey yap, ya da kendini bırak.” Bu cümle, içimde bir ses gibi yankılandı. Kimin sesi olduğunu bilmiyorum. Belki babamın hayaleti. Belki annemin ölmeden önceki son bakışı. Belki de ben, ilk kez kendi sesimi duyuyordum. Tam o sırada, karşıdan gelen yaşlı bir adamla göz göze geldim. Elinde tepsiyle yürüyordu. Sıcacık simitler, altın sarısı… Tepsinin kenarına ince belli çay bardakları yerleştirilmiş. Adam hafifçe aksıyordu ama yüzünde yorgun bir direnç vardı. Tezgahını bir köşe başına yerleştirdi. Sonra ellerini çözüp örtüsünü düzeltti. İçimden bir şey kıpırdadı. Boğazıma oturan taş gibi açlığım vardı. Çaya değil ama o sıcacık simide gözüm düştü. Midem utançsızca guruldadı. Adamla göz göze geldik. O an kaçacaktım ama kaçamadım. Seslendi: “Delikanlı. Gel, yardım eder misin bana?” Başta anlamadım. Geri çekildim. Ama o tekrar konuştu. “Tepsiyi kurarken zorlanıyorum biraz. Yaşlılık işte. Gel şu masaları aç. Bir çay-simit veririm sana. Karnın doysun.” Sesinde yargı yoktu. Acıma yoktu. Sadece… teklif vardı. İlk kez biri bana bir şey verirken geçmişimi sormadı. İlk kez bir ses, beni olduğum yerden kaldırmak istemedi, sadece yanına çağırdı. Başımı eğdim. Adımlarım tereddütlüydü ama gittim. Üç masa, beş tabure… Yarım saatlik iş. Terledim. Ama bu defa kokuşmuş bir uykunun teri değil, çalışmanın tuzu vardı alnımda. Ve sonra o adam bir çay uzattı. Yanında bir simit, içine peynir koymuş. Elim titreyerek aldım. Sanki bu kadar basit bir şey bu kadar kutsal olamazmış gibi. “Adın ne?” dedi. Yutkundum. “Emir,” dedim. O sadece başını salladı. “Ben de Sadık. Her sabah buradayım. Yardım edersen iki simit, iki çay olur.” Bir şey demedim. Ama içimden bir şey çözüldü sanki. Yıllardır birine borçlu olmadan ilk kez bir şey kazanmıştım. Küçüktü, ama gerçekti. Simitin son lokmasını çiğnerken gözüm yan sokağa kaydı. Melis’in sokağı. Gölgesi hâlâ oradaydı. Ama bugün onun için değil, kendim için uyanmıştım. Sadık amca çayını içerken cebinden küçük bir defter çıkardı. Notlar alıyor, bir şeyler hesaplıyordu. “Senin yaşındayken ben de sıfırdım,” dedi. “Ev yok, iş yok, kimse yok. Sonra biri bana bir poğaça verdi. O gün bugündür ben de hep birilerine bir şey veririm.” O an fark ettim: Bazı insanlar dünyayı değiştirmez, sadece birini yerinden oynatır. O biri de sensen, bu yeter. Kaldırımlara bakarken düşündüm: Bugün ilk kez bir şey kazandım. Sıcacık bir simit. Ve bir çay. Ama belki daha önemlisi… Kendime ait ilk adım. Cebimde üç buçuk lira vardı. Az mı? Evet. Ama dün hiç yoktu. Bu bir farktır. Ve her fark, bir yön değişimidir. Yürümeye başladım. Sırtımı Melis’e, geçmişe, annemin kanına, babamın kurşununa döndüm. Sırtımı İstanbul’un karanlık sokaklarına, kendi boşluğuma döndüm. Yüzümü çaya çevirdim. Sıcacık. Gerçek. Basit.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD