Bölüm/2 İnfilak Eden Cümleler

1770 Words
Kapalı kutulara sakladıysan eğer yüreğini, bulunması ömür alır. Suskunluğa alıştırdıysan şayet bedenini, en ufak çığlıkta tarumar olur. Sükutun esrarengiz kalabalığı birden bire fetheder gönülleri. İşte o zaman bir davet gönderilmiştir ruhuna. Çünkü "O" senin içinde görmüyor musun? Zihnim bütün olasılıkları zorlayarak bedenimden ayrılmış, hayal ekranımın da yardımıyla beni dışarıdan izliyordu. Elimde mavi kaplı kitaba nazaran, tonlarca ağırlığa sahip bir kütle tutuyormuş gibi hissediyordum. Bu kitabı okuyan bensem, neden nefes alan bir başkası gibi geliyordu? Her satırda ruhumu karanlık giyotinlere bağlıyor, kendi benliğimi hiçlik ile kavurup boğazlıyordum adeta. Saatlerdir okuduğum kitabın son sayfası da zihnimin fırtınasına karıştığında, tutulan belim iyiden iyiye zonkluyordu. Gözlerim kapanmak için astarları çekerken, ben büyük bir itina ile kitabı düşünmeye başladım. Sadece iki kelime için kocaman bir infaza maruz kalan garip bir yürek... İnsan iki kelime için infaz edilirken güler miydi? Bir sürü soru içinde gözlerim kapanınca, aklımda tek bir şey çalkalanıyordu: kitabın gerçek bir hayatı ele alması. Sabah uyandığımda bütün bedenim tutulmuştu. Tutulan bedenime nispeten hızına şaşırdığım zihnim hala sağlamdı. Kafamı kaşıyarak ayaklarımı soğuk zeminle buluşturdum. Sıcak yatağıma ufak bir bakış atıp, banyoya yürüdüm. Şişen gözlerim ve altındaki morluklar fark edilmeyecek gibi değildi. Kahve irislerimin etrafını saran beyazlarda, kan çatlakları oluşmuştu. Musluğu açıp, suyun iyice soğumasını bekledim. Ardından ellerime doldurduğum suyu hızla yüzüme çarptım. Uyanmanın en iyi yoluydu bu, benim için... Bir saatlik hazırlanmanın ardından, dünkü kitabı da çantama koydum. Kahvaltı yapma gereği duymadan evden çıktım. Durakta ufak bir bekleyişten sonra, otobüse binip, kampüse yol aldım. Kafam garip bir biçimde devamlı okuduğum kitapla saldırıyordu bana. Daha önce bu otobüse defalarca binmeme rağmen, binen insanlara hiç bu kadar dikkat etmemiştim. Yolculuk yirmi dakika kadar sürüyordu. Bu yirmi dakika içinde birçok insanla aynı havayı soluyor, aynı yerlere dokunuyordum. Lakin önüme bir set misali çektiğim durgunluğum, bugüne kadar bu insanlardan hiçbiri ile iletişim kurmama izin vermemişti. Mesele iletişim kurmak kadar sıradan değildi zaten... Sorun bugüne kadar kimseyi kendi dünyama alacak kadar önemsememiş olmamdı. O kitaba göre ise, her ayrı dünyanın ve her ayrı zihnin içinde kendine has motifler bulunmasıydı. Yani kişi kim olursa olsun kıymetliydi. Ben ise belkide sadece kendi dünyamın bana yeteceğini sanmıştım, birçok farklı zihinden ayrı yaşayarak... Koca otobüs camından Ankara'ya bir bakış atarak, derin bir iç çektim. Ah dedim, kendi içimden. Tek kalmanın huzuru aslında beni sığ sularda yüzmeye itmişti. Hallac-ı Mansur, kendini yanlış ifade ettiği için idam ediliyordu kitapta. Sözlerinin normal karşılanması zordu elbette. Fakat onun durumu nasıl bir sarhoşluk haliydi ki, yaptığı en tuhaf davranışın altından bile bir hazine çıkarabiliyordu? Bir an aklımda başka bir ihtimal dolandı. Yazarın yazmasındaki üstün kabiliyet mi Hallac-ı Mansur'u böyle gösteriyordu, yoksa o gerçekten de ruhunu ebediyete mi teslim etmişti? Otobüs büyük bir gürültü ile durduğunda, sol tarafta kalan fakültemi yeni fark etmiştim. Soru işaretlerini bir kenara bırakarak, fakülteye yürümeye başladım. Etrafta tanıdık birkaç kişi göze çarpıyordu. Kafamla kısa selamlar vererek yürümeye devam ettim. İlk dakikalarında bile farklı olacağını bildiren birgün yaşıyordum. Güneşi arkama alıp içeri girecekken, gelen ses sırıtmama neden oldu. "Adı belli olmayan dağlarda, hangi kurtların öldüğünü merak ettirecek türden herkese kafası ile selam veriyordu. Tıp fakültesi büyük şaşkınlıklar içinde..." Söyledikleri ile tamamen ona döndüm. Ağzımdan engel olmadığım bir kıkırtı kaçtığında, Sedef de gürültülü bir kahkaha atmıştı. Kaç aydır görüşmemişiz gibi özlemle birbirimizi kucakladığımızda, ikimizde durumdan gayet hoşnuttuk. Fakat iki gün önce bile yan yana olduğumuz düşünülürse bu kucaklaşma biraz garipti. Benden uzaklaştığında kızıl saçlarına oturttuğu şapkasını düzeltti. Beyaz tenine öyle çok yakışmıştı ki bej şapkası, gülümsemem biraz daha yayıldı dudaklarımda. "Ne oldu? Bugün herkese iltimas gösterip selamlıyorsun. Ömründe bir eksilme mi var yoksa?" Gülerek sorduğu alaylı sorusuyla göz devirdim. "Bir sorun yok. İçimden geldi." dediğimde, yürümeye başlamıştım ki elleri bana engel oldu. "Benim dersim yok diye uğradım sana ama sen dersliklere doğru yürüyorsun. Bir kahve içeriz sanıyordum." Başımla onu reddettiğimde konuşmaya başladım. "Bugün ders programım biraz kalabalık. Saat beşe kadar okuldayım. İstersen çıkışta bir şeyler yapalım olmaz mı?" Yapay bir hüzün dudaklarını sardı. "Peki madem. Ben eve gidiyorum. Beş gibi burada buluşuruz. Erkan'ın da dersi var zaten. Yalnız yalnız takılırım bende." Kafamla onu onayladığımda, geçen zaman hareketlerimi kısıtlıyordu. Onunla vedalaştıktan sonra hızlı adımlarla derse koştum. Günün anatomi dersi ile yorgunluğum başlamadan kendini belli etmişti bile. Saatler sonra biten ders ile içime derin bir soluk çektim. Sedef çıkışta olduğuna dair mesaj attığı için onu daha fazla bekletmek istemiyordum. Çantamı toparladığımda, dersliğin tamamen boşalması gözümden kaçmamıştı. Kapıdan çıktığımda kenarda bekleyen Fatih selam verse de, aceleden olsa gerek umursamadan yürümeye devam ettim. Dışarı çıktığımda Sedef elindeki sigara ile beni bekliyordu. Güzelliğine gölge düşüren parmakları arasındaki sigaraya alışmıştım fakat yine de gözden kaçmayacak bir detaydı benim için. Yanına gittiğimde kısa bir sarılma faslı daha atlatmıştık. Kampüs dışındaki bir kafeye gideceğimiz için Sedef derin sohbetine hiç ara vermeden başlamıştı bile. İki koca yıldır beraber olduğu Erkan'ın, onunla evlenmek için herhangi bir girişimde bulunmadığından yakınıp duruyordu. Aralarındaki tek sorun Sedef'in evlenmek için hızlı davranması ve Erkan'ın bile bile bu konuyu ağırdan almasıydı. Ona göre... "Sare, Erkan'ın beni sevmediğini düşünüyorum bazen. Bu kadar çok beklemek hoşuma gitmiyor. Ona devamlı imalarda bulunuyorum ama o hala anlamamazdan geliyor." Ses tonunun arasına gizlediği hüznü yalnızca onu tanıyanlar anlayabilirdi. İki dudağının kenarından aşağıya sarkan çizgi, yüzüne hiç yakışmıyordu. "Sedef'cim." dedim onunki gibi bir sesle. "Bence Erkan'ın böyle davranması gayet normal. O dördüncü sınıfta olabilir ama sen hala ikinci sınıf öğrencisisin. Bir evliliğe adım atsanız dahi bu şartlarda sizi zorlayabilir. Senin bölümün iki yıla bitiyor ama Erkan bir doktor adayı ve mezun olduktan sonra bile okumak hayatının bir parçası olacak. Bunu sende biliyorsun." Uzun konuşmamın ardından gözlerindeki hüzün hala dağılmamıştı. Yürümemizi yavaşlatıp, önünde durdum. Kızıl saçlarında, sabahki şapkası yoktu ve saçlarını sıkı bir atkuyruğu yapmıştı. Aradan kaçan bir tutamı alıp, kulağının arkasına sıkıştırdım. "O seni seviyor Sedef. Bunu sen de biliyorsun, değil mi?" Minik bir gülümseme taktı dudaklarına. "Biliyorum" diyerek, kafa salladı. Tekrar yürümeye başlamıştık. Kafeye de az bir mesafe kalmıştı zaten. Henüz kahvaltı bile yapmamanın verdiği etkiyle midemdeki boşluğu çok rahat hissedebiliyordum. Krem-kahve tonlarının şirin bir hava estirdiği kafeye girdiğimizde, kafedeki sol masalardan birine yönlendirildik. Garson oturmamızın ardından mönüleri uzattığında, siparişleri de vermiştik. Günlük konularda devam ediyordu sohbetimiz. Birbirimizi yakından tanıyacak kadar kuvvetli bir bağımız oluşmuştu. İki yıl, ikimize de iyi gelmişti. Sedef, memur bir ailenin kızıydı. Ben Gazi Üniversitesi'nde Tıp okurken, o aynı üniversitede Biyomühendislik okuyordu. Fakültelerimizin aynı kampüste olması tanışmamızı kolaylaştırmıştı. Ama tam olarak nerede ve nasıl tanıştığımızı sorsa biri, ikimizde cevap veremezdik. Bir şekilde oldu işte diyerek geçiştiriyorduk cevabı. Erkan bizim üst sınıflardan biriydi. Benden iki yıl daha rütbeliydi. Sedef benim için fakülteye geldiğinde tanışmışlardı ve kısa zaman içinde sevgili olmuşlardı. Kaç dakika o kafede oturmuş, derin bir sohbete dalmıştık bilmiyorum ama vakit geç olduğunu kararan havadan belli ediyordu. Garsondan hesabı istediğimizde, Alman Usulü ödeme yapmaya karar vermiştik. İstenilen hesap getirilmişti, cüzdanımı bulmak için çantamı karıştırmaya başlamıştım. Cüzdan yerine yanlışlıkla dün okuduğum kitabı çıkarınca, kafam yine bir sürü soru ile gelgit yapmaya başlamıştı. Kafeden çıkınca, derslerin yoğunluğuyla unuttuğum kitap, görmem ile yeniden zihnimde baş köşeye oturmuştu. Elimde olmadan kafamı kurcalayıp duruyordu. Sedef durgunluğumu fark ettiğinde, sakince koluma girdi. "Bir sorun mu var Sare?" Ona bir kitabın kafamda oluşturduğu değirmeni anlatmamın ne gibi bir zararı olacağını kafamda tarttım. Beni anlayabilecek kadar yakın olduğumuzu biliyordum ama yine de anlatmak konusunda ikilem yaşıyordum. Kendi iç muhakememi geçmenin mantıklı olacağını düşündüm. "Dün bir kitap satın aldım. Okumaya başladığımdan beri aklımdan atamıyorum." Yüzündeki değişime hakim olabilmek için dikkatle inceliyordum. Yüzü aydınlandı bir an, sesli bir kahkaha attığında beklediğim tepkinin bu olmadığını anlamıştım."Sare mesele bir kitabı beğenmiş olman mı? Allah aşkına birden susunca bir şey oldu zannettim." O gülerek yürümeye devam ettiğinde, garip bir şekilde kötü hissetmiştim kendimi. Kitabın bende oluşturduğu etkiyi onda da tartmak için arkasından seslendim. "Sedef, beklesene biraz. Bir şey soracağım." O yüzündeki gülüşle bana döndüğünde, ben de aramızdaki mesafeyi kapatıp, ona yetiştim. "Ne soracaksın Sare?" Hallac'a göre ya Allah'a aşık olurdun ya da onun aşkını sana aşılayan bir insana. Yani sonuç ne olursa olsun, Allah'a yönlendirmeliydi. Dini bir konuyu Sedef'e öylece açamayacağım için, "Sedef, sen Erkan'ı gerçekten seviyor musun?" diye sordum. Ne dediğimi tam olarak bilmiyordum ama bir şekilde toparlamalıydım. Sedef'in biraz önceki yüzü yerini huzursuzluğa bırakmıştı. Kaşları giderek çatılınca işlerin iyi gitmediğini anlamak güç değildi. "Sare sen iyi misin? Bu kadar zamandır seninleyim. Bu sorunun cevabını bilemiyor olamazsın." Sesi beklediğimden daha katı çıkmıştı. Durumu toparlamak adına. "Hayır ben öyle demek istemedim." dedim. "Yani... Yani bunca zamandır berabersiniz ama ne kattınız birbirinize? O ne kadar Sedef olabildi? Ve sen ne kadar Erkan olabildin?" Beni dinlerken yüzünün biraz daha kasıldığını fark edebiliyordum. Alnındaki bir damar seyirirken "Bence sen bugün kendinde değilsin. Kendine gelince ve aklında böyle saçma sorular olmadığı bir zamanda tekrar görüşürüz." dedi ve konuşmama izin vermeden hızla uzaklaştı. Bunlar olurken, bugün elimi okşayan kalemimin; bana bu yoldaki kayıplarımı tek tek anlattığını çok sonradan fark edecektim. Yıllar sonra ses tonumun arasına gizlenen ince satırların, bol hüzünlü tebessümleriyle beraber Sedef'in sonradan bir daha hayatımda olmayacağını, tesellisiz anlattığını idrak edecektim. Çaresiz bir şekilde arkasından bakakalmıştım. Yine başka şeyler anlatmaya çalışırken, elime yüzüme bulaştırmıştım. Kendimi içtenlikle tebrik etmeliydim. Zira bu denli anlatma kıtlığı çekmek, her aklın karı değildi. O gözden kaybolduğunda, sessiz adımlarım durağa yönlenmişti. İçimde bir yerlerde kocaman bir boşluk hissediyordum. Otobüse bindiğimde, aklımın hala çantamdaki kitap ile bana saldırması normal değildi. Bu düşünceler ile biraz daha devam edersem kafayı yiyeceğimi hissediyorum. Bu şekilde kapılmak iyi değildi... Bu boşluğu doldurmanın bir yolunu bulmalıydım. Otobüs Kızılay'da durduğunda, inen insanlar arasına karıştım. Sokak lambalarının loş ışıklar sunduğu bir akşamdaydım. Evimin sokağına saptığımda, içimde yalnızca bir duygu eline çantasını almış, rahatça dolanıyordu. Merak... Binanın kapısının önüne geldiğimde, aklıma gelen fikir yerimde durmama sebep oldu. Açelya Kitabevi... İçeri girmekten son anda vazgeçtim. Bu kitabı oradan aldıysam, bana faydası olabilecek birkaç bilgi verebilirlerdi. Adımlarım kaç dakikada ana caddeye yöneldi bilmiyorum ama kısa bir süre sonra tam karşımdaydı, kitabevi. Boydan boya camlarla kaplıydı dışı. Vizon tonlarından fon perdeler aşağıya kadar uzanıyordu. Kesinlikle herhangi bir kitabevine benzemiyordu. Düz camlardan içerisi çok rahat görünüyordu. Sarımtırak bir ışık akşama loş bir hava katıyordu. Çekimser adımlarla kapıya kadar geldim. Derin bir nefes alarak kapıyı ittirdim. Kapıya bağlı olduğunu düşündüğüm zil şakırdayınca, istemeden ürkmüştüm. Kitabevi içeriden çok daha büyük görünüyordu. Ahşap tonlar hakimdi genel olarak fakat sağlı sollu uzanan kitap rafları mavi, duvarlar ise beyaz renkteydi. İnanılmaz zıt renkler içinde mükemmel bir uyum yakalanmıştı. Lavanta kokusunun genzimi okşaması ile yerimden kıpırdayamaz hale geldim. Çok garip bir deja vu etkisi sarmıştı ruhumu. Ne yapacağımı bilemez orada beklerken tok bir erkek sesi ortama yayıldı. "Hoşgeldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim?" Bana kitabı veren genç adamı karşımda görmem ile yaptığım hareketlerin saçmalığı çarptı suratıma. Plansız yaptığım davranışın, azizliğine şimdi uğruyordum. Birkaç cümle kurma çabam da beynimin içinde oluşurken infilak etmişti. Sonradan anladım ki, ne kadar programlı olsamda; bu ortamın atmosferi, bu adamın bana bakmayan ve yeri tarayan gözleri içinde daha bir çok cümlemi heba edecektim ben. SELAM VE DUA İLE :) Yıldıza basarsanız sevinirim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD