Bir kayık akıntıyla yanaştı, sazlar titreyerek hışırdadı, su çağlayıp şırıldadı; rüzgâr ıslık çalarak eserken.
Beyaz benekli kırmızı elbisemin balon kollarını düzeltirken tedirginliğim yüzümden rahatlıkla okunuyor olmalı. Küçük kol çantamın içinden yuvarlak ve zümrüt taşlarla süslenmiş aynamı çıkartıyorum. Direkt gözlerimden birini tüm netliğiyle görebilmek için kaldırdığım ayna bana ne kadar haklı olduğumu gösteriyor. Annemin birebir kopyası olan mavi gözüm dingin bir gölmüş de birisi o gölü kayığıyla dalgalandırmış gibi duruyor.
Rimelimi az sürmüş olabilir miyim? Hemen çantama rastgele attığım makyaj malzemelerini karıştırıyorum. Siyah rimeli kavradığımda kayıp şehrin anahtarını bulmuşum ve esir düşmüş insanlığı kurtarabilecekmişim gibi hevesli görünüyorum. Aynayı sabit tutarak alt kirpiklerime de rimelden sürüyorum. Bir parça kendimden uzaklaştırdığım aynadaki yansımamda fark ettiğim şey dudaklarımın rengi oluyor. Zamanın geçmesini beklerken rujumu zedelemekten geri duramamışım sanırım. Elbisemin kırmızısına uyum sağlayan ruju karışıklığın içinden çıkartıp dudaklarıma yediriyorum. Tek bir noktanın dahi dışarıya taşmaması beni rahatlamaya sevk eden bir detaymışçasına davranmaya başlıyorum.
Gülümsemem yüzümde zarif bir biçimde yer bulurken parmak uçlarımın soğuduğunu farkına varıyorum. Haziran ayındayız. Yaz mevsiminin ilk günü olabilir fakat havalar haftalar öncesinden ısınmıştı. Abimlerle deniz kenarında piknik yapmaya bile gitmiştik. Ben çok çabuk üşüyen bir insan da değilimdir. Bu aksiliğin lüzumu yok şu anda.
Yalıdaki sessizlik hali şaşırtıcı olmasa da gözlerimi irice açarak etrafta dolaştırıyorum. Omzuma astığım beyaz çantanın sapını daha sıkı kavrarken parmaklarımın uçlarına basarak ilerliyorum. Merdivenlerin sonunu getirdiğimde heyecanlı girişler yaparak dikkatleri üzerine toplayan bir film karakteri gibi hissediyorum. Diğer elimde tuttuğum ayakkabıları şimdilik ayağıma geçirmiyorum, çünkü en ufacık bir sesin bile duyulabileceğine dair şüphelerim var.
Bu kocaman evin içinde gecenin yarısına çok bir şey kalmamışken neden pijamalarımla gezmediğimi sizlere elbette açıklayacağım. Sadece biraz sakinleşmeye ihtiyacım var. Aklımdan geçirdiğim masal kitaplarının hepsini birbirine karıştırıyorum. Mesela Sindirella aynalara bakıp ondan daha güzelinin olup olmadığını soruyor. Ayna her defasında sinirlerini bozacak bir cevap vererek kızcağızın bağıra bağıra ağlamasına sebebiyet veriyor. Bir de Uyuyan Güzel var. Prens gelip ayağına ayakkabısını geçiriyor ve kız gözlerini açar açmaz dudaklarına yapışıyor. Olacak şey mi bu? İnsan en azından biraz kendine gelmesini bekler. Saygı diye bir şey kalmamış bu masalların dillere destan prenslerinde.
Yalının boğazı kucaklayan büyük balkonuna çıktığımda ışığı tam üç kez kapatıp açıyorum. Bir süre açık tuttuktan sonra tekrar karanlığa çekiliyorum. Balkonun demirlerine yaslanıp beklerken şehrin denize yansıyan ışıklarında dolaştırıyorum bakışlarımı. Çocukken rüyama sıkça gelen pelerinli kahramanlardan birinin beni tam olarak sırtımdan dürttüğünü hissediyorum. Onu terslememek için dişlerimi sıkıyorum ve delirmediğimi sizlere kanıtlama ihtiyacıyla doluyorum.
En çok hangi çiçeği seviyorsunuz? Size en sevdiğiniz çiçek ismiyle hitap ettiğimi hayal edin.
Benim adım Rüya Karaca. Yapmayı en çok sevdiğim şey hayal etmek. Sınırsız bir hayali zihnime, ruhuma, ilime ve kemiğime sığdırmaya çalışırken deli olmadığımı ama deliden çok da akıllı olamadığımı kendime hatırlatmak.
İnsanlarla iyi anlaşmak bana doğuştan bahşedilen bir huy gibidir. Aileme, arkadaşlarıma, sevdiğim herkese karşı ucu bucağı olmayan sabrım ve şefkatim vardır. İlkokula gittiğim yıllarda bile onların kalbini kıracak herhangi bir şeye karşı mesafeli durmaya çalışırdım. Annemin evhamlılığına, yine de bir asalet timsali gibi dolaşıp her şeyi organize edebilmesine saygı duymayı hiç bırakmadım. Babamın hassasiyetlerine, köklü bir aileden geldiği için dağlar kadar olan sorumluluklarına da öyle. İkisinin de sağlam hukukçular olması bazen işleri tahmin edebileceğinizden daha çetrefilli bir vaziyete getirse de hiç yalan söylemedim. Muntazam saçlarla, tek bir kırışıklık barındırmayan kıyafetlerle ve birbirinden hoş kokularla en güzel okullara gidip geldim. Dört yaşımdayken baleye yazdırıldım ama aradan sadece altı ay geçtiğinde annemle babam parmaklarımın acısı yüzünden ağladığımı fark edip beni bale okulundan aldılar. Altı yaşımdayken keman kursuna yazdırıldım ve yine tellerle başım büyük bir derde girdiği için ikinci aya kalmadan oradan da ayrıldım.
Birinci sınıfa başladığımda okuma-yazmayı zaten biliyordum. Derslerde sıkılsam bile öğretmenimi üzmemek için diğer arkadaşlarımı taklit etmeye çalıştım. Elbette kadıncağız halimdeki tuhaflığı anlamakta geç kalmadı. Okula bizimkileri çağırdığında beni bir üst sınıfa alabileceklerini söyledi. İlk kez o gün annemin yüzüne bakarak bunu istemediğimi belli ettim. Başım iki yana sallanmak için hareket bile etmeden annem beni anladı.
Abimle aramda tam sekiz yaş fark var. Hem bu sebeple hem de karakterinin getirisiyle bana yapabileceğinden çok daha fazla, bakanın imreneceği, duyanın iç geçireceği şekilde abilik yaptı. Evleneli yaklaşık iki sene olduğu için artık bizimle yaşamıyor fakat sıklıkla yalıda toplanıyoruz. Kalabalık bir çevremiz var. İki tane evli ve çocuklu yakın kız arkadaşlarımın olduğunu söylemek durumundayım. Onun dışında Toprak ve Doğu isminde erkek arkadaşlarım da var ve ikisiyle de kimselerin yanında eğlenemeyeceğim kadar eğleniyorum. Bir araya geldiğimizde muhteşem bir cümbüş yaşanması hiç kimse için sürpriz olmuyor.
Ailemdeki herkesi sayacak olursam buradan sağ çıkabilir misiniz emin değilim. İkisi de birbirinden renkli karakterlere sahip teyzelerim, yurt dışından gelebildiği vakitlerde yalıyı sallayan bir halam, babamın kuzeni Kubilay amcam ve onun geniş ailesi var. Tam dört tane çocuğunun olduğunu atlamamak gerekiyor. Üstelik dördüz değiller. İçlerinde ikiz bile yok.
Kolumdaki incecik bir künyeyi andıran saatime bakıyorum. On iki olmasına sadece bir dakika kalmış. “Ben geri dönüp kapıları sıkı sıkı kilitlemeden gel artık,” diye mırıldanıyorum. “Korkuyorum.”
Uç kısmı simsiyah bir yat yakarışımı duymuş gibi denizi yararak evimize yaklaşıyor. Balkonun demirlerine bastırdığım avuçlarım acısa da sık sık nefes alıp vermekten başka bir şey yapamıyorum. Kendimi şu suyun içine atıp allı pullu bir balık misali yaşamaya o kadar yaklaşıyorum ki parmak uçlarımın biraz daha buz tuttuklarını hissediyorum. Balıklar güzel hayvanlardır. Salonumuzda kocaman bir akvaryum mevcut. İçindeki kırmızı kuyruklu balıklarla kimse yokken sohbet ettiğim oluyor. Ama en çok benimle sohbet etmeyi seviyorsun. Evet, uykularımın bölünmesine yol açan masalsı hayal dünyamın uydurduğu bir ses var tabii. Onunla konuşmayı daha çok seviyorum çünkü bana panikten denize atlayamayacağımı söyleyebiliyor. Hayatımı kurtarmak hususunda pelerinlilerden daha başarılı… Bir tanesi hâlâ sırtımı dürtükleyerek ona kulak asmamı ima ediyor ama ben on altı yaşımdan beri küsüm ona.
On altı yaşımdayken ne mi yaşadım? Her şeyi bir anda anlatırsam bütün sırrı un ufak etmiş oluruz çiçeğim. Hepsini sırası geldiğinde zaten tane tane anlatacağım.
Yat, balkonun demirlerinden atladığım anda beni karşılayacak olan iskelenin diğer ucunda duruyor. Tüm ışıkları kapalıyken bir fenerin yandığını fark ediyorum. Kalbimin küçücük cımbızlarla kıstırılıp durduğunu, parmak uçlarımın her birininse içlerine sığabilecek ölçüde kalpçikler yerleştirildiğini düşünüyorum. Her şey birbirine giriyor. İyi olacaksın, iyi olmanın yolunu çok aradın ve bulmana azıcık kaldı.
Elindeki fenerle iskeleyi gözünün görebileceği kadar aydınlatan adam balkonuma doğru atıyor adımlarını. Göz göze geldiğimiz anda başımı çok uzak diyarların görünebildiği bir noktaya çevirmişim fakat orada da kendi içimden bir kesiti seyrediyormuşum gibi hissediyorum.
Balkonun demirlerinin diğer tarafında kalıyor. Hafifçe gülümsediğimde benimkilerin aksine daha koyu görünen mavilerinin en yırtıcı deniz hayvanlarını içinde barındırdığını hayal ediyorum. “Hoş geldin,” diye fısıldadığımda onu evimde ağırlıyormuş gibi davranmamı kendime dahi açıklayamıyorum.
“Sen geleceksin Rüya,” diyor o da kısık bir sesle. Elini uzatıp tutmamı bekliyor ama ben buradan tırmanmadan çıkamayacağımı bilerek başımı hafifçe sağa sola sallıyorum. O vakit kaybetmekten hoşlanmadığının altını çizen ani bir hareketle balkonun demirlerini aşan kolunu belime sarıyor. Gözlerim fal taşı açılırken beni demirlerden aşacak şekilde havalandırıp yanına indiriyor. Hem de göz açıp kapayıncaya kadar. “Hadi.” Eli belimi desteklerken başıyla arkasını işaret ediyor ve birlikte iskelede yürüyoruz.
Bir adam vardı beyazlar içinde, soluk bir ışık vurmuştu yüzüne, gözleri parlıyordu o gece; rüzgâr ıslık çalarak eserken.
Sağ elimde tuttuğum ayakkabılarımı hatırladığımda iskelenin ortasında duruyorum. O da benimle birlikte durmak mecburiyetinde kalıyor. Ona ayakkabılarımı göstererek ayağıma geçirmem gerektiğini ima ediyorum. Bir eli tereddütsüzce kolumu kavrayarak bana yardımcı oluyor. Beyaz, yumurta topuk ayakkabılarımı giyinip tokasını bilek kısmından takıyorum. Çantamın duruşunu düzeltiyorum ve heyecandan şeker hastalığı olan teyzeler gibi dudaklarımı, ağzımın içini nemlendirmeye çalışıyorum. Bu hareketimden sonra rujumu bozacağımı düşünerek kendimi kontrol altına alıyorum. O benden önce davranıp yata adım attıktan sonra elini uzatıyor. Bu defa geri çevirmiyorum teklifini. Beyaz tenli oluşuna rağmen haziran ayının verdiği yetkiye dayanarak hafif yanmış tenine bakıp iri eline bırakıyorum parmaklarımı.
Beni yatın üzerine alabilmek için elimi sıkıca kavrıyor ve ayaklarım birbirine dolanmadan eşikten atlamamı sağlıyor. Küçük bir gülümseme yüzüme kurulduğunda bembeyaz gömleğinin ilk iki düğmesini açık bıraktığını fark ediyorum. Altındaki siyah pantolonda tek bir kırışıklık dahi olmayışını içten içe kutlarken onu son gördüğüm halinden çok daha salaş göründüğünü düşünüyorum. O kadar intizam içerisindeydi ki ondan izinsiz tek bir düğmesinin kopmaya dahi cesaretinin olmayacağına inanmıştım. Evet, gömlek düğmesinin hizaya geçip kendine çekidüzen vermek isteyeceğini düşünebilecek kadar kendimden geçiyorum. Bununla ilgili gerekli açıklamaları size yapmıştım.
“Bizi bekliyorlar,” diye sakince mırıldanmaya koyulunca yutkunuyorum. İkinizi bekliyorlarmış, heyecandan denize atlamazsın inşallah. “Üst katta.”
“Peki,” Derin bir nefes almaya çalışırken tatlı tatlı esen rüzgâr saçlarımla mücadeleye tutuşuyor. Birkaç tutam yüzümü sarmaya kalkışırken o bana eliyle merdivenleri gösteriyor. Öncesinde çattığı kaşlarını, bir şey söyleyecekmiş gibi aralanan dudaklarını ve ikinci saniyede vazgeçişini farkına varıyorum. “Söyle hadi. Bir şey diyecektin.”
Mavilerinin koyusuna hayret etmeyi onunla ilk kez karşılaştığımız akşam kenara bırakmam hususunda kendimi uyarmıştım. Bir işe yaramadığını görüyorum. Canlı canlı. Tam karşısında, bir adım yukarıda dururken bile onun aynı boya erişmeyi başaramamışken.
Parmakları gömleğinin yaka kısmını bulup gereksizce bir düzeltme zahmetine giriş yapıyor. “Eminsin,” diyor bakışlarını başka yere çevirmeden. “Değil mi?”
“Böyle şeyler konuşmayacaktık hani,” diye sızlanıyorum birden. Kaşlarını kaldırmasından mütevellit yanaklarımın üstüne sulu boya misali yayılan pembeliği hissediyorum. “Ben kararımı verdim. Sen de bana saygı duyduğunu söyledin. Şimdi neden beni paniğe sürükleyecek sorular soruyorsun? Rica ederim,” Duraklayıp sesli bir nefes daha alıyorum. Parmaklarım çantamın sapını bir miktar daha sıkı kavramayı ihmal etmiyorlar. “Çok rica ederim benim kalbimi ağzıma getirecek sorular sorma.”
Başını çok hafif bir kavisle eğerek kabul ediyor söylediğimi. “Yukarıda ne yapacağız?”
“Nasıl?”
Omzunu silkiyor belli belirsiz. “Ben değil ama malum kişi bayağı yüreği ağza getirecek sorular soracak.”
Gözlerimi kocaman açarak “Senin de mi yüreğin ağzına geliyor yoksa?” diye soruyorum.
Açık havada bir kahkaha patlatacağını zannediyorum. O beni yanıltarak attığı küçücük adımla ilerlemem için teşvik etmeyi seçiyor. Ben de hemen arkamı dönerek merdivenlerden çıkıyorum. Yatın en güzel kısmı burası mı bilemiyorum fakat karşılaştığım görüntü avuçlarımın terlemesini önlüyor. Birbirlerine inanılmaz derecede benzeyen iki adamın bana selam vermelerine karşılık gülümsüyorum. Gerginlik kaldıramayacağım kadar ağır bir çanta olup ayaklarımın dibine iliştiğinde benim için çekilen sandalyeye yerleşiyorum. Yat denizi yararak ilerlemeye başlayalı kaç dakika oluyor, gerçekten bilmiyorum. Etrafımda konuşulanları bile doğru düzgün algılayabildiğime inanmıyorum açıkçası.
Klişe cümleleri işiten kulaklarım dahi bana tam olarak ne yaptığımı soruyorlar. Aldırış etmemek için gülümsememi genişletiyorum. Yanımda oturan adamın bu tarz uzatmalara pek de tahammülü olmadığını başka şartlar altında olsak tahmin edebileceğimi düşünüyorum. Sadede gelmemizde bu huyunun etkisi olduğunu sindirdiğimde bana yöneltilen soruya cevap veriyorum. “Evet.”
Onun da dudakları benimkinden sadece saniyeler sonra aralanıyorlar. “Evet, kabul ediyorum.”
Dudaklarımdan öptü üç kere, kalbime düştü korkunç bir neşe; rüzgâr ıslık çalarak eserken.
Nikâh memurunun uzattığı evlilik cüzdanını titreyen parmaklarımla kavrayabiliyorum. Nasıl ayağa kalktığımı, hâlâ gülümseye devam ettiğimi hiç farkında değilken bana uzattığı eline bakıyorum. Avucunun içine kıvrılan parmaklarıma düşen bakışlarının ardından tenime soğuk bir şey dokunuyor. Yüzük parmağımdaki alyansa doğru, bu denizin içinde ne kadar canlı varsa korkmalarına sebep olacak büyüklükte bir çığlık savurmuyorum. Hatta avucum ona bakacak şekilde elimi çevirmesine, içine başka bir alyansı koymasına da tepkisiz kalıyorum. Evlilik cüzdanını bırakmadan onun alyansını yüzük parmağına geçirmeyi akıl ediyorum. Ellerimiz birbirinin yakınında kalıyor kendilerine yabancı gelen yüzüklerle.
Ali Kemal Soykan’ın resmi olarak karısı olduğum gerçeğiyle bir haziran ayının içinde, onun yatında, sol elimde yüzük ve sağ elimde evlilik cüzdanı varken tanışmış sayılıyoruz.