Selaminko. MErhabalar efendim. İlk bölüm nasıldı biraz düşüncelerinizi yazın bakem xoxoxoxo
Keyifli okumalar.
_________________________________-
Lal
Elimdeki kumandayı öfkeyle koltuğun üzerine fırlattım. Odamda volta atarken sinirim de tepemdeydi. Dün gece görev için bir davete sızmıştık ancak başarısız olmuştuk. İçeri sızdırdığımız yerleşik adamlar bize istediğimiz bilgileri vermiyordu. Yeterli değillerdi. Bize daha üst kademeden bir gönüllü muhbir lazımdı. Ama bu fikrimi ne anneme ne de diğerlerine kabul ettiremiyordum. Siyah Kanat’ın gizli kalması konusunda o kadar detaycılardı ki bazen kısıtlı kalmalarına sebep oluyordu.
Ve onlar beni dinlemezken ben ve timim yeterli hizmeti sağlayamıyorduk. Yetmezmiş gibi sorumlu ilan edilip suçlanıyorduk.
Ayağımın altındaki yastığı tekmeledim. Dün gece giydiğim haki elbise koltuğun üzerinde atılı duruyordu. Topuklu ayakkabılarını odanın farklı yerlerine fırlatmıştım ve yatağım gecenin dağınık izlerini taşıyordu.
Ve bir de televizyondaki adam vardı. Dün gece nasıl olduysa göz göze gelmiştik ve o andan beri onu aklımdan çıkartamıyordum. Bir de nispet yapar gibi yanındaki kadınla öpüşüp koklaşmış, kollarında gitmişti geceden. Kim olduğunu magazinciler bulamazdı ama ben bulabilirdim. Şimdi sabahın köründe Ateşli Barbara’nın yanındaki ‘gizemli yakışıklı’ olarak boy gösterirken sinirimi bozmuştu. Kadına dokunan ellerini kesmek istiyordum. Gerçekten yakışıklı ve gizemliydi ama benim esas dikkatimi çeken o değildi. Dün gece o mekanda sarhoş olmayan ve bizden olmayan tek kişi oydu. Bulunduğu mekandan rahatsızdı. İçinde bulunduğu toplumu eleştiriyordu ve yapaylığın farkındaydı. Gizemliliğinin yanı sıra tehlikeli bir havası vardı. Kaşından saç köklerine kadar giden bir yara izi vardı. Dikkat çekici bir izdi kabul etmek gerekirse. Tetikleyici bir izdi. Ve gözleri. Menekşe mavisi gözleri. Ben ona şarap kadehimi kaldırıp güldüğümde bana bakan gözlerini görmüştüm. Onun da beni ilgiyle izlediğini görmüştüm. Diğerlerinin aksine o sarhoş olmadığımı anlamıştı. Bunu bakışlarındaki şaşkınlıktan anlamışım. Bunu nasıl anladığını, beni ya da herhangi bir insanı uzaktan bile bu kadar iyi analiz ettiğini merak ediyordum. Ben yapabiliyordum çünkü bunun eğitimini almıştım. Ama o sıradan bir iş adamı olmalıydı. Öğrenecektim.
Odamdan çıktım ve yaşadığımız büyük malikanenin merdivenlerine ilerledim. Giriş kata inerek ailemizle kullandığımız salona geçtim. Harun Aykurt’un malikanesi dillere destandı ve iş dünyasından bir sürü iş insanını ağırlardı bu evde.
Yemek odasına girdiğimde tüm ailem masadaydı. Annem Süheyla ve babam Harun masanın iki yanında otururken ikizim Turna ve erkek kardeşim Alaz babamın bir yanına geçmiş, eniştem Yavuz diğer yanına geçmişti. Teyzemle aralarında ikisinin çocukları oturuyordu. Üç çocukları vardı aslında ama büyük kuzenim Yağız gelmemiş. Yasmin ve Ozan da ergenliğin getirisiyle didişip duruyorlar. Yağız burada olsa ikisini de ağır zorbalardı.
Ben de kardeşlerimin yanına gidip oturdum. Annemle aramızda boş bir sandalye kalmıştı.
“Parti nasıldı?” diye sordum Müjde teyzem.
“Her zamanki gibi,” diye yanıtladım onu tabağıma kahvaltılık doldurmaya başladığım sıra. “Oldukça sıradan.”
“Ne olmasını umduğunu merak ediyorum aslında,” diye alaya aldı beni. Bu sırada çalışanlardan biri kahvemi doldurdu.
“Bilmem, birkaç striptizci adam fena olmazdı. Garsonlar mesela, beyaz gömlek siyah pantolon. Ve insanlar fazlasıyla ihtişamlı ama bir o kadar da laçka.”
“Senin bu zengin fobini nasıl yeneceğiz?” dedi abim masanın başından. Zengin insan fobim yoktu benim. Biz de fazlasıyla varlıklı bir aileydik. Ama kazandığı parayı etrafındakilere hava atmak dışında hiçbir amaç için kullanmayan gösteriş budalalarını sevmezdim.
“Her neyse, sonu nasıldı?” diye sordu annem ilgiyle.
“Annem olarak mı soruyorsun? Komutanım olarak mı?” dedim eğlenerek.
“Komutanın olarak sorsaydım bu lakayt tavrı takınamazdın,” diye sert bir cevap verdi annem. O hep böyleydi, disiplinli ve acımasız. Biz çocuklarını da emir erleri gibi yetiştirmiş, daha azını kendine yakıştıramayacağını sık sık söylemişti.
“Normal, herkes evine dağıldı.” dedi sakince. Esasen partiye bilgi toplamak için girmiştik. Çalışanlar arasında birkaç kişi vardı bizden ve almak istediğimiz bir belge vardı. Karun'u elimize düşürecek ve kuklamız yapacak bir belge. Ama belgeyi bulamamıştık. Evdeyse bile gizli bir kasa vesayire olmalıydı.
“Boşa uğraştığımızı düşünüyorsun,” dedi annem dikkatli bir tavırla. “Bu yüzden de kendini göreve yeterince vermiyorsun.”
“Beni bununla suçlayamazsın!” diye çıkıştım hemen. “Ben desteklemesem de altına imzamı atacağım her görevde başarı amaçlarım.”
“Biliyorum.” dedi gülümseyerek. “Bu yanını da benden almışsın. Çok hoş.” Anneme benzemek istemiyordum. Onun gibi soğuk olmak istemiyordum. Anneme sarıldığın zaman bir buz kalıbına sarılmak gibiydi ve böyle anlar sık yaşanmazdı. Ruhu buz tutmuştu sanki. Ben içimdeki sevgi dolu ateşli kadını yitirmek istemiyordum.
“Hala aynı fikri mi savunuyorsun?” diye araya girdi teyzem.
“Neymiş fikrin?” diye sordu bu defa babam. Bizim işlere pek karışmazdı. O zamanında bizimle çalışıyormuş ama ayrılmış. Annemle de o zamanlardan tanışmışlar zaten.
“Lâl masum ve illegal işlere bulaşmamış bir vatandaşı kaçıralım ve üzerine bir sürü suç yıkıp kendi işlerimize alet edelim istiyor.” dedi annem. Sesi o kadar katıydı ki kendimi suçlu bile hissedemedim.
“Masum ve illegal işlere bulaşmamış demiyorum. Hali hazırda suçları olan ama ispatlayamadığımız kişilerden bahsediyorum.” diye açıkladım kendimi. Ama şöyle bir pürüz vardı ki, hali hazırda suça bulaşmış kişiler bu işin kurdu olurdu, kandıramazdık.
“Sahte delil uydurmaktan bahsediyorsun. Kaçırdığımız kişi bunu bize karşı kullanıp bizi dava ederse ne yapacaksın?” Bu da bir diğer pürüzdü tabi.
“Planımın mükemmel olduğunu iddia etmiyorum tamam mı? Ama durup bir düşünsen ve üzerine çalışmayı kabul etsen daha iyi hale getirebiliriz.” Kahvaltı masasında tartışmadan tat alamazdık biz yemekten. “Hiçbir şey yapmamaktan iyidir.”
“Hiçbir şey yapmıyor değiliz. Daha dün görevdeydin,” diye kendini savundu annem.
“Hiçbir sonuca varamayacağız bir görev için binlerce lira bütçe harcadık ve fazladan mesai yaptık. Hiçbir şey yapmamayı tercih ederdim,” dedim aynı hararetle. Annem çatal ve bıçağını sertçe masaya bıraktı.
“Senin bilmediklerin kadar bildiğim var benim, beni eleştirmeden önce dön de bir kendine bak. Kurduğu planla tüm birimi ifşa edebilir veya güç mercilerin kullanımına açabilir ama benden iyi olduğunu iddia ediyor.” cevap vermek için araya girecektim ama annem izin vermedi, bastıra bastıra devam etti. “Ben de biliyorum herhalde evden bir şey çıkmayabileceğini ama aramak zorundayız, her ihtimali değerlendirmek zorundayız. Eğer belgeler evde olsaydı ve biz aramadığımız için ulaşamasaydık o belgelere çok mu daha iyi olacaktı? Seni beni eleştirmekten men ediyorum!” Sonra da kalktı gitti.
Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırmış tabağımı izliyordum. Hiç kimse bu konuda bir yorum yapmadı ve konuşmadı. Kuzenlerim bile sessizce yemek yiyordu. Ben kahvaltı boyunca kıpırdamadan oturdum. Sonra da aynı annem gibi yel gibi gittim sofradan. Konuşmak istemiyordum.
Odama kapandım ama içime kapanacak değildim. Şu gizemli adamı araştırabilirdim. Aziz’i arayıp ondan istemem yeterli olurdu. Gerçi bugün izin günüydü ama istihbaratçının izin günü olmazdı değil mi?
Telefonu ikinci çalışta açtı, “Alo,” dedi şen şakrak bir sesle. “Selam,” diyerek bir giriş yaptım.
“Naber?”
“İyi, annemlerin yanına geldim.” Aziz’in bir sevgilisi yoktu. Oysa yakışıklı çocuktu, ben onu anlamıyordum. Kızıl saçlarını parmaklarımla tarayarak ardıma attım.
“Ya!” dedim hüsranla. Şimdi oradayken ondan iş isteyemezdim.
“Bir şey mi oldu?” dedi ilgiyle.
“Aslında önemli bir şey değil, yani önemli de olabilir tabi sonuca göre karar vereceğim.” dedim şansımı deneyerek, kendimi açıklamam da cabasıydı.
“İşle alakalı sanırım,” dedi tadı kaçarak. Üstlerimden biri, izin günümde beni de iş diye arasa benim de tadım kaçardı.
“Evet, ama sen izindesin. Keyfine bak.” dedim hala uzatarak.
“Konu neydi, basit bir şeydir belki.” Evet, bunu sormanı bekliyorum deminden beri cicim.
“Bir adamı araştırmanı istiyorum ama elimde adı sanı hiçbir şeyi yok. Sadece bir link atacağım sana. Ateşli Barbara’nın yanındaki ‘gizemli adamı’ araştıracaksın.” dedim verdiğim isimlere sırıtarak.
“Jigolo falan mı adam? Kendin için mi istiyorsun?” dedi ve sonra boğazını temizledi. Gür bir kahkaha savurdum.
“Ay yok ayol. Saçmalama. Dün partideydi bu adam, belli ki Karun’un çevresinden biri. Barbara o çevreden değil, partner olarak adamla gelmiş, belli. Üstelik Karun adamın ayağına gitti konuşmaya, açık ki üst kademe biri.” dedim dünden beri aklımda şekillenen düşüncelerimi açmanın rahatlığıyla. Annemin otoritesine zeval getiremeyen ama o beni azarlarken acıyarak bakan insanlardan -ki o insanlar benim ailemdi- sıkılmıştım. Aziz en azından beni anlıyordu.
“Hımm. Belki parti davetli listelerinde falan da vardır, Aysel’i de bir aramak lazım,” dedi aklıma gelmeyen fikirle takdirimi kazanarak.
“Çok haklısın,” dedim sakince. “Ben Aysel’i ararım, sen de bir soruştur öğren bakalım kimdir necidir.”
“Tamam, bende o iş. Ama hemen dönemeyebilirim. Partide olup da kim olduğunu bilmediğimiz bir bağlantı kolay bulunmaz.” Haklıydı. Mafya olup da adını sanını, işini bilmediğimiz kimse yoktu. Biz şu an mafyalarla ilgilenmiyorduk.
“Güliz teyzelere selam söyle,” dedim kapatırken. Güliz teyzeler eskiden oturduğumuz sitede komşu villamızda yaşıyordu. Biz çocukken. Sonraları babam daha da zenginleşmiş ve daha mahrem bir eve geçmemiz gerekmişti. Harun Aykurt’un işleri son derece gizemli ve kritikti.
Yapacak başka bir şeyim olmadığından Aysel’i aradım. Aysel bizim ekibin organizatörü gibi bir şeydi. Planlama ve düzenleme gibi uzmanlıkları vardı. Dün gece partiye davet edilmiş herkesin bir listesini çıkartmış bize hepsi hakkında bir brif vermişti. Küçük detaylar gibi dursa da bir sürü önemli şey öğrenmiştik.
“Selam canısı,” diye açtı telefonu. Onun da ekip amiriydim ama izindeyken rütbeler kalkıyordu aradan.
“Selam beybisi, dün akşamki parti için hazırladığın listeyi bana mail atabilecek durumda mısın?” dedim direkt konuya girerek. Aziz’in aksine Aysel’in bir sevgilisi vardı ve arka plandan sesler geliyordu.
“Tamam, beş dakikaya yollarım,” dedi Aysel gülen sesiyle. “Sonra geri arayacak mısın?”
“Gerekmeyeceğini umuyorum,” dedim istekle. Aradığımı belgelerde bulmak hoş olurdu.
“Telefonu kapatmayayım o zaman, Ali’yle sinemaya geldik.”
“Kapat sen kapat. Ben belgeleri inceleyeceğim daha, birkaç saat sürer işim.” dedim anlayışla. Esasen o bana anlayışlı davranıyordu aramamı açarak.
“Görüşürüz patron,” dedi gülerek ve kapattık. Belgeler gelene kadar kendime bir kahve almaya karar verdim. Macbook’umu, kalın kapaklı deri ciltli defterimi ve bez kalemliğimi alarak alt kata indim. Mutfağa girdiğimde akşam yemeği için telaşlı bir ortam vardı.
“Naber,” dedi bir yandan mantar doğrayıp arada da gidip sos tenceresini karıştırıp ocağa vuran şef aşçıya. Mateo’nın hep uzaklara dalıyormuş izlenimi veren kısık gözleri bana döndü. Perulu şefi babam özel olarak getirmişti. Zayıftı ve 172 boyuyla bir erkeğe göre kısaydı ama fazlasıyla çevikti. Birkaç saatte kallavi menüler çıkartabiliyordu.
“Hi!” dedi Türkçe bilmediği için. Ben İspanyolca biliyordum ama evde konuşma dilini İngilizce olarak belirlemişti babam. Böylelikle diğer çalışanlar da onu anlayabiliyordu.
“Bir isteğiniz mi var efendim?” sıçradım, kalfamız Makbule hanım dibime sokulmuş, resmiyetinden ödün vermeden burada olma amacımı anlamaya çalışıyordu. Maeo’nın aksine peynir gibi beyaz tenliydi. Saçları bembeyazken gözleri simsiyahtı. Ve 1,83’lük boyuyla hayli iri yarı bir kadındı. 100 kilo falandır kesin.
“Kahve alacaktım,” dedim bu defa ona dönüp. Makbule hanım itaatle başını salladı. “Nereye getirelim efendim,” diyerek de beni kibarca mutfaktan kovdu. Bizim evde olduğumuz günler mutfak daha telaşlı oluyordu.
“Bahçede çalışacağım,” diyerek mutfağı terk ettim. Bahçeye varmak için mutfak ve çalışanların odalarına çıkan koridoru aşmam gerekiyordu. Sonra evin girişine açılan holü aşıp salonların olduğu tarafa ilerlemem gerekiyordu. Evet salonlar. İki salondan da bahçeye çıkılıyor ama ben küçük salonu tercih ettim, orada kapının hemen önünde masalı bir yemek takımı var ve çalışabileceğim harika bir ortam. Kız kardeşim ve teyzem salonda takılıyorlardı.
“Gelsene,” dedi Turna beni görünce.
“Çalışmam lazım,” diyerek reddettim.
“Biz bir şey yapmadık bize neden bozuk atıyorsun ki,” dedi kız kardeşim beni azarlarcasına. Belki de sorun hiçbir şey yapmamanızdır.
“Size bozuk atmıyorum,” diye hışımla döndüm. Tamam, kendimi çok güzel yalanladım. “İşim var tamam mı?”
“Tamam,” diyor o da benim gibi aksi bir sesle.
“Karun’un belgeleri nerelere koyabileceğine mi bakacaksın?” diye soruyor Müjde. Hayır, Karun umurumda bile değil.
“Hayır, kişisel,” diye yanıtladım onu ve daha fazla soru sormalarına izin vermeden terasa çıktım. Masanın başına oturarak hem bahçeyi hem de salonu görüş açıma aldım. Böylece onlar da bilgisayar ekranının içini göremez.
Aysel’in mailini açarak çalışmaya başladım. Kadınları baştan eleyince liste yarıya düşüyordu. Yaşlı erkekleri de eledim ve gezinmeye devam ettim. Kahvem geldi ama ben gözümü ekrandan ayırmadım. Fazla genç erkekler de listeme dahil değildi. Aradığım adam 30’larında ya da 28-29 yaşında olmalıydı en genç. Ve ta da!
Eflal Cerrah.