2. BÖLÜM: TROUVAILLE
Son Lux- Alternate World
Bir hafta sonra...
Saat: 07.14
Konum: Eskişehir, Tepebaşı
Yeni mekanımız Eskişehir, polisler sorgu için beni bekliyor. İki hafta öncesine kadar yaşadığım gün sayısından fazla küçük veya büyük çaplı işlere kalkıştığım için yakalandığım an parmaklıklar ardında bir yaşam süreceğime eminken şu an işler tam tersine dönmüştü.
Sarışın düşündüğümden hatta bu kısa süreli tanışıklığımızda araştırdığımdan da fazlasıydı. O gün polislerden kaçarken trafik kazasında beni ölmüş gibi gösterip peşimizdeki polislerin ilgisini farklı yönlere çekmeyi şu anlık başarmıştı. Benden aldıkları tüp tüp kanlar ve kazıdığı saçlarımın da yardımının dokunduğunu düşünmüyor değildim tabii ki. Sonuç olarak polisler olayı fazla kurcalamadı, en azından şimdilik öyle ya da ben öyle biliyorum.
Yeni kimlikler alındı. Sarışın adını hala Dicle olarak kullanıyor. Benim için de yolda Agah'ı bulmuş. Fikrimi çok önemseyen birisiyle karşı karşıya olduğum kesin inşallah hep böyle önemsemez yoksa ben dayanamam.
Soyadımı Duru olarak alması beni biraz işkillendirmişti ama üstünde çok durmadım. Ondan önce daha önemli konularımız vardı. Mesela neden bana yardım etmişti?
"Sarışın bak bakalım buraya, bir şey soracağım." dediğimde bilgisayarından kafasını kaldırıp bana baktığında sözlerime devam ettim.
"Neden bana bu kadar yardım ettin?"
"Çünkü; sen benim kardeşimsin."
Cevabıyla birlikte donup kaldım. Gerçek miydi yoksa ucuz esprilerinden biri miydi anlamaya çalışıyordum. Yüzümün halini görünce gülmeye başladı.
"Şaka yapıyorum, sende bizde olmayan bir şey var ve bize lazımsın. Bize yardım etmen için hayatını kurtarmayı tercih ettik; gördüğün gibi başarılı olduk. Şimdi sıra borcunu ödemende."
"Borcum?"
"Yakında öğrenirsin Agahcığım... Şimdilik önceliğimiz bu değil."
"Neymiş önceliğimiz?" diye kaşımı kaldırarak sordum.
"Avcılar Limanı'na kimin için gittiğin." Çalıştığım insanların adını paylaşmazdım, hatta isimlerini bile bilmezdim takma adlarıyla anlaşır, gün ve saat belirler teslimatları ulaştırırdım.
"Ben isim bilmem, al bilgisayarımdan bak maillere. Duru Holding'ten Külhan diye birisiyleydi."
"İsmi Külhan mı?" Yönelttiği soruyla birlikte oturduğum koltukta kafamı geriye atarak güldüm.
"Sarışınlar aptal olur dediklerinde inanmıyordum. Gerçekten aptal oluyorlarmış. Ben isim bilmem derken neyi kastettiğimi anlamamış olman senin gibi bir kadın için büyük bir eksi."
Oturduğu sandalyeyi geriye ittirerek nefes aldı. Sabır dilercesine gözlerini kapatıp tavana doğru başını kaldırdığında tekrar konuşmaya başladım.
"Tanrı'yla aran çok iyi galiba."
Kafasını aşağı yukarı sallayıp "Çok, kilisede dua sandalyesi üstünde ömrünü geçiren bir insanım ben." dediğinde sırıtarak kafamı kaldırdım.
"Sandalye yerine benim üstümde de ömrünü geçirebilirsin."
Geriye ittirdiği sandalyesinin iki yanından güç alarak ayağa kalktı. Masanın yanından geçip bana doğru yürümeye başladı. Belini saran gri eşofmanı ve büstiyeriyle birlikte verdiği salaş ama güzel hava beni iyice mayıştırmıştı. Sol kolumu başımın altına alarak oturduğum koltuğa iyice yayıldım.
Ellerini baldırlarının iki yanına koyarak eşofmanını yukarı doğru çekti. İki bacağımın arasındaki boşluğa geldiğinde ellerini kendinden ayırdı ve iki omzuma koydu. Bacağının birisini sol bacağımın tarafına diğerini de sağ bacağımın üstünden geçirerek kucağıma oturduğunda bacaklarımı brileştirerek daha rahat oturmasını sağladım. Boşta kalan elimi kalçasına yerleştirip kendime doğru çektiğimde bunu bekliyormuşçasına kendini bana daha da bastırdı.
Başını bana yaklaştırırken bir yandan da kucağımda hareketlenmeye başlamıştı. İnanın bana tek hareketlenen şey Sarışın değildi. Bu işin sonu istediğim gibi bitecekti, bunun rahatlığıyla daha da gevşemiş ve anın akışına bırakmıştım kendimi. Kucağımda hareket eden Dicle daha kolay havaya girmemi sağlıyordu.
Aniden çalan kapıyla birlikte ikimiz de dikkatimizi birbirimizden ayırarak kapıya baktık. Açılan kapıyla birlikte içeriye izbandut Musa girdi. Bizi daha fark etmemiş bir şekilde elindeki kağıtlara bakarak konuşmaya başladı.
"Dicle Hanım, istediğiniz istatistikleri çıkarttım. Hepsini başlıklarına böldüm ve dosyala-" kafasını kaldırmasıyla kucağımda olan Dicle'yi görmesiyle susması bir oldu. Ben ona sırıtarak bakareken o ise utanarak: "Uygun bir zaman değildi sanırım, üzgünüm." Lafıyla beraber kucağımdan kalkan Dicle ona doğru ilerlemeye başladı.
Dicle'nin arkasından sessizce "Üzülmelisin bence de." dememle Sarışın'ın kahkahası odayı sarmıştı,
"Sorun yok Musa, toplantı odasına geçelim."
Odadan çıkan Dicle ve izbandut Musa'dan sonra koltuğa uzanarak telefonumu elime aldım. Maillerimi bir haftadır kontrol etmiyordum. Artık işimin başına dönmem lazımdı. Zamanında biriktirdiğim paralar bitmek üzereydi.
Saat:13.26
Konum: Kütahya
Dicle Mavi: Nerdesin sen?
Dicle Mavi: Birkaç saat boş bıraktım sadece
Telefonuma gelen mesajlarla birlikte gözlerimi sokaktan çekmiştim. Elimi cebime atarak telefonumu çıkarttım. Ekran kilidini açarak Dicle'nin attığı mesajlara baktım.
Agah Duru: Kütahya'dayım
Mesajı atmamla birlikte Dicle yazmaya başlamıştı. Beni bekliyordu galiba, aşık bu bana aşık. Yarın düğünümüz var, şahidimi Süslü Musa yapacağım. Onu bari bölemesin.
Dicle Mavi: Napıyorsun orada?
Agah Duru: Bir hatunla buluştum, enfes enfess
Dicle Mavi: Kimlesin demedim napıyorsun dedim
Agah Duru: Nasıl betimlesem bilemedim
Agah Duru: Çift kişilik bir yatağın tam ortasında yatıyorum öyle hayal et
Agah Duru: Bir yandan sana yazıyorum
Agah Duru: Diğer yandan da sevabına karın doyuruyorum
Dicle Mavi: Benim de karnım acıkmıştı ;)
Agah Duru: Doyuralım Sarışın
Dicle Mavi: Yok ben bulurum senin gibi sevap işlemek isteyen birisini ahahahah
Gülerek yazdığım mesaja aldığım cevapla duraksadım. E iyi bari napalım.
Agah Duru: Afiyet olsun Sarışın
Agah Duru: İşim bitince yazarım
Dicle Mavi: Arkandaki güvenlik kamerasına el salla işin bitmeden :D
Kafamı kaldırarak sokağa girmeden önce kapattığıma emin olduğum güvenlik kamerasına baktım. Yanıp sönen kırmızı ışıkla birlikte şaşırmıştım. Dicle Mavi düşündüğümün gerçekten fazlasıydı. Kafamdaki kar maskesini ağzıma kadar açarak gülümsedim ve orta parmağımı kaldırıp müşterinin geleceği yere döndüm. Açıkta kalan ağzımı kapatıp beklemeye devam ettim.
Kolumdaki saate baktım; 13.29. Bir dakikamız kalmıştı, cebimdeki fotoğraf makinesini çıkarıp gerekli ayarlamaları yaptım. Kameranın lensini temizlerken sokağın başında siyah bir jeep belirdi. Fotoğraflarını çekmeye başladım. İçinden iki takım elbiseli adam inip elektrik direğinin altına temkinli adımlarla ilerlediler. Her adımlarını fotoğraflarken bir yandan da saklanıyordum.
Adım verilirse IP adresleri ve fotoğrafları verilirdi. Düzenim böyleydi, anlaşmalarımda bu yoktu ama bunu bilmelerine gerek de yoktu.
Arabalarına tekrar bindiklerinde ben de sokaktan ayrılıp Dicle'den anahtarını çaldığım arabaya doğru yürüdüm. Bir avukata göre fazla şatafatsız bir arabaydı. Arabanın önüne geldiğimde telefonuma gelen bildirimle telefonumu cebimden çıkardım.
Banka hesabıma yatan beş haneli parayla birlikte sırıtarak arabaya atladım. Feyzali ölmemişti, sadece mekan değiştirip küçük miktarlar kazanmaya başlamıştı.
"Bir daha bana haber vermeden bir işe kalkışmıyorsun."
"Emredersin komutanım!" Hazır ol komutunda Dicle'nin dediği şeyleri tiye alıyor, kendimce eğleniyordum.
"O arabayı öyle her işin için kullanamazsın, adıma kayıtlı bir araç birisi seni içinde görse ne olur tahmin edebiliyor musun?"
"Emredersin komutanım!"
Camdan dışarı bakarak kurduğu cümleleri verdiğim cevaplarla kaale almadığımı anlayınca bana dönerek kaşlarını çattı. Takındığım tavrı fark ettiğinde üstüme doğru yürümeye başladı. Yanıma yaklaşırken ellerimi cebime sokarak dilimi alt dudağımın üstünde sağdan sola gezdirdim. Aramızda beş adımlık bir mesafe kalmışken yavaş adımlarla ben de ona yaklaştım.
Aramızda beş santimetrelik mesafe kalmışken: "Bu temasların sonu boş çıkmasın Feyzali." dedi. Elleri göğsümde gezerken hitap şekliyle güldüm. Öğrendiğim bilgileri kullanmanın tam sırasıydı.
"Çıkacak tek şey kıyafetlerimiz olur Sanem." Şaşırmış bir şekilde gözlerini gözlerime diktiğinde gülümsedim.
"Çıkmaması için engel ne?" Sorduğu soruyla sırıttım.
"İzbandut yardımcın Musa."
"Yabancı mı ya, o da bize katılır." Bu sefer şaşırma sırası bendeydi. Halime güldü ve beni arkasında bırakarak kapıya yöneldi. "Yardımcıma bir daha izbandut demezsen sevinirim."
"Hıhı, denerim." Asla denemeyecektim.
"Agah Duru!"
Çığlık sesiyle birlikte uyuduğum koltuktan düştüm. Neydi bu tantana?
"Hayatımın aşkı, söyle."
Açılan kapıyla birlikte gevşekçe sırıtmaya devam ettim. Fakat elindeki silahı görmemle birlikte yay gibi gerilip koltuktan fırladım. Ölüm fermanımı imzalıyordum sanırım. Tam olarak karşıma dikildiğinde silahı kafama doğru uzattı.
Flashback
"Öldüreyim mi lan anneni de seni de?"
Uyuşturucusuzluktan krize giren babam elindeki silahı bir benim bir de annemin kafasına tutuyordu. Gözleri dönmüş şekilde evde para ararken bir yandan da annemi canıyla tehdit ediyordu.
"Paraları nereye sakladığını söyle hemen, sıkacağım beş kuruş etmez oğlunla senin kafana."
Annem ağlayarak parasının olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Ağlamaktan gözlerini açamayacak hale gelmişti ama babam hiçbir şeyi önemsemiyordu. Ben ise elindeki silahı indirmesini bekliyordum, sokağın başında uyuşturucu sattığına emin olduğum birisinden eroin almıştım. Babam fark etmeden vücuduna enjekte etmem gerekiyordu. İki doz almıştım, bir doz sakinleştirirken ikinci dozun intihar olduğunu öğrenmiştim.
Ama beklediğimin aksine babam silahı hiç indirmemiş tetiği çekerek annemin beynini gözlerimin önünde dağıtmıştı. Ben şaşkınlık ve korkuyla anneme baktığımda babam da bunu yapacağını beklemiyormuş gibi korkuyla silahı yere attı. Annemin yanına yaklaşarak dizlerinin üstüne çöktü ve kan içinde kalmış yüzünü elleri içine almıştı.
Ben ise sadece donakalmıştım. Babam arkasına dönerek silaha uzanmaya çalıştığı sırada silahı ayağımla ittirdim. Bir yandan elime eldiveni takarken diğer yandan da eroin dolu şırıngayı elime almıştım.
Dolan gözlerimi hırkamın koluna silerek ona yaklaştım: "Seni sen değil, ben öldüreceğim."
Mahallede yaşayan insanların çığlık seslerini fon müziği yaparak iki doz eroini babama bir ve iki olmak üzere iki seferde enjekte ettim.
Her şey hazırdı: Babam krize girmişti. Borcu olan insanlar kapımıza dayanmaya başlamıştı ve bizim de paramız kalmamıştı, ilk dozu koluna enjekte etmişti ama aldığından haberimiz yoktu. Eve elinde silahla gelip her yerde para arıyordu. Annem ise olmadığını söyleyince sinirlenip ona ateş etmişti ve annem ölmüştü. Babam da bunun üstüne şoka girip parmak izini her yerine bıraktığım şırıngayı boynundan enjekte etmişti. Bunun üzerine ölmüş ve arkasında acılı bir evlat bırakmıştı. Bu benim ifademdi.
Yaşım on dokuzdu ve ilk cinayetimi işlemiştim.
"Seni öldürmemem için tek bir sebep söyle." İşi gevşekliğe vurarak havayı yumuşatmaya çalıştım.
"Yakışıklıyım?"
"Yeterli değil." dedikten sonra elindeki silahın emniyetini açtı. Yutkunarak ona bakmaya devam ettim. Bok yoluna gitmeme çok az kaldığını hissettim. Tek iyi yanı son gördüğüm yüz bu sarışınınki olacaktı. Tüm dualarımın tersi olurdu her zaman, Tanrı'm şaşırtmazdı beni, aynen şu an olduğu gibi. Açık kapıdan giren Musa'yı görünce sinirle soludum.
"Ulan Musa, tam patronunla ilgili fantezilerimi kafamda canlandırıyorum bir yerden sen çıkıyorsun. Amacın ne lan senin?"
"Ölümüne engel olmak ama pek istiyor gibi değilsin." ukalaca verdiği cevabıyla birlikte hemen itiraz ederek bağırdım. "Kurtarsana lan beni."
Musa cevabımı önemsemediğini açık açık belli ederek odadan çıkarken Dicle onu durdurdu. "Noldu Musa?"
"Agahla alakası yokmuş mailin, eski müşterilerden birisiymiş."
Silahı alnımdan çekerek havaya kaldıran Dicle'yle birlikte derin bir nefes aldım. Dicle ise beni önemsemeyerek "Kimmiş?"
"Yelda Akay, Avcılar'da yaşıyor. Yirmi dört yaşında, Avcılar'da Cinayet Şube'nin başında."
Duyduğum isimle duraklamıştım, Yelda ne yapmıştı?
"Ee napmış kız? Onun yüzünden başıma silah dayandı da az önce." Dicle bana dönerek: "Beni tehdit etmeye kalktı."
"Neyle?"
"Yaptığım işleri ifşalamakla ama Dicle Mavi durur mu? Dur-" Sinirle ve o anın korkusuyla lafını yarıda keserek cümlesini devam ettirdim.
"-maz, kendi isteği dışında yanına aldığı yeni ortağının suçuymuş gibi gelir kafasına silah dayar."
Dicle sıkıntıyla iç çekerek: "Kusura bakma." dediğinde onun yanından ona çarparak geçtim.
"Ölümle burun buruna geldiğini hissetsen sen de kusura bakarsın."
Açık kalan kapıdan çıkarak evin merdivenlerine yöneldim. Alt kata indiğimde hızla arka bahçenin olduğu kapıya doğru ilerledim. Kendimi bahçedeki çardağa atarak cebimdeki sigarayı ve çakmağı çıkarttım. Sigarayı ağzıma yerleştirerek iç çektim ve çakmaktan çıkan ateşin sigarayı yakmasını bekledim. Yanan sigarayla birlikte kafamı yukarı kaldırarak ilk dumanı üfledim. Paketle çakmağı çardaktaki masanın ütüne fırlatarak ayaklarımı da masaya uzattım.
"Ayaklarını indir ordan." Duyduğum sesle gerilerek olduğum yerde dikleştim. Ayaklarımı masadan indirerek sigaramı içmeye devam ettim.
Yanıma oturan Dicle'yle birlikte sıktığı parfüm burnuma dolmuştu. Yüzümü buruşturarak sigaramdan bir nefes daha çektim. Şekerli kokuları hiç sevmezdim. Daha fazla aynı ortamda bulunup sinirimi bozmak istemediğim için ayağa kalkmamla Dicle kolumu tutarak beni durdurmuştu.
"Kusura bakma dedik ya niye uzatıyorsun?" Dişlerimi sıkarak ona döndüm.
"Benimle işin neyse çabuk bitir Sanem, benim seninle bir işim yok çünkü. Borcumu ödeyip defolacağım." Kolumu sertçe çekerek çardaktan çıktım ve evin kapısına giden taş yolda ilerledim.
"Sen bana hayatını borçlusun Agah Duru!" aldığım cevapla arkamı dönerek kollarımı iki yana açtım.
"Adım Agah değil; soyadım da Duru. Senin himayende bir hafta yaşamış olmam beni senin kölen yapmaz. Ben sahibeyken köle olmam Dicle Mavi."
Bağırarak ona sesimi duyururken o kalkmış ve yanıma yaklaşmıştı. Ellerini yine göğsüme yerleştirmiş; vücuduyla beraber aşağıya doğru inmeye başlamıştı. Başı kasıklarımın olduğu hizaya gelince durup kafasını kaldırarak bana baktı.
"Sahibe ol o zaman Feyzali, hazırım, burdayım ve seni bekliyorum."
Derin bir nefes alıp kafamı gökyüzüne kaldırdım. "Sınavım bu mu cidden Tanr-" lafımı yarıda kesen şey Dicle'nin ağzıyla yaptığı tehlikeli dokunuşlar olmuştu. Kafamı hızlıca Dicle'ye çevirdiğimde ağzını benden uzaklaştırarak ayağa kalkmıştı.
Kasıklarımın kasıldığını hatta daha da ilerisinin olduğunu ve sertleşmeye başladığımı hissetmemle geri çekilmek istedim. Dicle ise benim aksime elini hala sertliğin üstünde gezdiriyordu.
"Sanem." dedim "e"yi uzatarak. Yüzüme yaklaşarak: "Efendim, Feyzalicim." dediğinde belinden tutup vücutlarımızı birbirine yapıştırdığımda dudaklarımız arasında milimetrik bir mesafe kalmıştı. Nefes alsak değecekti ama inadına nefes almıyor gibiydik.
Gözlerinin içine bakarak yapacağı diğer hamleyi beklerken çalan telefonuyla birlikte ufak bir küfür ederek onu kendimden uzaklaştırdım. İşaret parmağımı yüzüne doğru sallayarak: "O yavşak Musa'ysa arayan söyle ona gördüğüm yerde onu öldüreceğim."
O ise gülerek kafasını iki yana salladı, elini ağzına götürerek susmamı işaret etti ve telefonu açtı.
"Efendim Tuğrul Bey."
"..."
"Evet buyrun müsaitim."
"..."
"Tabii, yarım saate geliyorum" demesiye iç çekerek arkamı döndüm. Bizim iş yine yarım kalmıştı. Kimseye görünmeden eve girip duş almam lazımdı. Hızlıca merdivenleri çıkıp üst kata ulaştığımda banyoya doğru ilerlemeye başladım.
"Agah Bey, bir süre beklemeniz lazım banyoyu temizliyorlar." Duyduğum sesle sinir katsayım daha da artmıştı.
"Tamam Musa, sus Musa, sıkacağım kafana Musa."
"İsterseniz uzun bir tişört getirebilirim." demesiyle kaşlarımı çatıp ona döndüm.
"Lan davar nereme bakıyorsun sen benim?"
"Tövbe estağfurullah nerenize bakacağım Agah Bey, kasıla kasıla yürüyorsunuz." diye beni yanıtlayınca sabır dileyip önüme döndüm.
"Sağ ol Musacığım, ben odamdayım bana seslenirsin işleri bitince."
"Emredersiniz." Laubalilikten uzak bir şekilde verdiği cevaba tebessüm ederek odama ilerledim. Cebimden odamın anahtarını çıkartıp boşluğa yerleştirdim. Sağa doğru iki defa çevirdikten sonra açılan kapıyla birlikte ferah olan evdeki tek kasvetli odaya ulaşmıştım.
Odaya girerek adımdan kapıyı ittirdim. Toplamadığım yatağıma kendimi atarak gözlerimi kapattım. Bir haftadır buradaydım, hala neden burada olduğumu da bilmiyordum ama çöplükten farksız evimden sonra burası bana cennet gibi gelmişti. Tabii Sarışın ve burada çalışan insanlar da varlıklarıyla bu düşüncemi çok destekliyordu.
Eski düzenimi özleyip özlemediğimi düşününce özlediğimi fark ettim. Başta arkadaşlarım vardı. Kupşen ve Leyli. İkisiyle de kaldığım inşaatta tanışmıştık.
Bu işe beraber başlayıp beraber büyük miktarlara oynamıştık. Şimdi ise öldüğüm sırrını tutan ve bir daha ne zaman göreceğimi bilmediğim iki insanlardı.
Onları görmek çok istiyordum ama şu sıralar Dicle'nin etrafından uzaklaşmak bilmediğim sularda yüzmeye benzerdi. İşlerimi olduğu kadarıyla burdan yönetip sonrasında borcumu ödeyip kurulu düzenime geri dönmem lazımdı. Burada olmaktan artık çok sıkılmaya başlamıştım.
Dicle'yle yapacağımız işin çok büyük ve tehlikeli olduğunu düşündüğüm için de onsuz hareket edemiyordum. Ondan kaldıracağım para benim hayatımı kurtarabilirdi, hatta sadece benim değil Kupşen ve Leyli'yi de kurtarabilirdim. Bu kadar işe kalkışıp benim başımı beladan kurtaran bir insanın eli düşünemeyeceğim kadar güçlü olmalıydı ki Dicle duruşuyla bunu yeterince belli ediyordu. Güç parayı getirirdi, para da saygın bir yaşamı. Hakettiğim kesinlikle buydu ya da değildi. Benim yüzümden ölen kişilerin sayısını tahmin bile edemezdim ama artık umursadığım da söylenemezdi.
"Agah Bey, bizim işimiz bitti. Musa sizi bilgilendirmemizi istemişti."
Kapının önünde bekleyen en fazla yirmi üç yaşında olan kadına dönüp başımla onayladım. Burada çalışanları Dicle Hanım özellikle nefsi terbiye etmek için işe almış gibiydi. Hepsi Tanrı'nın bir lütfu gibi önümdeydi, Adem'den farkım yoktu, yasaklardı.
Bu düşünceleri kenara atıp yattığım yataktan hızlıca kalktım. Kapımın arkasında asılı duran bornozu alıp odadan çıktım. Odaya girerken cebime attığım anahtarı tekrar cebimden çıkarıp kapıyı kilitledim, yavaş adımlarla koridorun sonundaki banyoya doğru ilerlemeye başladım. Açık olan kapı ve ışık sayesinde bunları yapmama gerek kalmadan direkt banyoya girip kapıyı kapattım.
Bornozumu astıktan sonra üstümdeki siyah tişörtü çıkarıp arkamda olduğunu bildiğim ama konumunu asla ezbere bilmediğim kirli sepetine doğru fırlattım. Başımı aynaya doğru çevirdiğimde aynadan yansıyan arkamdaki sülietle irkildim, bana banyoda işinin bittiğini haber veren yardımcıydı. Bir elinde oraya doğru fırlattığım tişörtüm diğer elinde de kirli sepetini tutuyordu.
İki kaşımla birlikte kafamı da hızlı bir hareketle kaldırıp indirirken "Hey," diyerek onu gördüğümü belli ettim.
"Üzgünüm kirlileri almayı unutmuşum, hemen geleceğinizi düşünmemiştim. Hemen çıkıyorum," dedi mahcup bir şekilde. Ben ise her zaman yaptığım gibi işi gevşekliğe vurarak: "İstersen kalabilirsin benim için hava hoş."
"Sözlü tacizinizi reddetmek zorundayım, arkanızda bıraktığınız şeyleri birileri temizlemek zorunda Agah Bey." diyerek arkasına bakmadan banyodan çıktığında boş gözlerle aynadan az önce durduğu yere bakmaya devam ettim.
Dalan gözlerimi aynadan çekip kalan kıyafetlerimi de çıkarıp kirli sepetine doğru fırlattım. Yan tarafımda kalan duşa kabine dönüp içeri girdim. Açtığım suyun sıcaklaşmasını beklerken üstüme soğuk suyhn gelmemesi için büyük bir çaba harcıyordum. Soğuk sudan nefret ederdim.
Suyun ısınmasıyla birlikte hızlıca duş başlığının altına girip elime döktüğüm şampuanı saçımda gezdirmeye başladım. İşimi çabuk bir şekilde bitirip yemek yemek istiyordum.
Bir anda içeri dolan soğuk havayla birlikte açılan kapı beni titretmişti. Arkama dönmeden kafamı kapıya doğru çevirdiğimde Dicle'nin banyoya girdiğini gördüm, kapıyı kilitlemeyi unutmuştum.
"Gözlerim kıçımda değil Sarışın gözüm kafamda."
Gülerek: "Hangisinde?" dediğinde birkaç saniye durup ona baktım. Ciddi ciddi sorduğunu düşünmeye başlamama on saniye falan kalmıştı. "Neyse ben çıkıyorum, kafana göre iş yapmaya kalkma sakın. Evden de çıkma bugün."
"Emredersin Memduh Başkan." diyerek Behzat Ç.'ye yaptığım göndermeye anlamayarak baktı. "İzlemedin değil mi?"
Merakla: "Neyi?" dediğinde dalga geçmeden cevap verdim, Behzat Ç. kırmızı çizgimdi. Kesinlikle öyle.
"Behzat Ç. Hani Ercüment, Savcı Esra falan? Hiç mi yok?" sorduğum soruya kaşlarını kaldırarak cevap verdi.
"İyi izlemeye başla, boş boş oturma evde."
"Of Agah başımı ağrıttın iki dakika içersinde." Son sözünü söyleyip banyodan ayrıldığında benim de işim bitmişti. Suyu kapatıp bornozumu giydikten sonra saç havlumu bulup banyodan çıktım.
Koridorun başından benim olduğum kısma doğru yürüyen ve hala adını bilmediğim kadını görünce duraksadım, ne diye seslensem bana bakardı?
"Pişt."
Kesinlikle bakacaktı. "Buyrun Agah Bey." Gördünüz mü? Baktı işte.
"Az önceki hareketimden dolayı özür dilerim, amacım taciz değildi. Dalga geçiyordum. Gerçekten özür dilerim, tüm samimiyetimle."
Korkuyla bakan gözlerindeki yumuşamayı hatta ışıldamayı görünce bir nebze de olsa rahatlamıştım.
"Sorun ama sorun değil demekle yetineceğim. Sorun değil Agah Bey."
"Adın ne?"
Sorduğum soruyla birlikte şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak: "Efendim?" dediğinde gülerek ona bakmaya devam ettim.
"Adın diyorum, ne? İsminle hitap edemeyip saçma sapan sesler çıkarıyorum senin yüzünden evde."
Tebessüm ederek bakıp sorumu cevapladı.
"Eflin."
"Cennet'in hangi kapısısın?" Soruma anlamayarak baktığında açıklama ihtiyacına girip konuştum.
"Cennet'teki sekiz kapıdan birisinin adı değil mi Eflin? Hangisi olduğunu söyle de belki yaratıcınla aram iyi olursa düşerim oraya. Burda sığındığım affına bir de orada sığınırım."
Kıkırdayarak: "Bunu yapman için ilk önce iyi bir insan olman lazım."
"Sonra ben de Şirinler'i görebilecek miyim?" diyerek güldüğümde o da bana eşlik etti. Bir anda durup ciddileştim.
"Ben iyi birisi değil miyim?" Sorunda ciddi olup olmadığımı anlamak amaçlı olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde yüzüme baktı.
"İlk konuşmamızda beni duşta seni duşta izlemem için beni çağırdın, bilemedim."
"Sizli bizli konuşma kısmını atlayacak kadar samimi olmuşsunuz bakıyorum." Arkamdan duyduğum izbandutun sesiyle alnımdaki damarların şiştiğini hissettim.
"Yok Musa Abi, öylesine muhabbet ediyorduk dikkat bile etmemiştim. Özür dilerim Agah Bey." mahçup gözleri bir bana bir de Musa Bey'e bakarken kurduğu cümleyle izbanduta dönüp kaşlarımı çattım.
"Yeni arkadaşım Eflinle istediğim gibi konuşurum la, sana mı soracağım?" Eflin'in varlığını unutup kurduğum cümleyi idrak edince Eflin'e dönüp konuştum.
"Bayan çok özür dilerim bu izban- Musa bundan anlıyor, lan demedim hem 'la' dedim." Musa kahkaha atınca dikkatimi tekrar ona çevirdim.
"La diyince ne oluyor ikisi de aynı." Kurduğu cümleyle tek kaşımı kaldırarak neresine yumruk atacağıma karar vermeye çalıştım.
"'La' daha kibardır 'lan'a göre. Ankaralılar böyle konuşur." Duyduğum cevapla birlikte Eflin'e dönüp şaşkınlıkla ağzımı açarak saç havlusu olmayan elimi göğsüme götürüp iki adım geri çekildim.
"Larissa?"
Sorduğum soruya ciddiyetle cevap verdi: "Harun?"
"Param yok fıstık, ben para için çalışırım." Göğsümdeki elimi ona doğru uzatarak cümleme devam ettim.
"Ercüment."
Uzattığım elimi sıkarken kahkaha atmaya başladığında ben de ona katılmıştım. Kupşen ve Leyli'den sonraki üçüncü arkadaşımın torbacı değil, masum(?) bir kadın olması beni çok şaşırtmıştı. Arkadaş mıydık sahi?
Trouvaille: Fransızca "bulmak" anlamına geliyor.