"Ekmek edelim Dildâr, şu Çolpakların hayvanları girmiş gene arka bahçeye dur onları kışkışliyem de geliyem hemen..."
"Yine mi giriyorlar anne, uzun çit çakın. Halledelim onu hemen yarın, olmaz böyle." dedim ciddiyetle leğenleri bahçeye çıkarırken.
Kapının önünden geçenler bize selam sabah verip, bana da ekseriyetle hoşgeldin diyorlardı. Annemle birlikte evimizin sağ tarafındaki taş fırına ekmek veriyorduk. Bu ekmekler her seferinde fazla fazla yapılır köydekilere de dağıtılırdı. Hamurumuz artarsa da soğanlı kıymalı, kıymamız yoksa bile sadece soğanla pide yapardık artanıyla.
Ekmek yaptığımız süre zarfında annem beş kere arka bahçeye giren Çolpakların ineklerini kovalamaya gitmişti ve bu çok sinir bozucu bir hal almaya başlamıştı. En sonunda dayanamadım ve içeride tombala oynamadığı halde 'Tombala!! Tombala!!' diye yüksek sesle bağıran ve çığlık atarak oynayan Cihangir'e seslendim.
"Cihangir şu hayvanları kovala gitsinler ırmağın oradaki meraya yaaa.! Dert oldular başımıza!"
Cihangir bir sevinç çığlığı daha atarak bahçeye çıktı;
"Kovaliyam... kovali.. yam! Kış ineeek gış.!" diyerek tekleyerekten arka bahçeye doğru koşmaya başladı.
Onun bu haline tebessüm edip arkasından baktım. Annem de tebessüm ediyordu ama o benden başka bir yöne doğru tebessüm ediyordu. Annemin ne tarafa baktığını görmek için kafamı sola bahçe girişine döndürdüm.
Elinde kapla bize koşan ve koşarken de elindeki kaptan keşkeği ufak ufak yere döken Asım'ı gördüğümde; "Yavaş, yavaş. Düşersin sonra tabak kırılır."
Tabağın kırılması mühim değildi de düşerse tabakla, bir yerinin kesilip kanamasından korktum.
"Anam size keşkek gönderdi Perihan yinge." dedi koşarken bebeksi teni terlemiş Asım.
"Nasıl koşmak o Asım, atlılar mı geliyor peşinden?" dedim gülerek.
"Yok aba..." derken soluk soluğaydı. "Dayım Dorukçulağın bakkalına götüriciğik beni, bi goşu birak da gel didi."
"Niye dayın götiriyi la seni.? O buban ne idiyimiş.?" diyen annem Asım'ın babası Bülent'e sabahtan akşama oturduğu, eli doğru düzgün iş tutmadığı için kıl oluyordu.
"Bubam gayfede..." dedi Asım.
"Hay gayfede siksinler o bubağı.!"
"ANNEEE!" Dedim panikle. "Çocuğun yanında."
Gözlerimi tamamen açmış annemi uyarıyordum.
"Bir de babasına küfrediyorsun."
Annem suçlu suçlu leğendeki hamura geri dönüp daha sıkı yoğurmaya başladı. Asım ise kıkırdıyor;
"Biliyem ki ben o güfrü." diyordu.
"Ay bu çocuk daha dört yaşında!" Dedim sabır ister gibi başımı geri atarak.
Ardından daha şefkatle gülümseyerek devam ettim. "Kötü onlar ablacım, çok kötü. Sen küfretme, edecek kelimesi olmayanlar küfreder. Hem sen konuşmayı öğrendin çok da güzel konuşuyorsun değil mi?"
Asım, dudaklarını içerlerken ufak bir baş hareketinde bulunmuştu.
"Afferin benim yakışıklı oğluma." dedim kolunu usulca okşarken.
Bu sefer Asım, muzurca sırıttı.
"Niye sırıtiyin la?" diyen annem, Asım'a bir yandan böldüğü fırından yeni çıkmış sıcak ekmekten uzatıyordu.
"Sen de bi garar ve aba." Asım hala bana sırıtıyordu.
"Ne kararı anlamadım?" Dedim kirpiklerimi kırpıştırırken.
"Bu subah da dayıma bakiymişin yaguşuklu diye."
Gözlerim kocaman açılmış şok olmuştum.
Annem ise ilgiyle kaşlarını kaldırırmasının hemen akabinde merakla dönmüş bana bakıyordu.
"Ki.. Kim dedi bunu.? O dağ ayısı, ipe sapa gelmez mendebur dayın mı dedi sana bunu?!"
"Hele hele... Çocuğun yanında güfretme diyene bak hele..." Annem hem bıyık altından gülüyor hem de kafasını kuşkuyla sallıyordu.
"Sabahunan, anam diyidi dayıma, bu gız sağa tutuk tutuk bakiydi arkandan diye."
"Hay ben o ananı..." dedim bir an sinirle. Sonra hemen toparladım; "Göreyim... Bir ara ananı göreyim.. Çay içmeye gelirim belki size Asım. Annen yanlış görmüş oğlum, yok öyle bir şey. Sen koşuyordun ya sana bakıyordum ben..."
Mütemadiyen sabırla gülümsüyordum.
"Ben dayımdan daha yaguşukliyem di mi aba?"
"Daha yakışıklısın tabi Asım. Soru mu bu da..?" Sinirimi almış üstüne kıkırdamama mahal vermişti.
"Öpiversene o zuman bi'tane." Diyen Asım otuz iki diş sırıtıyordu.
"Uuuyy.!! Bubası kılıklı tilküye bak sen hele tilküyee..." Annem Asım'a hayretle bakarken bir yandan da onu paylıyordu.
"Daha bu yaşunda büleyse bu..."
Bense Asım'ın tombul yanaklarına bastıra bastıra öpücük konduruyordum. Asım ise sanki onu gıdıklıyormuşum gibi kıkırdıyordu.
"Gıdıklaniyen mi la sen.?" dedim ona müteakip köylü şivesiyle. Asım hepten kıkırdayınca öpünce bile gıdıklandığını anladım ve hepten gıdıkladım.
"Uiy... Ayy.. Abaa... Yapmaa..." diye kızararak kendini kurtarmaya calışıyordu. Gülerken bile tombulluktan kıs kıs sesi çıkıyordu boğazından.
Tombik ellerini ısırıp öpmeyi de ihmal etmemiştim keza ısırılmayacak gibi de değillerdi.
En son fazlaca kızardığı için mecbur onu saldım;
"De hadi git, yetiş o mendebur dayına." dedim gülerek.
"Diyem mi aba?"
"Neyi.?"
"Dayımaa... Ondan daha yaguşuklu olduğumu."
Bu sefer ben kıkırdadım;
"De tabi oğlum. Sen benim yanımda halt etmişen de.!"
Annem Asım'a sıcak bir somun ekmek daha verip annesine yollamıştı. Asım, sevinçle geri koşarken arkasından baya bir süre gülümsedim.
"Eee..?" diyen annem böldü benim bakışlarımı.
"Efendim?" dedim annem ben bakarken bana bir şey demiş de ben mi kaçırmıştım.?
Neye 'eee..?'lediğini anlayamamıştım.
"Diyem ki... Ne bu Mustafa işi.?"
"Ne Mustafa işi.?"
"Mustafa'ya diyem, bakiye miydin sabahınan?"
"Ay niye bakacağım ben Mustafa'ya yaa...?!" diye bir anda cırladım.
Annem hızla etrafı gözleriyle kolaçan etti;
"Sus gız! Sessiz gonuş. Biri duyicek sunra."
"Sen sormazsan kimse de bir şey duymaz anne.! Ne Mustafa'sı şimdi.?" dedim hala sinirle.
"Bir şey yok diyisin yani?"
"Yok bir şey anne. Ne olabilir ki?"
"Göynün kaymışdır, beğenmişindir ... Olabili gızım. Onun da göynü varısa sen de evlenusun. Okulun da bitti hemi de..." dedi annem neye kızdığımı anlamayarak.
"Ben o okulu köye döneyim de evleneyim diye okumadım anne! Hem de Allah'ın delisiyle.!! Ben niye evleneyim anne? Tarlalara mı bakayım evlenip çocukla mı uğraşayım?!"
"E biz naası ettuk ya? Hem tarlada çaluştuk hemi de çocuk ettuk."
"Ben evlenmeyi düşünmüyorum anne. Hele de delinin tekiyle asslaa." dedim üzerine basa basa.
Annem leğene eğilirken imayla mırıldandı;
"Hee... Öleyidi o delu da sağa..."
"Niye öyle dedin şimdi?" dedim sinirim yine zıplarken. Sinirim bugün zıplaya zıplaya bir hal olmuştu.
"Var zaten onun isteyenleri." dedi annem başını leğenden kaldırmadan.
"Kim istiyormuş?"
Sana ne Dildâr?
"Kara Mehmetlerin kızıynan, Köçük Hüseyin'in kızının göynü var benim bildiğim. Bilmediklerim de varudur elbet..." diyen annem nispet yapar gibi konuşuyordu.
"Ee... Peki o?" dedim tekrar.
"Kim?"
"Kim olacak, o deli işte."
"Haaa... Mustafa'yı diyen sen..." Annem gülüyordu.
"Bilmiyem... Ama Kara Mehmet'in kızı Melike'ynen merada gonuşurlar iken görmüş Zekiye." Annem etraftan duyanlar olur diye fısıltıyla konuşuyordu.
"Ne konuşabilirler ki merada?"
Sana ne Dildâr?
"Merada inek vardır, ineklerden mi konuşuyorlar acaba..?" dedim düşünürken.
"Hee... İneklerinen gonuşiyilerdir hatta benim saf gızım.." diyen annem hala mırıltıyla laf sokuyordu.
Nasıl yani deyip hepten irdelemek istesem de bir anda başımı sağa sola sallayarak kendime geldim.
"Ay bana ne köyün dedikodusundan yaa..! İsterlerse ineklere yaşam koçluğu yapsınlar bana nee...?!" dedim önümdeki işe dönerken.
Bıyıkaltından gülerek beni izleyen annem son söylediğimi anlamamış ve afallayarak kaşlarını çatmıştı.
Bütün konuyu es geçip hayati bir mevzu duymuş gibi merakla öne eğildi.
"İneklere nası koçluk yapılır gı..?"
İşte şimdi bıyık altından gülme sırası bana gelmişti.
"Şimdi ineklerin boğsama zamanı gelip de danaları ineklere kattığımız vakit var ya..."
"Eee..?"
"O vakit bir koç koyuyorsun o meraya, ama boynuzlu olacak böyle baya kıvrık boynuzlu koçlar tercih ediliyor."
"Sırık Mehmet'in var üyle goçları... Eee..?"
"İşte eğer koç, dana düveye bindi mi, yani çiftleşme sırasında 'meee' lerse o çiftleşme kesin başarılı, inek kesin yüklü demektir."
Annem şaşkınlıkla dinlemiş; "Kesin tutiyi diyisin yani..." demişti ağzı açık.
"Kesin tutuyor anne." dedim kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırırken.
"Fakültede mi öğretiyler bunu."
"Evet, tabi fakültede öğrettiler."
Annem dikkat ve şaşkınlıkla beni izlerken ben gülmemek için dudaklarımı yalamaya başlamıştım.
Ardından annem kendi kendine planlar yaparak söylenirken bir yandan da elindeki öte beriyi topladı. Sırık Mehmet'in koçlarına göz diktiği aşikardı. Yine de laf çalmayı bir kenara koyup, vakit kaybetmemek adına şaşkınlığını tez atarak, yaptığımız ekmekleri konu komşuya dağıtmaya başladı. Bense kirli kap kaçağı toparlayıp bahçedeki hortumun yanına götürdüm.
Hayvanları kovalamaya giden Cihangir ise hala bu vakit olmuş dönmemişti. Tepeden inen güneş bahçede sıra ile dizili erik, elma ve armut ağaçlarını süsleye dursun, ben gözümü ağaçların gölgesinde yerde duran, karpuz ve kavunlara dikmiştim.
Karpuz neyse de kavunu çok severdim. Özellikle süreyya kavununu... Aşırı lezzetli ve müthiş güzel kokulu olurdu. Bir süreyya kavununun kıymetini ancak çiftçi anlardı.
Hayvanlarımız olmadığı için bahçede rahat rahat çiçek de ekerdik. Zekiye Teyze'nin hayvanı bol olduğu için annem sütünü ondan alır peynirini tereyağını onunla kurardı.
Arka tarafa babama hafif bir çukur kazdırıp pirinçlere giden kanaldan oraya da su çekmiştim. Fazla fazla kurbağa doluşsa da oraya koyduğum nilüferler de diğer çiçeklere arkadaş olmuşlardı.
Evin yanı sıra dizili pembe, kırmızı ve beyaz hatta arada yanlışlıkla pembe gülle aşılanmış pembe beyaz güller, her yaz açar kışa kadar da solmazlardı. Baharda ben okulda olduğum için babam budardı gülleri, ama artık madem buradaydım bundan böyle ben budayacaktım.
Sabah beni karşılamaya erkenden kalkan annem sebzeleri toplamayı unutunca ağaçların dibindeki sebzeliğe girdim önce, ardından sebzeleri doldurduğum hasır sepeti bir kenara koyup akşam soframıza koymaya güllere yöneldim.
Renk renk gülleri bahçe makasıyla kesip kendime bir buket oluşturuyorken kısa sokağımızın öteki ucundan avaz avaz bağıran bir ses duydum.
"PERİHAN ABAAAA!! PERİHAN ABAA GOŞ YİTİİİŞ!"
Bahçe makasını yere koyup elimde buketle dikildim ve gelen kim görmek için sol elimi güneşe siper ettim. Çok da selam vermeye geliyor gibi değildi ne dediğini anlamaya daha da çok kulak kabarttığım sıra annem de başına aceleyle yaşmak edinerekten evden çıktı.
Gelen Doğanların daha yeni liseyi bitirmiş oğlu Sarı Ahmet'ti. Annem cevap vermeden Ahmet tekrar bağırmaya başladı.
"PERİHAN ABAAA ! GOŞ GEL HİMEEN ! CİHANGİR'İ ÖLDÜRİYİLEER!"
Annem oğlanın dediğiyle bir panik içinde ne olduğunu anlamaya çalışarak bağırdı.
"KİM NEREYE ÖLDÜRİYİ ? NE DİYEN SEN.?"
Sarı Ahmet bizim kapıya gelince içeri bile girmeye vakit harcamadan yüksek sesle konuşmaya başladı.
"Jandarmaya haber ediyiler, Cihangir'i götüricikle abaa! Ama yitiş, daha götüremeden Şahinler öldüricik onu! Cihangir Şahinler'in göçük oğlanı Asım'ı boğmuş ırmakta, öyle diyiler. Jandarmaya haber salmışlar, ahali zor aldu Şahinler'in elinden onu. Goş!"
Sarı Ahmet her şeyi tastamam anlatmanın derdine düşmüştü ama biz bütün bunları bir ammada duymayı kaldıramamış daha doğrusu algılayamamıştık.
Kor bir ateş, annemle benim yüreğimize düşmüş, yakıp kavurmuş ama kime ne olmuş hala algılayamamıştık.
Ayaklarımızın bağı çözülmüştü. Öyle ki annemin ayaklarının kemiği yok gibi yalpalayarak Sarı Ahmet'e doğru koşmaya başlamış, benim elimdeki gül buketi de öylece yeri boylamıştı. Kollarım boşlukta salındı sanki bir vücudum yok gibi.
Annem bir avaz ve yüreği ağzında; "Ne diyen laa..?!" diye ağladı ağlayacak bağırsa da ben hala bu anın gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Annem ayakta zor durmaya çalışır halde bir kez daha; "Ne diyen la sen.?" dediğinde sesi zangır zangır titriyordu.
O an annem yeni akıl edebilmiş gibi her şeyleri fırlatıp, köyün meydanına doğru koşmaya başladı ve ben onun peşinden ancak sesimi bulabildim;
"BABAAA! KOŞ BABAA!" Evin arkasındaki buğday tarlasına doğru bağırıyordum. Bir yandan anneme yetişip bir yandan babama haber etmem lazımdı. Sarı Ahmet'e döndüm;
"Ahmet yürü hemen babama da haber et! Tarladaydı, koş hemen! Hızlı ol!" dedim annemin peşi sıra hızla köyün meydanına koşarken.
Daha yolda geliyordu çığlıklar.
Daha yolda haber ediyordu çığlıklar, ben felaketim diye.