Rüzgâr, dağın yamacından aşağı süzülürken kuru otların arasından ince bir ıslık sesi çıkarıyordu. Elif, çocukluğundan beri bu sesi duymaya alışkındı ama bugün sanki her zamankinden daha keskin, daha huzursuz geliyordu kulağına. Sanki dağ, kendi içinden yükselen bir sırra tahammül edemiyor, rüzgârla birlikte içini boşaltmaya çalışıyordu.
Elif, evlerinin önündeki taş basamaklara oturmuş, karşı yamaca bakıyordu. Güneş yavaş yavaş çekilirken gölgeler uzuyor, köyün üzerinde morumsu bir sis gibi dolaşıyordu. Uzakta, keçi sürülerinin çan sesleri birbirine karışıyor, arada bir bir çobanın bağırışı rüzgârla beraber köye ulaşıyordu.
Kulağının dibinde patlayan ses, düşüncelerini böldü: “Elif!”
Annesinin sesiydi bu. Yorgun, biraz sert ama içinde gizlenmiş bir endişeyle dolu. Elif, dalgınlığından sıyrılıp arkasına döndü. Annesi Zeynep, başörtüsünün ucunu sıkıca bağlamış, elinde bakır bir tepsiyle kapının eşiğinde duruyordu.
“Yine daldın.” dedi Zeynep, tepsiyi içeri götürürken. “Bu aralar aklın çok uzaklarda geziyor kızım.”
Elif, hafifçe gülümsedi. “Uzaklarda değil ana,” dedi. “Şuracıkta. Dağın öbür yüzünde belki.”
Zeynep, bu cevaptan hoşlanmadı. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. “Dağın öbür yüzünde ne var ki? Yine saçma sapan hayaller kuruyorsun. Bizim yerimiz burası. Toprağımız, aşiretimiz, töremiz… Unutma sakın.”
“Unutmuyorum.” diye mırıldandı Elif, ama içinden başka bir cümle geçti: Keşke unutabilsem.
Bu köy, küçükken ona kocaman bir oyun alanı gibi gelirdi. Dere, kavak ağaçları, taşlardan yaptıkları küçük evler, halasının çocuklarıyla oynadıkları saklambaçlar… Ama büyüdükçe, köyün sınırlarının aslında görünmez duvarlarla çevrili olduğunu anlamaya başlamıştı. O duvarların adına “töre” diyorlardı.
Törenin ne demek olduğunu önce fısıltılarla öğrendi. Bir kadının adının anılma şekliyle, bir erkeğin bakışını geri alışından, bir kızın kahkahasının aniden kesilmesinden… Sonra hikâyelerle. Sizli bizli anlatılan, kimisinin sonu iyi bitmeyen hikâyeler. Bir gün halası, komşu köydeki bir kızdan bahsetmişti, sevdiğiyle kaçmak istemiş de yakalanmış… Sonrasını kimse tam dile getirmemişti ama herkesin sustuğu yerde Elif’in hayal gücü boşluğu doldurmuştu.
“Ben…” diye başladı Elif, cümlesini toparlamaya çalışarak. “Ben sadece merak ediyorum ana. Dağın öbür yüzünde nasıl bir hayat var, şehirde insanlar nasıl yaşıyor, kimse kimsenin giydiğine, güldüğüne karışıyor mu…”
Zeynep, bir an duraksadı. Elindeki tülbenti sıkıca buruşturdu. “İnsan nerde doğmuşsa orda yaşar, kızım.” dedi. “Şehir dediğin nedir? Gürültü, kirlilik. Orada töre yok sanıyorsun ama başka türlü baskı vardır. Hem…” Gözlerini hafifçe kıstı. “Bizim toprağımızda hesabı görülmemiş çok şey var. Herkes yerini bilsin ki kan karışmasın, ateş sönmesin.”
Elif, “kan” kelimesini duyunca irkildi. Bu evin duvarları, bu avlu, bu dağ… Hepsinin zemininde bir kan hikâyesi olduğunu biliyordu. Tam olarak ne olduğunu bilmezdi ama konuşulurken havada ağır bir sessizlik asılı kalır, herkes bakışlarını kaçırırdı.
“Bak yine o gözlerin uzaklara dalmış.” dedi Zeynep, kızını incelerken. “Baban görse kızar. Bu aralar zaten sinirli.”
Babasını düşününce Elif’in içini bir ürperti kapladı. Aşiretin ileri gelenlerinden, yıllardır “ağa” diye sayılan bir adamdı Hacı Yusuf. Sesini yükseltmesine çoğu zaman gerek kalmazdı; tek bakışıyla bile sofrada konuşanları susturur, çocukları dizlerinin dibine çöktürürdü. Onun yanında Elif’in dili tutulur, düşünceleri bile sessizleşirdi sanki.
“Baba neden sinirli?” diye sordu Elif, annesinin ses tonundan fazladan bir sertlik sezerek.
Zeynep derin bir iç çekti. “Bir şeyler konuşuluyor.” dedi kısık sesle. “Eski defterler açılmış. Aşiretin diğer koluyla aradaki kan davası yeniden gündeme gelmiş diyorlar. Sen fazla soru sorma. Büyüklerin işidir. Ama bil ki, böyle zamanlarda kız kısmının adı geçmesi bile iyi değildir. Dikkatli ol.”
Elif, “Adım niye geçsin ki?” diye sordu, istemsiz bir korkuyla. “İnsan anlamaz kızım. Bazen bir evlilik, bazen bir nişan, bazen bir ‘kan barışı’ söz konusu olur. ‘Filancanın kızıyla filancanın oğlu evlensin, husumet bitsin.’ derler. Bir bakmışsın senin kaderin, bir masanın üstünde konuşulan cümlelere kurban gitmiş.”
Bu sözler Elif’in göğsüne ağır bir taş gibi oturdu. Her zaman bir ihtimal olduğunu biliyordu ama annesinin ağzından bu kadar açık duymak, içindeki tedirginliği gerçeğe dönüştürmüştü.
“Ben…” Elif yutkundu. “Ben sevmek istersem?”
Zeynep bir anda irkildi, sanki kızının ağzından günah saydığı bir kelime çıkmış gibi. “Sus!” dedi sertçe. “Böyle laf edilir mi? Sevgi dediğin zamanla öğrenilir. Kocandır, çocuklarının babasıdır. Önce töre gelir, sonra alışkanlık, sonra belki sevgi. Önce kalbini değil, aileni düşünürsün.”
Elif, kalbinin içini dinledi bir an. Sesini duyamadı. Belki de korkudan titrediği için…
Tam bu sırada avlunun kapısı açıldı. İçeri halasının oğlu Demir girdi. Üzerinde toz toprak, ayağında çizmeler, yüzünde yorgun ama kibirli bir ifade vardı. Demir, aşirette herkesin çekindiği biriydi. Gençti, gözü karaydı, elinden silahı eksik etmezdi. Bir yandan Elif’e çocukluk arkadaşı sayılacak kadar yakın, öte yandan bir bakışıyla içini ürpertecek kadar da yabancıydı.
“Elif,” dedi Demir, dudaklarının kenarına belli belirsiz bir gülümseme yerleşirken. “Baban seni çağırıyor. İçeri gel.”
Elif’in kalbi bir an hızlandı. “Beni mi?”
“Evet seni.” Demir, gözlerini Elif’in yüzünde gezdirdi. Sanki söylemediği bir şey daha vardı. “Misafirler var. Büyük bir mesele konuşuluyor. Aileden herkes sofrada olsun demiş.”
Zeynep, bu cümleyi duyunca ürperdi. Elindeki tülbenti daha sıkı kavradı. “Ne misafiri?” diye sordu. “Kim gelmiş?”
Demir omuz silkti. “Öbür taraftan… dendi. Fazla sorma yenge. Sen de gel istersen. Ama önce Elif.”
Elif’in boğazı kurudu. “Öbür taraf” dedikleri, yıllardır isimleri bile anılmadan konuşulan aşiretin diğer koluydu. Yıllar önce işlenmiş bir cinayet nedeniyle aralarındaki bağ kopmuş, yollar ayrılmış, selam kesilmişti. Onlardan biri bu eve gelmişse, bu sıradan bir ziyaret olamazdı.
Avludan içeri yürürken, ayaklarının altındaki taşların sesini olduğundan daha yüksek duyuyordu. Her adımında çocukluğundan kalan bir sahne gözlerinin önünden geçti: Babasının sert bakışları, bir gece ansızın yükselen silah sesleri, sabaha karşı köyün meydanında duyulan ağıt… O zamanlar küçüktü, anlamıyordu. Şimdi büyümüştü ve anlamaya başlıyordu. Bu hiç iyi değildi.
Evin büyük odasının kapısına geldiğinde, içeriden erkek sesleri, ağır ve ciddi bir uğultu halinde geliyordu. Demir kapıyı Elif için araladı.
“Gir.” dedi. “Baban içeride.”
Elif derin bir nefes aldı, başörtüsünün ucunu düzeltti, kollarını yanına bıraktı ve içeri girdi.
Odanın ortasında uzun bir yer sofrası kurulmuştu. Sofranın başında babası Hacı Yusuf, her zamanki gibi dik ve sarsılmaz duruyordu. Sağında ve solunda aşiretin yaşlıları, amcaları, dayıları, halasının kocası… Karşı tarafta ise iki yabancı adam vardı. Birinin saçları kırlaşmış, yüzünde sert çizgiler, diğerinin gözleri ince, dikkatli bakıyordu. Onların arkasında oturan genç bir adam daha gördü Elif; başını eğmiş, ellerini dizlerinde kenetlemişti.
Elif içeri girince odadaki sesler azaldı. Gözler, kısa bir anlığına ona çevrildi. Sonra babasının gür ve otoriter sesi duyuldu:
“Elif, kızım, gel.”
Elif, başını hafifçe eğerek sofra kenarına doğru ilerledi. Kalbi göğsünde gümbür gümbür atıyordu. Babanın ses tonundaki tuhaf yumuşaklık, onu daha da tedirgin etmişti. Çünkü Hacı Yusuf, bir şeyi ne kadar önemli görüyorsa, o kadar sakin, o kadar ölçülü konuşurdu.
“Bu…” dedi babası, karşısındaki yabancı adamları işaret ederek. “Aşiretimizin diğer kolundan, yıllardır adını anmadığımız aileden gelen misafirlerimiz. Geçmişin hesabını kapatmak, geleceğin defterini açmak için geldiler.”
Elif, bakışlarını masanın karşısındaki genç adama kaydırdı. Genç adam da tam o anda başını kaldırdı. Göz göze geldiler.
Bir anlığına odadaki herkes, sesini kaybetti sanki.
Gencin gözlerinde, Elif’in alışık olmadığı bir şey vardı: Ne Demir’in sertliği ne babasının soğuk otoritesi. O gözlerde hem şehirli bir mesafe hem de derin bir yorgunluk vardı. Sanki çok şey görmüş, çok susmuş, çok düşünmüştü.
“Bu delikanlının adı Baran.” dedi Hacı Yusuf. “Şehirde okumuş, hukukçu olmuş. Ama, her ne kadar şehirli olsa da, kanı bizden. Kökü bu dağın eteklerinde. Bugün buraya boşuna gelmedi. Biz de onu boş göndermeyeceğiz.”
Elif’in midesine bir ağrı saplandı. “Boş göndermeyeceğiz” sözü, kulaklarında yankılandı. Annesinin az önce söyledikleri zihninde birleşti: Kimi kiminle evlendirirlerse, husumet öyle biter.
Hacı Yusuf, kızına doğru döndü. Bu kadar kişinin önünde, ilk kez bu kadar yumuşak, ama aynı zamanda geri dönüşü olmayan bir ifadeyle konuştu:
“Elif,” dedi. “Sen bizim yüz akımızsın. Bugün töre senden bir şey isterse, sen de bil ki bu, sadece bizim değil, bu toprağın geleceği içindir.”
Elif’in dudakları kurudu. “Benden… ne ister baba?” diyebildi sadece.
Odada kısa bir sessizlik oldu. Sonra karşı taraftaki kır saçlı adam söze girdi: “Biz,” dedi, boğuk ama kendinden emin bir sesle. “Yıllardır süren dargınlığı bitirmek istiyoruz. Kanı kanla değil, canı canla bağlamak istiyoruz. Senin kızınla bizim oğlumuzun nikâhını istiyoruz. Böylece eski hesabı kapatıp yeni bir sayfa açalım diyoruz.”
Elif’in kulakları uğuldadı. Sanki odanın içindeki hava bir anda çekilmiş, nefes alacak yer kalmamıştı. Gözleri istemsizce tekrar Baran’a kaydı. Baran, bu sözler üzerine başını biraz daha dikleştirmiş ama yüzünde okunamayan bir ifade vardı. Ne sevinç, ne itiraz… Sanki o da bu kararı çoktan duymuş, içten içe tartmış ama hâlâ tam kabullenememişti.
Hacı Yusuf, kızına baktı: “Ne diyorsun Elif?” diye sordu. “Töreye razı mısın?”
Bu soru, aslında sorulmamış bir soru gibiydi. Elif bunu biliyordu. “Hayır” demek için gereken cesaret, bu odanın duvarlarından çok daha yüksek duvarları yıkmayı gerektirirdi. Ama yüreği, göğsüne sığmıyordu. Henüz tanımadığı, sadece göz göze geldiği bir adamla, üstelik yıllardır kan davası güdülen bir aileden biriyle evlenmek…
İçinden geçen ilk cümle şu oldu: Ben daha kendimi tanıyamamışken, bir başkasına nasıl ‘evet’ diyeyim?
Ama dudaklarından bu cümle dökülmedi. Sadece nefesini tuttu ve sustu.
Sessizlik uzadıkça, odadaki hava ağırlaştı. Sonunda Zeynep, kenardan kısık bir sesle, neredeyse duyulmayacak şekilde mırıldandı: “Babandır… Yüzünü kara çıkarma.”
Elif, annesinin gözlerine baktı. O gözlerde hem korku, hem teslimiyet, hem de derin bir yorgunluk gördü. Sanki “Ben yapamadım, bari sen de deneme.” der gibi…
Boğazındaki düğümü yutmaya çalıştı. Nefesi daraldı. Gözlerini bir anlığına kapattı. Sonra, herkesin beklediği o cümleyi, kendi kalbini duymadan, sadece dudaklarıyla söyledi:
“Sen nasıl uygun görürsen baba…”
Bu cümle, odada yankılandı. Aşiretin yaşlılarından birinin “Allah hayırlı etsin.” deyişi, diğerlerinin mırıldanmaları, masaya konan eller, havaya yükselen dualar… Hepsi bir uğultu halinde Elif’in etrafında dönüp durdu.
Baran, Elif’e baktı bir kez daha. Gözlerinde hafif bir şaşkınlık ve belirsiz bir hüzün vardı. Sanki o da bu kararın ağırlığını biliyor, ama henüz nasıl taşıyacağını kestiremiyordu.
O sırada Elif’in içinde, kimsenin duymadığı ince bir ses fısıldadı:
“Bu daha başlangıç. Töre, senden sadece ‘evet’ demeni istemeyecek. Çok daha fazlasını isteyecek.”
Elif, dağdan esen rüzgârın odanın içindeki ağır havayı bile kıpırdatamadığını fark etti. Dağın gölgesi artık sadece köyün üzerinde değil, kendi kalbinin üzerinde deydi.
Ve o an, töreye verilen bu “evet”in, bir gün bir cinayete, bir ihanete ve belki de bir kaçışa dönüşeceğini henüz bilmiyordu. Ama kaderin kalemi çoktan yazmaya başlamıştı.