O akşam ofisten çıktığında, şehrin ışıkları çok daha parlak, gürültüsü her zamankinden daha boğuk geliyordu Baran’a. Arabasına binerken bir an için direksiyona dokunup öylece kaldı. Kontağı çevirmedi. Ellerinin altında duran deri direksiyon soğuktu, ama içi yanıyordu.
Melis’in sözleri hâlâ beyninin içinde dönüp duruyordu:
“Eğer o kıza ‘evet’ diyeceksen, bana ‘bekle’ deme. Eğer töreye ‘hayır’ diyeceksen, o zaman da ben buradayım. Ama ikisinin arasında sallanan bir Baran’ı tanımak istemiyorum.”
Kendi kendine mırıldandı: “İkisinin arasında sallanmak mı… Belki de benim bütün hayatım buydu: İki uç arasında asılı kalmak.”
Bir yanda şehir… Okuduğu okullar, verdiği emekler, yazdığı tezler, açtığı davalar, savunduğu ilkeler. Diğer yanda dağ… Çocukluğunun kokusu, annesinin elleri, babasının ağır bakışları, “aşiret” denince gözlerinde beliren gölgeler.
Arabayı çalıştırdı sonunda. Eve mi gideceğini, yoksa başka bir yere mi sapacağını bilmiyordu. Ayağı otomatik olarak gaz pedalına bastı, direksiyon alışkanlıkla hareket etti. Trafiğe karışınca, düşünceleri de bir nebze dağıldı.
Kırmızı ışıkta durduğunda, yan tarafta iki genç gördü; ellerinde kahve bardakları, gülüşerek bir şeyler anlatıyorlardı. Hayat, onlar için hâlâ hafif görünüyordu. Ben de bir zamanlar böyleydim. diye düşündü. Üniversite yılları, Melis’le gece yarılarına kadar süren sohbetler, “Biz dünyayı değiştireceğiz.” diyen gençlik cümleleri…
Yeşil ışık yanınca tekrar hareket etti. Kısa süre sonra kendi evinin önüne geldi. Apartmanın girişine bakarken, derin bir iç çekti. Bu kapı, benim kurduğum şu koca hayatın sembolü. dedi içinden. İçeri girersem, şehirdeki Baran’ın rolüne devam edeceğim. Ama köydekiler, dağdakiler, babam, Elif… Onlar ne olacak?
Yine de kapıyı açtı, merdivenleri tırmandı, anahtarıyla dairesini açtı. Evin içine girince sessizlik yüzüne çarptı. Eskiden bu sessizlik hoşuna giderdi; yoğun günlerin ardından dinlenebildiği bir limandı burası. Ama şimdi, bu sessizlik, yalnızlığını yüzüne vuran bir ayna gibi geliyordu.
Montunu askıya astı, kravatını çözdü, gömleğinin ilk düğmelerini açtı. Salonun ortasında durup etrafına baktı. Kitaplarla dolu raflar… Hukuk kitapları, sosyoloji, tarih, insan hakları raporları, kan davasının toplumsal etkileri üzerine yazılmış inceleme eserleri… Bir rafın tam ortasında, kendi tezinin cildi duruyordu. Sırtında altın harflerle yazılı başlık gözlerine çarptı:
“Kan Davaları ve Töre Cinayetleri: Hukuki ve Sosyolojik Bir İnceleme”
Acı bir gülümseme yerleşti yüzüne. “İroni dediğin bu işte.” diye mırıldandı. “Töre cinayetlerine karşı tez yaz, sonra töre evliliğinin ortasına düş…”
Tezini raftan çekti, sayfaları gelişigüzel karıştırdı. Altını çizdiği bir cümle gözlerine çarptı:
“Birey, toplumsal baskının en yoğun hissedildiği töre ortamlarında, çoğu zaman ‘kendi iradesiyle’ karar aldığını sanır; oysa bu irade, görünmez iplerle çekilen, yarı gönüllü bir teslimiyettir.”
“Yarı gönüllü teslimiyet…” diye tekrarladı Baran, fısıltıyla. “Benimki gönüllü değil. Ama teslimiyete doğru çekiliyorum, orası kesin.”
Tezi kapatıp masaya bıraktı. Mutfaktan bir bardak su aldı, balkona çıktı. Şehir ışıkları, uzaklardan bir deniz gibi parlıyordu. Arabaların uzayıp giden farları, insan seslerinin uğultusu, gökyüzünde kaybolan neon ışıklar…
Cebinden telefonunu çıkardı. Ekranda biriken bildirimlere baktı: w******p grupları, meslektaşlardan gelen mesajlar, babasından iki cevapsız çağrı, bir de Melis’ten gelen kısa bir cümle:
“Karar ver.”
Bu iki kelime, zihninde köyden gelen başka iki kelimeyle çarpıştı:
“Töre istiyor.”
Telefonu elinde sıkarak içinden geçenleri tartmaya çalıştı. Ben ne istiyorum?
Melis’i düşündü. Onunla geçirdiği yılları, birlikte kurdukları hayali, birlikte yürüdükleri yolları. Birlikte açtıkları dosyaları, gecenin bir yarısına kadar süren tartışmaları, kahkahaları… Sonra Elif’i düşündü. Aslında hakkında çok az şey bildiği, ama bir anlık bakışta içini burkan o ürkek gözleri. Onu, bir barış anlaşmasının maddesi olmanın ötesinde, bir insan olarak görmeye çalıştı.
Belki de önce onu tanımam gerek. dedi içinden. Onun ne istediğini duymadan, kendi kararımı veremem.
Tam bu sırada telefon tekrar çaldı. Ekranda babasının adı göründü: “Baba”. Yutkundu, aramayı açtı.
“Efendim baba.”
Hacı Yusuf’un sesi, her zamanki gibi tok ama bu kez daha net, daha kesin bir tondaydı: “Baran, bu kaçıncı arayışım? Meşgul müsün?”
“Değilim baba.” yalanını kolayca söyledi. “Bugün yoğundum, telefon hep sessizde kaldı. Bir şey mi var?”
“Var.” dedi Hacı Yusuf. “Hem de mühim bir şey. Köyde karar verildi. Bir hafta sonra kız tarafıyla söz kesmeye niyetliyiz. Ben de oğlum ne düşünüyor bilmeden adım atmak istemem. Erkek adamın sözü, önce babasının önünde belli olur. Ne diyorsun?”
Bu soru, beklediği ama duymaktan çekindiği bir soruydu. Bir hafta… Melis’in “fazla zamanın yok” deyişinin yankısı, babasının “Bir hafta sonra…” cümlesiyle birleşince, zaman dar bir koridora sıkışmış gibi oldu.
“Baba,” dedi Baran, kelimelerini dikkatle seçerek. “Bu iş aceleye geliyor gibi. Ben henüz Elif’i tanımadan, onunla bir kelime bile konuşmadan, sadece töre gereği söz vermeyi… doğru bulamıyorum.”
Hacı Yusuf’un nefes alış verişi telefonda bile net duyuluyordu. “Doğru, ha?” dedi, hafif bir alayla. “Kime göre doğru? Sen kitap okudun, şehir gördün diye, toprağın doğru bildiğini yanlış mı sayacağız şimdi?”
“Ben toprağa yanlış demiyorum baba.” diye cevap verdi Baran, sesini sakin tutmaya çalışarak. “Ama… toprağın da bazen dinlemeyi öğrenmesi gerek. Elif ne düşünüyor, biliyor muyuz? Onun fikrini kim sordu?”
“Kız kısmının fikri, babasının yüzündedir.” dedi Hacı Yusuf, keskin bir cümleyle. “Elif de, babasının yüzünü kara çıkarmadı. ‘Sen nasıl uygun görürsen baba.’ dedi. Bu da bize yeter.”
Baran’ın içi sızladı. O cümleyi yeniden hatırladı. Kızın yüzünde gördüğü o donuk teslimiyeti…
“Belki de ona başka bir soru hiç sorulmadı.” diye mırıldandı. “O yüzden böyle dedi.”
“Bak Baran.” Hacı Yusuf’un sesi sertleşti. “Bu konu üzerinde fazla oyalanma. Biz yıllardır süren bir kanı bitirmek için adım atıyoruz. Bu sadece senin, benim, kızın meselesi değil. Bu, iki aşiretin meselesi. Sen ‘hukuk’ diyorsun ya sürekli… Biz de kendi hukukumuzu uyguluyoruz. Kanı durdurmak için bir yol bulduk. Hem kız kötü bir yere gitmiyor ki. Bizim aile, bizim kan… Sen şehirde okumuşsun, kız da nasibini alacak bundan. Daha ne olsun?”
Baran, babasının mantığını biliyordu. Onun dünyasında, bu gerçekten de makul bir çözüm. diye düşündü. Ama benim dünyamda, bir insanın kaderi, iki aşiretin sıkışmışlığını taşımak zorunda değil.
“Baba…” dedi, bu kez daha kararlı. “Ben köye gelmek istiyorum.”
Telefonda kısa bir sessizlik oldu. “Ne zaman?” diye sordu Hacı Yusuf.
“Yarın.” dedi Baran. “Yarın sabah çıkarım. Hem seninle yüz yüze konuşmak istiyorum, hem de… Elif’le. İzin verirsen, onunla yalnız konuşmak istiyorum. Ona da sorum var.”
“Bu töreye pek uygun bir şey değil.” dedi babası, tereddütle. “Bizde nişan öncesi kızla erkeğin baş başa konuşması… pek hoş karşılanmaz.”
“Baba,” dedi Baran, sesindeki sitemi gizleyemeyerek. “Ben tek başıma bir kadınla kahve içip dava konuştuğum günleri unutamadım henüz. Şehirde, yanında yıllarca yürüdüğüm Melis’i görmezden gelemem. Şimdi de, hayatımı bağlayacağım kadının ne düşündüğünü bilmeden adım atamam. Bu, sadece töreye değil, kendime de ihanettir. Eğer bu iş olacaksa, hiç değilse insan gibi olsun. Elif’in de, benim de söz hakkımız olsun.”
Hacı Yusuf, derin bir nefes aldı. “Sen hep böyleydin Baran.” dedi. “Çocukken bile, ‘Neden, niye, nasıl?’ diye sorardın. Diğerleri, ‘Ağa öyle dedi.’ deyip susarken, sen sorgulardın. Bazen sinirimi bozardın ama içten içe de gurur duyardım. Şimdi… Bu gururun bedeli ağır olmasın.”
“Ben bedel ödemeye hazırım.” dedi Baran. “Yeter ki bir ömrü, sırf başkalarının rahatı için yakmayalım.”
Babasının sesi bu kez biraz yumuşadı. “Peki.” dedi. “Gel. Yarın gel. Konuşalım. Elif’le konuşmana da izin veririm. Ama şunu unutma: Buraya geldiğinde, iki dünyanın arasında duramazsın. Ya bizdensin, ya değilsin. Ya bu nikâha ‘evet’ diyeceksin, ya da… kendi yoluna gideceksin. Ve unutma, bizden gidenin geri dönüşü zor olur.”
“Biliyorum.” dedi Baran, gözlerini şehir ışıklarından ayırıp karanlık bir köşeye dikerken. “O yüzden zaten geliyorum. Bir şey yarım kalmayacak.”
Telefon kapandığında, elindeki cihazı masanın üzerine bıraktı. Bir süre hiçbir şey yapmadan, yalnızca duvarı seyretti. Sonra, hızlı ve kararlı adımlarla yatak odasına geçti. Dolabın kapağını açtı, küçük bir valiz çıkardı. Birkaç gömlek, pantolon, kazak, birkaç dosya… En üste de, kendi tezini koydu.
Belki bu defa dağa, sadece geçmişimi değil, inandıklarımı da götürmeliyim. diye düşündü. Bu kez, sadece oğulları değil, okuduğu kitaplar da konuşsun.
Valizi kapatırken, telefonuna tekrar baktı. Melis’in mesajı hâlâ ekranda duruyordu: “Karar ver.”
Parmakları klavye üzerinde bir süre bekledi. Sonunda kısa bir mesaj yazdı:
“Yarın köye gidiyorum. Kararımı orada vereceğim. Dönünce sana karşı da dürüst olacağım. Bekle demiyorum. Ama bil ki, seni yok sayarak karar vermeyeceğim.”
Gönder tuşuna bastı. Mesajın iletildiğini görünce, içinden hem bir rahatlama hem de yeni bir ağırlık geçti. Şimdi sıradaki adım açıktı: Yarın, dağa dönmek.
Balkona tekrar çıktı. Gece, şehrin üzerinde ağır ağır ilerlerken, ufukta belli belirsiz bir aydınlık çizgisi vardı. Belki de yeni bir günü, belki de yeni bir hayatı müjdeliyordu.
Baran, içinden geçenleri yüksek sesle dile getirmedi. Ama kalbinde ilk kez net bir cümle oluştu:
Ben bu kez köye, sadece itaat etmeye gitmiyorum. Hesap sormaya da değil… Kendimce adil bir yol bulmaya gidiyorum.
Bu yolun sonunda ne olacağını bilmiyordu. Elif’le konuşursa, ondan ne duyacağını da. Belki Elif, “Beni bırak.” diyecekti. Belki de, “Gitmeyelim, beraber gidelim.” diyecek kadar cesur çıkacaktı. Belki de ikisi de, töreye “hayır” diyemeyip, suskun bir “evet”te buluşacaklardı.
Ama ne olursa olsun, yarın, dağın yoluna düşecekti. Ve dağın gölgesinde, iki kalbin, iki dünyanın, iki adalet anlayışının hesaplaşması başlayacaktı.