Hastane kokusu olarak tabir ettiği koku üstüne sinmişti. Bu koku elbette ki serumlarda bulunan B vitaminin kokusuydu. Ama oldu olasılı nefret ediyordu bu kokudan. Ona hastalığı çağrıştırıyordu. Sanki o kokuyu duyduğu an hasta olacakmış gibi hissediyordu. Ki Hicran hasta olmaktan da nefret ederdi. Hep de hasta olurdu. Kan alınmasından, serum takılmasından her şeyden ayrı ayrı nefret ederdi. Çantası giriş koridoruna bırakıp salona geçti. Koltuğa oturdu. Tam karşısında siyah saçlı genç bir kadının fotoğrafı asılıydı. Özel olarak çerçeveletilmişti. Kucağında bir bebek tutuyordu. Elbette bu güzel kadın Hicran'ın annesiydi. Annesi o çok küçükken ölmüştü. Henüz iki yaşlarındaydı. Haliyle annesini hiç tanımıyordu. Sadece babasının anlattığı hikâyelerden onu biliyordu. Ama bu annesini özlemesine de engel olmuyordu.
Cemal kaptan eşini öyle bir aşk ile sevmiş ki o öldükten sonra kafasını çevirip başka bir kadına bakmamış. İki yaşında bebeğiyle ortada kaldığı halde evlenmemiş. Çünkü karısına bir söz vermiş. Hicran'ın annesi sanki hissetmiş gibi, bu dünyadan erkenden göçeceğini biliyormuş gibi kızını dünyaya getirdiği gün 'Cemal eğer ben senden önce ölürsem bana söz ver, kızımı asla üvey anne eline bırakmayacaksın' demişti. Çerçevedeki fotoğrafa bakarken bağırarak ağlama hissine kapıldı. Zaten ağlıyordu ama çocukken yaptığı gibi sessizce. Asla bağırarak, haykırarak ağlamamıştı. Küçükken yere düştüğünde, birileri ile kavga ettiğinde, öğretmeni bağırdığında bile hep sessizce ağlardı. Asla sesimi duyurmazdı. Hicran değişik bir çocuktu. Hala çocuk bir yanı vardı. Babasıyla ilgili konularda çocuk gibi hissediyordu kendisini. Savunmasız hissediyordu.
"Anne ne yapacağım?" dedi mırıldanarak. Resme baktı. "Keşke yanımda olsan"
Koltuktan kalktı, duş almalıydı. Üstündeki bu ağırlıktan kurtulmalıydı. Oturup ağlamak zırlamak ona göre değildi. Banyoya geçti. Aynadaki yansımasını görünce toparlanması gerektiğini daha iyi fark etti. Yıkılmış görünse de o Hicran'dı. Güçlüydü, dağılamazdı. Düşse de ayağa kalkmayı bilirdi. Gözyaşlarını sildi. Dün sahilde oturmuş pozitif gülümseyen kıza benzemiyordu şimdi. Kıyafetlerini çıkarıp duşa girdi. Yüzüne vuran su damlaları gözyaşlarımı gizliyordu. Banyodan çıkınca ağlamayacağına dair söz verdi kendisine. Asla ağlamayacaktı. Bu sondu artık. Mantıklı düşünecek ve daha öncekiler gibi bununda altından kalkacaktı.
Duştan çıktığında daha mantıklı düşünmeye başlamıştı. Şimdi ilk iş kredi için bankayı aramaktı. Ama zaten mevcuttaki kredi üstüne tekrar kredi çekmesi mümkün değildi. Borcu olan bir evi de bu denli kısa sürede satamazdı. Telefonunu kurcalarken dün Levent'in aradığı numarayı gördü. Onu aramalıydı. Belki yardım edebilirdi. Neler düşünüyordu böyle. Teklifi mi kabul edecekti? Gerçekten bu denli çaresiz olabilir miydi? Ne olacağı belli değildi. Onu tanımıyordu. Ama başka çaresi var mıydı? Neyin içine daldığının bile farkında değildi. Numarayı çevirdi. Önce telesekreter sesi duyuldu.
"Asrın Mimarlık ve Tasarım ofisine hoş geldiniz. İdari birim için 1, muhasebe için 2, finans için "
Hızlıca telefonu kapattı. Ne diyecekti? "Levent Bey ile sahilde tanıştık, bana sahte sevgilim olur musun demişti de ben teklifi düşündüm aslında düşünmedim ama acil paraya ihtiyacım var"
Elimdeki telefonunun çalmasıyla yerinden hoplaması bir oldu. Neredeyse gerçek manada kalp krizi geçirecekti. Ekranda Mehmet Amcam yazıyordu. Bu aramanın hiç hayırlı olmadığını düşündü. Eli titreyerek açtı telefonu. Karşıdaki ses hiç de hoşuma giden şeyler söylememişti. Telefonu kapatıp annesinin fotoğrafına doğru baktı. Sanki kendisini izliyormuş gibi hissediyordu.
"Ne yapacağım anne?" dedi mırıldanarak. "Ne yapmalıyım?"
Sonra tekrar aynı numarayı çevirdi. Belki bu ilahi bir işaret olabilirdi. Netice Hicran inançlı bir kızdı ve gerçek hayatta tesadüf diye bir şey yoktu. Otobüsü kaçırsa üzülmezdi. Hep iyi yönden bakar binseydi başına bir şey geleceğini düşünürdü. Telesekreterin sesi kesilip telefonu açan kadının sesini duyana kadar kalbi yerinden çıkacakmış gibi hissediyordu. Hoş sesli bir kadın telefonu açtı. "Merhabalar ben Aylin nasıl yardımcı olabilirim?"
Hicran'ın dili damağı kurumuştu. Ne diyeceğini unutmuştu. Şimdi telefonu kapatsa acaba numarası gözükmüş müydü? Neden böyle bir şey yapıyordu? Derin bir nefes aldı.
"Merhaba ben Hicran, Hicran Beydağ acaba Levent Bey ile görüşebilir miyim?" dedi kısık bir sesle. Gergindi ve gerginliği sesimin tınısına yansıyordu.
"Konu nedir efendim? Direk kendisine aktaramam ancak asistanına aktarabilirim"
"Nesrin Hanım'dı sanırım, evet onunla görüşsem de olur" dedi Hicran titreyen sesini kontrol etmeye çalışarak. Birkaç saniyelik müzik dinletisinin ardından telefon asistana bağlandı. Bu kadının da sesi güzeldi ama ilk görüştüğü kadına göre daha büyüktü.
"Merhaba ben Nesrin, nasıl yardımcı olabilirim?"
"Levent Bey ile görüşebilir miyim?"
"Kim arıyor acaba?" dedi asistan. Hicran hafifçe öksürdü. Ne konuşacağımı bile bilmiyordum.
"Hicran dersiniz, geçen gün tanışmıştık. Aslında sahilde tanışmıştık. Öyle derseniz eminim hatırlar"
"Bir dakikanızı rica ediyorum" dedi kadın beklemeye alarak, geçmek bilmeyen birkaç saniye sonunda Levent'in sesi duydum. Kadife
bir sesi vardı. İnsanın kulağına hoş geliyordu.
"Hicran aramana çok şaşırdım" dedi Levent endişeyle. Gösterdiği tepkiye bakınca aramasına gerçekten çok şaşırmıştı.
"Seninle görüşebilir miyiz? Anlaşma için yani bir anlaşma yapacağız değil mi? Süresi belli olan" dedi korkudan mı bilinmez sesi titriyordu.
"Buluşacağımız yerin konumunu gönderirim" dedi Levent şaşırarak. Sanırım hem Hicran'ın sesini duyduğuna hem de teklifini kabul etmesine şaşırmıştı.
Hicran elinde telefonu, kendisini ağustos sıcağından korumaya çalıştığı şapkasını tutarak bilmediği bir yere doğru yürüyordu. Levent'in attığı konum onu Başakşehir'deki Yıldıztown konutlarının olduğu yere getirmişti. Konumda kafe ismi yazmasa kendisini eve çağırdı diye korkabilirdi. Ne yaptığının, nereye gittiğinin bile farkında değildi. Beyninin içinde milyon tane şey dönüyordu. Sadece bir an önce para bulmasının gerektiğinin farkındaydı. Levent'in gönderdiği konum onu ağaçlar içinde renkli sandalyeleri olan bir bahçe kafeye getirmişti. Bu denli uzak bir yerde buluşmak istemesine mi sövse yoksa son parasını da İETT kartına mı attığına üzülse bilmiyordu. Yüksek binaların arasında bir vaha gibi etrafı çam ağaçlarıyla kaplı kafeden içeri geçti. Lüks bir yer olduğu aşikârdı, dışarıda olmalarına rağmen soğutucular sayesinde sıcak değildi. Bu tarz mekânlar genelde akşamları dolar gece yarılarına kadar da açık olurdu. O yüzden Hicran'ın geldiği saatte pek müşteri yoktu. Hicran etrafına bakındı ama Levent'i göremiyordu. Garsonlardan birisi yanına yanaştı.
"Hoş geldiniz efendim, yalnız mısınız?"
"Aslında birine bakıyordum" dedi Hicran birkaç adım daha yürüyünce Levent'in iç mekanda bir masada tek başına oturduğunu gördü. "Şuradaki beyefendiyle görüşecektim"
Garson masaya kadar eşlik edip yanlarından ayrıldı. Levent ayağa kalktı. Hoş mavi bir gömlek giymişti. İlk gördüğünde olduğu gibi şıktı. Hatta fazlasıyla şık... Çok ahım şahım bir yakışıklılığı yoktu. Güzel yuvarlak bir yüzü vardı. Uzun kirpikleri ona değişik hava katıyordu. Levent elini uzattı. Uzun ince parmaklarıyla elini kavradı. Bu boyda bir adama göre normaldi. Sıcak eli Hicran'ın yaz kış üşüyen soğuk eli ile kavuştu. Tombiş parmakları adamın elinin içinde kaybolmuştu bile. Hicran düztaban terlik giydiğinden Levent'e göre kısaydı.
"Hoş geldin Hicran" dedi Levent gülümseyerek.
Hicran gergin gözüküyordu. Elini kolunu nereye koyacağını bilmiyordu. Ki bu pek onluk bir olay sayılmazdı. Hicran her zaman özgüvenli bir kız olmuştu ve şimdi böyle hissetmesi ona da yabancıydı. Baştan aşağı genç adamı süzdü. Levent nedense gözüne farklı gözükmüştü. O gün gördüğü genç adama göre daha özgüvenliydi ve bu kendine güveni Hicran'ı ürpertiyordu. Ama Hicran kadar Levent'te şaşkındı. Sahilde tanıştığı kız gibi değildi. Bir şeyler yaşamıştı, üzücü bir şeyler. Bunu gözlerindeki kederden anlamıştı.