Irmak Aslan,
Sabahın ilk soğuk ışıkları kampın üzerine çöktüğünde uyandığımda, yüzümde bir ağırlık hissettim sadece geceyle kalan üşüme değil; omuzlarımın üzerinde ekstra bir kat battaniye vardı. İlk anda ne olduğunu anlamadım; gözlerimi açtım, etraf karanlık değil ama henüz gün ışığı tam gelmemişti. Battaniyenin sıcaklığı kalbime küçük bir merhamet kıvılcımı düşürdü ve bir an için gözlerim doldu. Sonra aklım bir şimşek gibi gerçekleri çarptı: Beni dışarıda bırakmışlardı, ama biri belki fark etmiş, kapıp battaniyeyi daha kalın atmıştı. Kim bilirdi? Belki de bir asker, belki de küçük insanlık kırıntılarıydı.
Kalktım. Dizlerimde hafif bir sızı, gece boyunca taşın üzerinde yatmanın sertliğiyle birleşmişti. Çadırların etrafında hareketlilik başlamıştı; yemek kazanları tıkırtıları, askerlerin sabah toplanışına hazırlık sesleri. Ben battaniyemi toparlarken, iki ses alçaktan konuşuyor, birbirlerine gülüyordu. Kulak kesildim sıradan bir şey duymak istedim, insan yüzü görmek istedim.
“Bayağı dağ adamı gibi uyumuş, geceyi dışarıda geçiren varmış,” dedi biri, burnuyla gülme taklidi yaparak.
“Evet ya, komutan pek merhametliymiş, dışarıda kalan askeri örtmüş,” dedi öteki, alaycı bir tonla. “Belli ki şu yeni askerimiz komutanımızın hoşuna gitmemiş."
Gülümsedim, ama içimde acı bir şey kıvrıldı. “Yeni askerimiz.” Erkek kılığındaydım; isim vermeden, görünmeden kolayca damgalanıyordum. Onların sesleri kampın rutini gibiydi: sert, acımasız, ama insanın hiç ummadığı yerden bir şeyler yumuşatabilen küçük kıvılcımlar da olabiliyordu. Belki battaniye… belki de birinin empatisi.
Fısıldaşmalar yayıldıkça daha fazla ses geldi. Kampta dedikodu, sıcak bir çorba gibi her yeri dolaşıyordu. Birileri şaka yaptı, birileri bana dair bir teoriyi ileri sürdü: “Belki de o, kralın oğlu, farklı birisi, yabancı, bilmem ne…” Kimse gerçek sebebi bilmiyordu; bilseydi, belki de daha farklı davranırlardı. Bu dedikoduların arasında bir şey fark ettim: adımı andılar mıydı? Hayır. İsimsiz bir gölgeydim, bir rol ve bir görev. Ama kalbim buna rağmen buruktu.
Derin bir nefes aldım. “Ne olursa olsun,” dedim kendi kendime, “bugün işleri onurlu yapacağım.” Ama söz bir şeyi değiştirmiyordu; gölgeyi, dedikoduyu, komutanın donuk bakışını ortadan kaldırmıyordu. Ve o bakışın sahibi, daha gün tam doğmadan kampın ortasına yürüdü. Adımları ayağımın dibinde yankılandı. Erdem Komutan.
O ses duyulur duyulmaz fısıltılar kesildi. Herkes dikildi; herkesin gözleri üzerinde toplanmıştı. O, dik durdu, bakışları kampın her köşesini taradı, sonra adım adım çömelerek beni işaret etti: “Seninle görüşeceğim.”
Karnımı bir sıkıntı aldı; mecburiyetten gelen bir titreme geçti. Ama asker edasıyla başımı salladım, komutanım demeye hazırlandım. Onun yaklaşmasıyla sessizlik daha da ağırlaştı; nefeslerimiz bile bir ritim tutmuştu. Erdem önümde durdu, yüzünde hiçbir yumuşama olmadı; o buz duvarı hâlâ yerindeydi.
“Gece dışarıda kaldığını duydum,” dedi. Sesi kısa, sözleri netti. “Kampta disiplin kırılmasına tahammül edemem. Bu yüzden herkesi sabah idmanına çıkartacağım. Ceza olarak çektireceğim. Kimse kaçamaz.” Gözleri bir kıvılcım attı, ardından erdemimsi bir emir gibi devam etti: “Ayrıca… sen de burada olacaksın. Sen de testten sorumlusun. Herkes eşit olacak.”
Bir an için içimden " Ama siz söylediniz dışarıda kalmamı" diyecektim ki son anda kendimi zor tuttum. Ama hemen ardından fark ettim: bu ceza kolay olmayacaktı. Erdem’in ceza dediği şey, yalnızca birkaç şınav çekmek falan değildi. Bu, dağın eteklerinde vücudu ve zihni sonuna kadar zorlayacak bir sınavdı.
“Ne yapacağız?” diye sordu bir asker, sesi titrek ama meraklı.
Erdem’in dudakları kıvrılmadı: “Tam takım kondisyon.” O an herkes anladı: uzun koşular, tekrarlı tırmanışlar, tam direnç testi. Erdem gözlerini bana dikti. “Sen de burada olacaksın.En başta!" Emri tekrar etti, sanki iki kez söylemekle vicdanı rahatlıyordu. Ben başımı salladım, “Başüstüne,” dedim.
İdman alanına doğru yürürken içimde garip bir şey vardı korku, öfke, inat… Hepsi bir arada. Askerler kademe kademe dizildi. Komutan düdüğü ağzına götürdü ve atılan ilk boru sesiyle herkes harekete geçti. Sabahın havası keskin, ciğerleri yakan türdendi. Aralarındaki fısıldaşmaların benim hakkımda olduğunu o kötü bakışlardan anlayabiliyordum. Daha ilk günden herkesi bana düşman etmişti.
İlk etap: yokuş koşusu. Ayaklarım taş zemine vurdukça dizlerimdeki ağrı yankılanıyordu. Nefesim hızlandı; göğsüm yanıyordu. Ama ben duramazdım. Durmak, açığa çıkma ihtimali demekti.
İlk tur bittiğinde ellerim titriyordu ama kimseyle bakışmadım. Birkaç asker, “Pek iyi değilmiş,” diye fısıldadı ama ben sadece önümü gördüm. Ardından tırmanış: 50 metrelik dik kayalık duvarı iplerle çıkış. Kuzey amcam yıllarca bana ip tutmayı öğretmişti; o öğretiler şimdi bedenime otomatik olarak dönüyordu. Ellerim kanıyor, parmak uçlarım ağrıyordu; ama çıktım. Her adımda babamın, annemin ve kendi içimdeki küçük Irmak’ın sesi vardı: “Yapabilirsin.” İple yukarı çekilirken, birinin elimi tutup çekmesi gibi bir duyguymuş gibi geldi ama apartıklık yoktu; bu, yılların disipliniydi.
Erdem’in gözü üzerimizdeydi. Her hatada dudaklarını kıstı; her başarılı hamlede ise seslenmedi. Bu suskunluk daha sert hissettirdi, çünkü onay beklemek insanı insan yapar; ama burada onay yoktu, sadece sınav. Saatler geçti koşular, yüzüstü sürünüşler, ağırlık taşıma, tekrarlar. Kaslarım bir süre sonra yanmaya başladı; ayak tabanlarımda uyuşma, ellerimde acı. Askerler birbirlerini zorluyor, bazıları geride kalıyordu. Erdem’in sesi bazen bir kırbaç gibi çınlıyordu:
“Hız, disiplin, azim!”
Birkaç kez durmak istedim. Her seferinde içimde öfkeli bir ses bağırdı:
“ Bu senin savaşın, senin ailenin onuru. Yılma!”
O ses, yorgunluğa galip geldi. Bir başka iç sesim ise daha sivriydi:
“Gör Erdem, senin sertliğine karşı da bir duvar ördüm. Beni dışarı attın; şimdi beni izliyorsun. Ben buradayım ve sen bunu göreceksin."
Bu düşünceyle tekrar ayağa kalktım.
Testin sonuna doğru, vücudumun sınırları zorlanmıştı. Diz kapağım şişmiş, nefesimi çekmek bile sancılıydı. Ama bitiş çizgisine geldiğimde kungfu benzeri bir odaklanmayla son bir hamle daha yaptım. Ağırlığı yere bıraktım, göğsümü dik tutup komutanın yüzüne baktım. O, ilk kez kırılgan bir şey gösterdi çok hafif, belki de sadece bir an için, ama gözlerinin kenarında bir yumuşama vardı. Gülümsemem yoktu; sadece başımı dik tuttum.
Erdem sessizce yaklaştı. “İyi yaptın,” dedi kısa, tek kelime. İçimde bir şimşek çaktı: bu iki kelime, dışarıda kalmanın, dedikoduların, sabahın soğukluğunun hepsine karşı bir tür ödüldü. Gözlerinin içindeki sertlik tamamen yok olmamıştı ama sesindeki o tek kelime, bir doz insanlık taşıyordu.
Nefesim düzelirken dizlerimdeki sızı bir başka acıyla birleşti gurur. Çünkü o testi yalnızca tamamlamamıştım; orada, çadırın dışına atılmış bir gölgeyken, herkesin önünde olduğumu kanıtlamıştım. İçimdeki o isyankar ses şimdi fısıldıyordu:
“Bak, dedim sana. Göreceksin.”
Ve o gün, Erdem’in sessiz onayıyla, kampta gece dışarı atılan bir kız değil birer asker, eşit koşullarda olan biri olarak yerimi aldım. Yine de biliyordum, yol daha uzun, sınavlar daha sert olacaktı. Ama o sabahın soğuğunda, kanatlarımdan bir parça daha güçlendi.
Akşam çökünce kampın üzerini kalın bir sessizlik aldı; tek tük fenerlerin sarı ışığı, uzaktaki nöbetçilerin ayak sesleri ve kamp ateşlerinin cılız çıtırtıları dışında her şey yavaşladı. Askerler çadırlarına çekildi; kumaşların hışırtısı, metal kutuların kapatılma sesleri… Ben de kendi eşyalarımı toparlarken göğsümde bir ağırlık hissettim. Günün tüm yorgunluğu, utanması, öfkesi hepsi birden üstüme çökmüştü. Ama içimde bir şey daha vardı: sormak istediğim bir soru. Gecenin soğuğu bile, sorunun yanımdaki ağırlığını azaltamazdı.
Erdem Komutan’ın çadırının önüne geldim. Elim istemsizce kapıyı itti; içeride tek bir masa lambası yanıyordu. O, masanın arkasında oturmuştu. Üstü çıplaktı ve dimdik, not defterine bakıyor gibi görünüyordu o an ne yapacağımı şaşırdım ama başını kaldırıp beni görünce gözleri hemen üzerime kilitlendi.
“Komutanım, bir sorum olacaktı,” dedim, sesim titredi ama kararlıydı.
O an beklediğim cevap “Sor asker” oldu; evet, sert ama adil. Derin bir nefes aldım, gözlerine doğrudan bakmamaya çalıştım.
“Dün siz ‘dışarıda kalırsın’ dediniz ama bugün dışarıda yattığım için ceza verdiniz.”
Sözlerim havada asılı kaldı. Erdem’in kaşları aniden kalktı; yüzünde öfkeyle karışık bir şaşkınlık belirdi.
“Bana hesap mı soruyorsun, asker? Bu ne cüret!” diye patladı. Sesi çadırın kumaşını titretti; birkaç metre ötede kampı dolaşan bir asker irkilip başını çevirdi. Sanki hissettim.
Ben hemen eğildim, ellerim otomatik olarak dizlerimin üzerinde birleşti.
“Estağfurullah komutanım. Ne haddime. Ben sadece bugün nerede yatmam gerektiğini soracaktım,” diye fısıldadım, her kelimeyi dikkatle seçerek.
Erdem’in ciğerlerinden ağır bir nefes çıktı; dudaklarını sıktı.
“Asker, ben sana ‘gerekirse dışarıda kalırsın’ dedim; ‘git dışarıda yat’ demedim! Nasıl böyle bir sorumsuzluk yaparsın! Sen buranın kalbisin.”
O an donup kaldım “kalp” kelimesi beklemediğim bir etki yarattı; sertliğin içindeki o tanımlama, sanki beni yerime çivilemişti. Kalp derken ne demek istiyordu? Sadece duvarların ortasında atan bir birim mi, yoksa gerçekten bir merkez miydim?
O devam etti, sesi daha yumuşak ama kesinlikle acımasızdı:
“Sen hackersın. Sen olmazsan biz sinyalleri nasıl görürüz? Düşmanın yaklaştığını nereden bileceğiz? O yüzden hasta olmamaya dikkat etmelisin!! Gidip başkalarının çadırında kalmalıydın!”
Söyledikleri düğüm gibi çözüldü içimde; kendimi savunmaya çalışırken kalbim sıkıştı.
“Komutanım…” diye başladım; kelimeler boğazımda takıldı. “Oraya gidemiyordum… İbrahim Komutan’ın verdiği talimat… Ben… kimliğim…” Bir an duraksadım; bu tür sırları burada dile getirmek riskliydi. “Başkasının çadırına çekinerek girdim. Rahatsız etmek istemedim. Ve… dedim ya, burası benim görevim. Ama dışarıda bırakılmak ben… komutanım, üzgünüm.”
O beni dinliyormuş gibi göz kırptı ama yüzü hâlâ taş kesilmişti.
“Bunlar bahane, asker. Görev gerekliyse, sen onu yerine getirirsin. Kendini saklamaya çalışma. Açık ol. Bize yük olmaya çalışma. Dışarıda yatmak, hasta olmaya, görevini aksatmaya yol açar bunu ben affetmem.”
Sözleri bıçak gibiydi ama altında mantık vardı; vatanın soğuk mantığı.
İçimde küçük bir isyan alevlendi: “Peki ya ben kendimi nasıl koruyacağım? Kimliğim ortaya çıkarsa” diye fısıldadım kendi kendime. Sonra dışımdan: " Komutanım bugünün benim suçum olduğunu düşünüyor herkes. Yani kimse beni çadırında istemez."
Yumruğunu masaya vurup aniden ayağa kalktı ve üzerime doğru yürüdü o an çok korktum. Ama gözlerine değil yere bakıyordum. Ağzıma kadar çekili askeri maske vardı. Ya onu çıkar derse ne yapardım? Dibime kadar geldi,
" Kimmiş onlar ! Kim böyle düşünmeye cesaret edebilir! Söyle hemen !"
" Komutanım herkes. Ama size isim veremem. Gerekirse ölürüm ama bunu benden istemeyin." dedim sesim titreyerek. O an belkide bana vuracak diye düşünürken o arkasını dönüp ellerini arkada birleştirip yürüdü. Ardından gözlerim onun pürüzsüz sırtına kaydı. O kadar geniş omuzları vardı ki... Hele kolları aşırı iriydi. Ben yanında adeta kedi yavrusu gibiydim. Aniden arkasını döndü,
" Çelimsiz sıska birisin. Ama bugün hem idmanda iyi iş çıkardın hemde arkadaşlarını satmıyorsun. Bunu sevdim. O yüzden bu çadırda kalabilirsin. Ama senin varlığını bile hissetmeyeceğim. Anlaşıldı mı? "
Emir, hem yük hem de kurtuluş gibiydi. Bir yandan omzumdan aldığı bir sorumluluk, diğer yandan beni daha sıkı bir gözetim altına alıyordu. Başımı eğerek cevap verdim: “Anlaştık, komutanım. Baş üstüne.” Gözlerimin içine bakıyordu; o bakıştan bir yargı ya da onay okunmuyordu ama sessizliği bir tür kabullenme taşıyordu.
Çadırın kapısı kapanmadan önce, Erdem’in sesi arkadan geldi, biraz daha içten, neredeyse fısıltı kadar: “Sen cesur birisin, asker. Bunu unutma. Sınırda en güçlü olan değil, en cesur olan hayatta kalır.”
Dışarı çıktığımda gece soğukluğuna çarpıldım; yıldızlar sanki daha uzağa çekilmiş gibiydi. İçimde karmaşık duygular vardı: utanç, öfke, ama aynı zamanda bir tür garip rahatlama. Komutanın sertliğinin altında, benim için bir sorumluluk biçtiğini anlamıştım. Bu, bir mahkûmiyetten daha fazlasıydı bir sınavın, belki de bir güvenme biçiminin ilk adımıydı.
Geceyi geçirmek için eşyalarımı alıp çadırın önüne geldim. En büyük çadır bizimkiydi. Dışarıdaki askerlerin tuvaleti dışarıda ortak olmasına rağmen bu çadırda tuvalet bile içindeydi. Sanırım İbrahim komutan bu çadırı benim rahatlığım için bu şekilde ayarlamıştı. Adeta küçük bir apart oda gibiydi. iki tane karşılıklı yatak. Aralarındaki fermuarı çekince iki ayrı oda gibi oluyordu. Sadece dış kapı tarafına doğru açıklık kalıyordu. Komutanın yatağının ayak ucunda masası, tuvalet ise benim tarafta kalıyordu. Tam açıklığın olduğu kısımda. Kimliğimi saklamak zor olacaktı. Ama yanımda takma sakal bıyık vardı. Gerçi asker olduğum için bunları kullanamazdım. Şapkamı çıkarırsam uzun saçlarım gözükebilirdi. Peki onu nasıl yapacaktım?
Kampın sessizliği içinde, başımda yeni bir plan filizlendi: gizliliğimi, güvenliği ve görevimi nasıl daha iyi yöneteceğim. Erdem’in sözleri acıydı ama aynı zamanda bana bir yol çizmişti. Ve o yolun sonunda, belki de hem kendimi hem de onu şaşırtacak bir güç bulacaktım.