2. Bölüm “Aksiyon Peşinde Bir Karan”

1246 Words
2. Bölüm “Aksiyon Peşinde Bir Karan” Karan Ruhan… Sağ kolum, babamın beni emanet ettiği can yoldaşım. Kardeşim, sırdaşım ve Tabiki dağınık ev arkadaşım. Kendisi yarı Kürt yarı Türk. Kendi deyimi ile kırmaydı. Babası Kürt annesi Türk’dü. Ben henüz gençtim ama MİT ajanı olarak yetiştiriliyordum. Babamın istediği gibi bir isim olabilmek için sadece iyi değil, çok iyi dereceler almam gerekiyordu. İngiltere’ye gönderildiğimde herkes bunun sıradan bir eğitim olduğunu sandı. Diplomatik bir öğrenci, elit bir okul… Hepsi güzel görsellikten ibaretti. Babamın bana bıraktığı gerçek yol çok daha karanlık bir yerdeydi. Okulun duvarları arasında değil; yeraltı parklarının köşelerinde, puslu arka sokaklarda ve titrek ışıklarıyla yanan operasyon odalarında eğitim aldım ben. Her gün farklı bir saha ajanıyla buluşuyordum. Kentin kalabalığına karışıp iz sürmeyi öğreniyor, istihbaratın kodlarını masaya yatırıyordum. Bir gün takip operasyonuna katılıyor, ertesi gün bilgi aktarımı için kullanılan sahte kimliklerin nasıl yaratıldığını öğreniyordum. Sınavlarım kağıtta değil; nabzımın hızlandığı o anlarda verilirdi. İngiltere benim için okul değildi. Bir kılıf, bir maskeydi. Gerçek eğitim, perde arkasında nefes alıyordu. Babam beni İngiltere’ye gönderdiğinde buna en çok sevinenlerden biri Bejna teyzem, bir diğeri de Ertuğrul amcamdı. “Kızımız rahat bir nefes alacak!” deyip resmen kutlama yapmışlardı benim gidişimin şerefine. Ama aradan iki sene geçince, peşimden gelmişti Elif Zehra. Dayanamamıştı demek ki hasretime. İlk aşkım, ilk göz ağrım… Sevdiğim kızla aynı şehirde olacaktık ve bana emanet edilmişti. Gerçi hiçbir zaman açılmamıştım Elif Zehra’ya. Kendimce seviyordum onu; zamanı geldiğinde söyleyecektim. Onun da beni sevdiğini hissediyordum. Gıcık oluyordu ama olsun. Bana aşık olduğunu öğrendiğinde, nasıl olsa kollarıma koşacaktı. Elif Zehra’nın yanıma geleceğini telefonda Bejna teyzem söylemişti. Arkadan Ertuğrul amcam resmen kriz geçiriyordu: “Bu çocuğa güvenip nasıl kızı emanet edeceğiz? Kurda kuzuyu teslim etmek gibi bir şey!” Biz bundan kurtuldu diye sevinirken, resmen kendi elimizle kızımızı ona gönderiyoruz. Bejna teyzenin sesi net ve kararlıydı: “Sen kızımızı başka kime güvenebilirsin? Karan, onun saçının teline zarar gelmemesi için elinden geleni yapacaktır. Buna eminim.” Ben gülmekten konuşamıyordum. Bejna, "Evet, belki Karan da kızımızla uğraşır, ama onu en iyi koruyacak kişi de Karan." Bejna teyzem telefonu kapatmadan bunu vurgulamıştı. Normalde Ertuğrul amcam dizinin dibinden ayırmazdı Elif Zehra’yı. Ne oldu da ta İngiltere’ye kadar göndermişti, hiç anlam verememiştim. Bir boşlukta bunu da araştıracaktım ama Elif Zehra’nın gelişinden sonra tamamen aklımdan çıkmıştı. Onunla uğraşmaktan hiçbir şeye vakit kalmıyordu gerçi. Ruhan’la bir gün yine bir adamın peşine takılmıştık. Bize verilen adrese doğru ilerliyorduk. Bir yandan binaya nasıl gireriz, girdikten sonra nasıl çıkarız diye önden plan yapıyor, bir yandan da birbirimize fikir alışverişi yapıyorduk. Ruhan biraz ağzı bozuktu, arada kelimeleri karıştırıyor, Türkçe ve Kürtçe’yi kendi kafasına göre harmanlıyordu. Ama ilginç olan, bu küfürler öyle kaba bir hal almıyordu; resmen bir şiir gibi akıyordu ağzından çıkan her cümle. Bir insana bu kadar mı yakışırdı? Şaşırıyor, bazen de hayran kalıyordum. Gün yüzü görmemiş orjinal küfürleri vardı. Bir keresinde, peşine düştüğümüz adamı yarım saat boyunca kovalamıştık. Nefes nefeseydik ama sonunda yakalamayı başarmıştık. Ruhan’da öfke birikmişti. Adamı yere yatırdığı gibi küfürü bastı: "Ulan… senin bütün sülaleni şişeye doldurur, çalkalar çalkalar… ilk çıkanı si.. , kalanını da çöpe atarım!" Türkçe’yle Kürtçe’yi birbirine karıştırarak söylüyordu. Adam hiçbir şey anlamıyor, sadece gözlerini büyütüp bakıyordu. Ben ise bu cümleyi duyunca koptum. Can havliyle nefesimi toparlayıp: "Yani… sülalesinin gazını alıp mı si… oğlum?" dedim. Ruhan durdu, bana baktı. Sonra ikimiz de kahkahayı patlattık. Adam neyle karşılaştığını hâlâ çözmeye çalışıyor oluşu ise bu sahnenin bonusuydu. Gülmekten adamı dövememiştik. Sinirlerimiz bozulmuştu. Ruhan, “ Bu ibne zaten konuşmaz” deyip merdivenlerden yuvarlamıştı. Dövmeye üşendiği zaman kestirme yol kullanırdı. Aradığımız adamın yaşadığı binaya gelmiştik. Ruhan, "Ben arka çıkış var mı kontrol edeyim. Sen her zamanki gibi önden giriş yap. Karizmatik olsun," deyip göz kırptı. "Her zamanki gibi," deyip gözlüğümü düzelttim. Deri montumu açtım; rahat hareket etmem gerekiyordu. Binaya girdim. Eski, rutubetli bir bina… Rutubet kokusu o kadar yoğundu ki içime sinmişti. İngiltere’nin çoğu binası böyleydi ama biz izbe sokaklarda dolaştığımız için bu kadar çürük ve dökük binalara alışmıştık. Kötü adamlar neden hep böyle yerlerde saklanıyordu ki? Lüks binalarda yaşasalarda, bizde afilli bir giriş yapsak olmaz mıydı? Dairenin kapısının önüne geldim. İki kez tıkladım; bu benim rutielimdi. İki kez çalıp üçüncüde tekmeyi bastım ve kapı açıldı. Adam aceleyle üstünü giyiyordu, işin ortasında yakalamıştım. Kıza işaret ettim; yarı çıplak daireyi terk etti. Adamın yanına yaklaştım, İngilizce konuşmaya başladı: "Wrong apartment." Fotoğrafını görmüştüm, aradığım kişi buydu. Boş konuşmasın diye önce kafasına sert bir kafa attım. Adam sersemledi, ama hemen kendine gelip yumrukla karşılık verdi. Savruldum ama geri adım atmadım; döner tekme ile karşılık verdim. Adam dengesini kaybetmedi; yumruklar ve tekmeler binanın rutubetli duvarlarına çarpıyor, içerdeki eski mobilyalar hırpalanıyordu. Tam silahını çekti, kalbim hızlandı; iş ciddiye biniyordu. Ateşleyeceği anda eğilip bacağına sert bir tekme attım, adam yere yuvarlandı. Silah yere düşünce ayağımla uzaklaştırdım, silahın çıkardığı tıkırtı yankılanıyordu. Hemen ardından boğazına sarıldım. “İtiraf et!” diye bağırdım. Ama tam o sırada kafama sert bir darbe geldi, yere savruldum. Başımı tutup kalkmaya çalışırken, adam kaçmak için çoktan hareketlenmiş ti. Gönderdiğim şıllık arkadan gelip kafama beyzbol sopası ile vurmuştu. Ayağa kalktığımda gözlerim kararmıştı. "Sen …" dedim, tam cümleyi bitiremeden nefesim kesildi. Başım zonkluyordu. Sanki kafatasımın içinde birileri çekiçle ritim tutuyordu. Sopayı elinde tutan kız, panik hâlinde geri adım attı. Ama adım atmasıyla saçından tutup kendime çektim. Öfke dolu bakışlarımdan ürkmüştü. Cüssesine bakmadan üzerime gelmişti. Gerizekâlı… Canına susamış olmalıydı. Saçını bıraktığımda tutanları elimde kalmıştı. Onu tehdit ettim, kımıldalarsa onu suçluya yardımdan tutuklayacağımı söyledim. Elimi enseme götürdüm. Sıcak, yapışkan bir his parmaklarımın arasından aktı. Elimi indirdiğimde kırmızıya bulanmıştı. “Pislik… kafamı yarmış.” diye geçirdim içimden. Dudaklarımın kenarı istemsiz gerildi. Kazanmanın tadı bazen acıyla başlardı. Buna alışıktım. Kendimi toparlayıp adama doğru hamle yaptım. Koridorun sonuna doğru koşuyordu. Duvarlarda yankılanan ayak sesleri, başımın içindeki uğultuyla karışıyordu. Merdivenlere yöneldi. Ben de peşinden. Ama bedenim uyum sağlamıyordu; gözlerim bulanık, bacaklarım ağırdı. İnerken demire tutunmak zorunda kaldım. Her adımda sanki zemin kafama vuruyordu. Binanın girişine indiğimde önümdeki kapıdan değil, diğer çıkışa saptığını fark ettim. Gülümsedim. Hem de kanlı hâlimle. “Tamam…” dedim içimden. “Düş bakalım Ruhan’ın kucağına… gerizekâlı.” Adamın kapıdan çıkışıyla duyduğum tak sesi, içimi rahatlatan bir işaretti. Tamam, dedim içimden, Ruhan adamı indirdi. Son merdivenin basamağına oturdum. Dünya bir an için yan yatmış gibiydi. Elimi başıma götürdüğümde parmak aralarından kan sıcak ve kaygan bir şekilde akıyordu. Çene çizgim gerildi, sanki kan kafamdan değil de sinirlerimden akıyordu. Sırtıma doğru inmişti; tişörtüm yapış yapıştı. Cebimden buruşturulmuş peçeteyi çıkarıp yaraya bastırdım. Ağrı, kalbimin atışına eşlik eder gibi zonkluyordu. Umarım dikiş gerektirmez, dedim kendi kendime fısıldar gibi. İğneden nefret ediyorum. Arka kapının metal sürgüsü ses verdi. Ardından ayak sesleri… ağır, sakince. Duman kokusu da geldi. Ruhan’ın gölgesi merdiven boşluğunu kapladı, sigarası dudak kenarına takılmış, yüzünde dalga geçmeye yeminli bir ifade. “Ne o bacanak?” dedi, gülerek. “Kafanı mı yardı bu? Çelimsiz.” Gözlerimi kaçırdım. “O değil… başka biri daha vardı.” Dilimin ucunda “kız” kelimesi. Ama çıkmadı. Utanmıştım. Beni yerden yere vururdu, yıllarca dalga geçerdi. Ömrünün sonuna kadar anlatırdı, yüzüme yüzüme. Kızdan dayak yedi diye. Ruhan kaşlarını kaldırdı. “O nerede peki?” “Onu hallettim,” dedim. “Ama bu elimden kaçtı.” Sigarasını yana kaydırıp kısa bir kahkaha attı. “Kaçmadı merak etme. Çıkışta hallettim onu. Götürüyorlar şimdi.” Derin bir nefes aldım. Dizlerimden güç almaya çalıştım. Baş dönmem bir türlü geçmiyor, kulaklarım uğulduyor du. “Hadi,” dedi omzuma dokunarak. “Seni de hastaneye götürelim.” “Hastane olmaz,” dedim hızlıca. “Bizim hemşireye gidelim, pansuman yapsın.” Ruhan sigarasını iki parmağıyla tuttu, dudak kenarıyla sırıtıp başını salladı. “Tamam… nasıl istersen bacanak.” Ben Elif’ime o Ceylan’a vurgun. Ama ikimizde asla açılmıyorduk kızlara.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD