1. Bölüm "Güne Güzel Başlamak"

2386 Words
Kazara Aşk Mı? “ Nereye gitsem benim burda ne işim var diyorum benim nerde ne işim var acaba, bulsamda oraya gitsem dediğiniz anlar. ” Elif Zehra… Elimde bir silah, karşımda o korkunç adam duruyordu. Ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgi benim ellerimdeydi sanki. Parmaklarımın arasındaki silah, babamın yokluğunda bizi korusun diye anneme emanet etmişti. Ceylan… O da ailemdi; kan bağıyla değil ama kalbimin seçtiği kız kardeşimdi. Bir anda silahın sesi kulaklarımı yarıp geçti. “Hayır!” diye fırladım. Gözlerimi açtığımda kendi odamdaydım. Derin derin soluyor, nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum. Yüreğim hâlâ rüyanın karanlığında çırpınıyordu. Ellerim titrerken saçlarımı geriye topladım. İnsan rüyasında ağlayınca gerçekten de gözlerinden yaş akıyordu en azından bende hep öyle olurdu. Ne kadar silmek istesem de o günü hafızamdan, Ceylan her zaman yanımdaydı. Kabuslardan, acılardan, kayıp çocukluktan geriye kalan bir miras gibi… Ve her sabah, o mirasın ağırlığıyla uyanıyordum. Londra’nın fazla güneş almayan o küçük ama huzurlu çatı katımızın yatak odasında gözlerimi araladım. Hafif bir serinlik, pencerenin kenarından içeri süzülen puslu ışıkla birleşince beni hemen kendime getirdi. Doğrulup etrafıma bakındım; burası benim sığınağımdı. Odamı, kendime ait küçük bir dünya hâline getirmek için epey uğraşmıştım. Her köşesi minik detaylarla süslüydü. Pastel tonlarda seçtiğim eşyalar, dingin bir atmosfer yaratıyordu. Dolaplarım huzur veren gri tonundaydı; çalışma masam ve sandalyem ise ondan biraz daha koyu bir gri. Pencerenin önüne kurduğum küçük sedirde kiremit, kahve ve krem tonlarında minderler vardı her biri ayrı güzel, her biri ayrı yumuşak bir geçişle odaya sıcaklık katıyordu. Bu oda beni yansıtıyordu ve ben, burayı da kendimi de seviyordum. Ablam Mizgin ise tamamen başka bir dünyaydı. Annemin zekâsını fazlasıyla almış, bana sadece kırıntılarını bırakmış gibiydi. Gerçi kendi zekâmı küçümsemek istemem ama… Mizgin tam bir “süper zeka”. Onunla tartışmak, sanki kendi kazdığım kuyuya isteyerek düşmek gibiydi. Her kavga sonunda haksız çıkan hep ben olurdum. Bu yüzden ağız tadıyla kavga bile edemiyordum. Ama güzellik konusunda genetik piyango bana vurmuştu; annemle babam o konuda cömert davranmışlardı. Ne kadar inkâr etmeye çalışsam da gerçek buydu. Derslerime odaklanıp istediğim iç mimarlık mesleğini Londra' da yapmaya devam edecektim. Tam hayal dünyamda gezinirken Ceylan hızla kapıyı açıp odama daldı. “Çabuk! Çok güzel ışık yakaladım, hemen balkonda bir günaydın pozu ver!” diye nefes nefese seslendi. Ne olduğunu anlamadan ayağa fırladım. Akşamdan hazırladığım kıyafetleri hızla üzerime geçirdim. Saçlarımı dağınık bir topuz yaptım; yüzüme çarptığım soğuk suyun ardından, varla yok arasında hafif bir makyajla yüzüme biraz canlılık kattım. Balkona çıktığımda Ceylan çoktan ayarlarını yapmıştı. Elime, hangimiz için hazırlandığını söylemediği ama kokusu bile içimi ferahlatan dumanı üzerinde kahveyi tutuşturdu. Gökyüzüne çevirdiğim bakışlarımı, bulutlara âşıkmışım gibi yumuşak bir ifadeyle sabitledi ve habersiz çekilmiş bir kare havasında fotoğrafı çekti. Sonraki pozlarda daha bilinçli duruşlar sergiledim. Ceylan fotoğraf çekimi konusunda gerçekten yetenekliydi; ışığı, açıyı, anı yakalama konusunda ayrı bir ustalığı vardı. Benim güzel çıktığıma sevindiysem, onun doğru kareyi yakaladığına iki kat seviniyordum. Fotoğrafları hemen sayfama yükledim ve beğenileri beklemeye başladım. İlk yorum, her zamanki gibi, gıcık Karan’dan geldi. “Kaç saat uğraşıp bu pozu u verdin güzellik?” diye dalga geçmişti yine. Ben de her zaman yaptığım gibi onun yorumunu anında engelledim. İçimden ona söylenmeden duramadım. Patavatsız, gıcık, densiz… Sanki her zaman bir başarı yakalandığında gelip üzerine gölge düşürmek için yaratılmış bir pislikti. Hödük öyle anne babadan bu nasıl olmuştu anlam veremiyordum. Bazen o kadar sinir ederdi ki… İçimden Defne ablayla Baran abinin kapısını çalıp: “Merhaba, iyi günler. Ben size bir iade getirdim. Bu oğlunuz hiç olmamış. Fabrika çıkışlı bir arıza var bunda. İsterseniz değişim yapın, hatta üzerine para da verin geri iade etmek için.”demek gelirdi. Hatta elimden gelse, paketleyip kargoya bile verirdim. “Alıcı ödemeli: Sorunlu ürün – Karan.” Ama ne yazık ki garanti belgesi yoktu. O yüzden çekmek zorundaydım. Gerçekten, Karan bazen insanı delirtmek için özel üretim gibiydi. Onunla daha fazla uğraşmak istemiyordum; beynimin kıvrımları zaten sabahtan beri yeterince yorulmuştu. Tam telefonu sehpanın üzerine bırakıp “Karan-free bir gün” yaşayacaktım ki Ceylan bir anda balkondan geldi: “Aaa! Yine beğeni ve yorum yağmuru başladı!” Sanki ben ünlü olmuşum da menajerim bana sabah raporu veriyor… İçimden, “Allah’ım, keşke maaş da yağsa…” diye geçirdim. Merak edip sayfama girdim ve gelen yorumları okumaya başladım. Bu hesapta ailemden kimse yoktu; hatta böyle bir sayfam olduğundan bile haberleri yoktu. Ama Karan… nasıl bulduysa bulmuştu. Adam resmen sosyal medyanın MİT versiyonuydu. Aileme söylemesin diye de Karan’a dünyanın rüşvetini vermiştim. Yoksa annemle Mizgin ablamın elinden kurtulamazdım; i********:’ın giriş kapısına bile yaklaşamazdım. Babamı düşünemiyorum bile. “Asker babanın böyle kızımı olur?” sözü beynimde yankılanıyor gibiydi. Hâlâ susuyorsa tamamen çıkar ilişkisi için susuyordu. Anneme söyleyecek olsa yemin ederim soy ağacımızı komple temize çeker, ardından da hesabımı kendi elleriyle kapatırdı. Bu yüzden Karan’ın o sayfayı bulmuş olması… tam bir trajikomik. Benim için trajedi, onun için komedi. Ceylan’la bugün dersimiz yoktu. Bu fırsatı kaçırmayıp balkonda birkaç fotoğraf daha çektik; ışık o kadar güzeldi ki ikimiz de kendimizi profesyonel model sanıyorduk. Fotoğrafları sayfaya yükleyince bir rahatlama geldi ama biliyordum, asıl savaş birazdan başlayacaktı: kahvaltı hazırlığı. “Hazırlık” dediysem… daha çok benim tek başıma mutfakla güreşmem. Ceylan çoktan masasına gömülmüş, ödevlerini yapmaya başlamıştı. Ben de ekmek kızartma makinesiyle hayatımın mücadelesini verirken “İyi ki ders yokmuş bugün, resmen tatil!” diye kendi kendime teselli veriyordum. İkimiz de dersler konusunda epey disiplinliydik. Çünkü ailemiz en ufak bir küçük notu gördüğünde “kıyamet provasına” başlıyordu. Mizgin ablam sağolsun, çıtayı öyle bir yere taşımıştı ki… Everest'in zirvesine tırmanmak daha gerçekçi bir hedef gibi geliyordu. Babamı utandırmamak için kendimi parçaladığıma yemin edebilirdim. Ders çalışan ben değildim; adeta uluslararası bir yarışmanın son turunda koşan maratoncu gibiydim. Bir yandan yumurtayı yakmadan pişirmeye çalışıyor, bir yandan “Bu dönem yüksek ortalama alacağım!” diye kendimi gaza getiriyordum. Ceylan arada kafasını kaldırıp bana bakıyor, “Yoruluyorsan bırak, kahvaltıyı dışarıdan söyleriz,” demeye yelteniyor ama içindeki öğrencilik bütçesi hemen susturuyordu. Sonuç olarak: o masada ödevlerle boğuşuyor, ben ise tava ve çaydanlık ile diploması krizi içindeydim. Kahvaltıyı nihayet hazırladığım da mutfak sanki bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülke gibiydi; savaş bitmiş, zafer benimdi. Masaya iki tabak, iki bardak, bir de moral motivasyon için küçük bir çiçek koydum. Ceylan sonunda ödevlerden başını kaldırdı, gözleri kısık bir halde tabağa baktı. “Vay… bu yumurta hâlâ hayatta. Benim bile böyle direncim yok.” “Konuşma, az önce üçüncü dünya savaşı verdim onunla,” dedim ve sandalyeye gömüldüm. Ceylan gülerek çaydanlığı kaldırdı. “Bakıyorum da ev hanımlığına doğru hızlı bir geçiş yapıyorsun. Fotoğraf influencerluğu yetmedi, mutfak fenomenliğine mi başlıyorsun?” “Sen influencer ol da ben bulaşıkçın olayım,” dedim. Sonra kaşlarımı kaldırıp ciddi bir yüz ifadesi takındım. “Not ortalamamız düşerse influencer da olamayız haberin olsun.” Ceylan iç çekti. “En ufak bir dokuz bile görsek ailemiz kalbimize şok cihazıyla müdahale eder.” “Benimkiler direkt mezuniyet konuşmama veda yazısı hazırlamaya başlar.” İkimiz de kahkaha attık. Sessizlik kısa bir anlığına tatlı bir rahatlık oldu. Çayın buharı, dışarıdan gelen hafif Londra esintisi ve günün ilk ışıkları mutfağı sıcak bir kafenin köşesine çevirmişti. Tam o anda telefonum titredi. Ekranda bir bildirim. Karan’dan. Ceylan hemen fark etti. “Oha, sabahın köründe yine ne istiyor bu tampon kazası insan?” Telefonu açtım, bildirimde yazan mesaj şöyleydi: “Kahvaltıyı da mı story atacaksın? Yumurtanın pozu benden daha iyi olmasın, üstüme alınırım.” Gözlerimi devirdim. “Bu çocuk neden toplum içine salınıyor ya?” Ceylan kolunu masaya koydu, yüzünü avucuna yasladı. “Bu Karan müneccim desem değil, medyum desem değil, nasıl anlıyor ne yaptığımızı? Akıl fikir erdiremiyorum.” Kahkahaya boğuldum. “Keşke gerçekten medyum olsa dünya para kazanırdık onun sırtından…” Tam Ceylan’la kahkaha atıyorduk ki kapı bir anda çaldı. İkimiz de birbirimize baktık. “Kim ya bu saatte?” diye fısıldadı Ceylan. Ben omuz silktim, sandalyeden kalktım ve kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açar açmaz, karşımda çok tanıdık, çok gıcık ve çok rahat bir görüntü belirdi. Karan. Omzunu kapı çerçevesine yaslamış, kollarını göğsünde bağlamış, yüzünde dünyayı kendisinin yarattığını düşünen o meşhur özgüvenli bakış. Bir de utanmadan sırıttı. “Açım ben. Kahvaltıya geldim. Babam hesaba para atmamış, yine sizden geçineceğim bu hafta.” Kafamı hafif eğip gözlerimi kıstım. “Senin başka bir eve dadanma ihtimalin yok mu? Mesela… kendi evin?” Karan umursamazca omuz silkti. “Yok. Orada yiyecek yok. Sizde var. Ben mantıklı olanı seçiyorum.” Ceylan arkadan bağırdı: “Bizim ev bir sosyal yardım kuruluşu değil, haberin olsun!” Karan içeriye doğru kafasını uzattı. “Merak etme, senden dilenmeye gelmedim, karizma mı o kadar düşürmem.” Ben derin bir nefes aldım. “İçeri gel ama yumurtama dokunursan Allah belanı verir.” Ayakkabılarını çıkarırken o klasik rahat tavrını bozmadı: “Ben zaten senin hayatına dokunuyorum, yumurta çok küçük bir risk.” Ben kapıyı kapatırken içimden geçirdim: Evet… Karan’ın evimize gelmesi resmen yeni sezonun ilk bölümüydü. Ama ne olursa olsun, bu çocuk geldiğinde asla sıradan bir gün olmuyordu. Karan tam sandalyeye çökerken gözleri tabaktaki zavallı yumurtaya takıldı. Kaşlarını kaldırıp abartılı bir dehşet ifadesiyle bana döndü. “Kim bu yumurtanın duygularını incitmiş? Paramparça olmuş resmen. Bu travmayı nasıl yaşatan bildin ona?” Sonra iki elini birleştirip yalvarır gibi öne doğru eğildi. “Bana menemen yapsana kız Elif… Ne olur. İnsanlığının ölmediğini kanıtla.” Elimdeki çatalı ona doğru uzatıp kaşımı kaldırdım. “Höst! Az ye uşak, tut kendine. Kaşar peyniri koydum, neyine yetmiyor?” Ceylan kahkaha attı ama ben daha durmamıştım. “Hem sen kaşarı seversin…” Bir an durup sinsi bir gülümsemeyle sözümü tamamladım: “…özellikle sevgili seçimlerinde.” Karan bir anlık şokla gözlerini kırpıştırdı. “Ben… yani… şimdi… şey—” “Heh. Konuşma. Menemen falan yok. Kaşarını ye sus.” dedim, yerime oturup çayımı karıştırırken. Ceylan masaya vurup gülmeye başladı. “Elif, adamı sabah sabah gömdün be!” Karan ise derin bir iç çekti. “Bu evde bir gün huzur bulamayacağım, değil mi?” Başımı salladım. “Hayır Karan. Çünkü huzur bizde yok,bizde olmayan birşeyi sanada veremeyiz.” Karan kollarını masaya dayadı ve yavaşça bana doğru eğildi. O an, sanki mutfak küçüldü… masa çekildi… Ceylan yok oldu… dünya sustu. Benim kalbimse hayatta en gereksiz zamanlarda gösterdiği o klasik performansı sergiliyordu: “Tak-tak-tak… çıkacak mıyım, çıkıyorum galiba… hazır mısın?” İçimden söylenmeden edemedim: Allah’ım… Bu Karan birazcık insancıl olsa, birazcık normal olsa… çok tehlikeli derecede yakışıklı. Ama bu yakınlaşmalarda benim yüreğim niye F1 yarışına dönüyor? Hiçbir mantıklı açıklaması yok. Yok. Olamaz. Karan iyice yaklaştı, sesi alçaldı. “Kahvaltı bahane, Elif Zehra… sana işim düştü.” İki ismimi birden kullandıysa… işler ciddiydi. Bu çocuk benim iki adımıda söyleyince evren bile durup dinliyordu. Ben ise ona dik dik bakıp kaşımı kaldırdım. “Kimin saçını yolmam gerekiyor? Zevkle yolarım, bilirsin.” Karan’ın dudakları hafifçe kıvrıldı. “Öyle bir şey ki… senin bile hoşuna gidebilir.” Bir an kalbim yine saçma sapan bir tempoya girdi. İçimdeki ses, “Sakin ol kızım, adam saç yoldurmaya gelmemiş olabilir… belki bu kez ciddi bir şeydir,” dedi ama hiç güven vermedi. Ceylan arkadan çay karıştırmayı bıraktı, ikimizi sırayla süzüp fısıldadı: “Hadi söyleyin de ben de entrikaya göre pozisyon alayım.” Ben gözlerimi kısmış, Karan’a kilitlenmiş durumdaydım. “Anlat bakalım Karan… ne halt karıştırdın da yine ben temizleyeceğim?” “Sizin okuldaki o sarışın Rus güzellik kraliçesi var ya…” Daha cümlesini bitirmeden yüzüme o bilmiş sırıtışı yerleşti. “Onun telefonu lazım bana. Sıradaki hedefim o. Tavlamam şart.” O an içimde bir şey koptu. “Höst! Bir dur!” dedim, sesim farkında olmadan yükseldi. “Ben senin pezevengin miyim? Kim için neyin peşine düşüyorsun farkında mısın?” Gözleri büyüdü; sanki abartmışım gibi baktı. En çok da bu sinir etti beni. “Yok sana telefon numarası,” dedim, dişlerimi sıkarak. “Yeter lan! Her ayrılmak istediğin kızda beni devreye sokuyorsun. Sanki sevgilinmişim de ikinizi basmışım gibi sahne kurduruyorsun. O rolleri ben kaldıramıyorum artık.” Bir adım daha yaklaştım, sesim titriyordu ama öfkeden. “Bir de şimdi kalkmış benden okulun en güzel ve en zengin kızını sana ayarlamamı istiyorsun? Hadi oradan! Bu kadar düşmeyeceğim artık. Kendine başka kukla bul.” Kapıyı çarpıp odama geçtim. Arkamdan ne dediğini bile duymadım—duysam da umurunda olmazdı zaten. “Rus güzellik kraliçesi…” Bir de gözümün içine baka baka söylüyor ya, delirmemek elde değil. Tamam, güzel olabilirdi—ama insanlık sıfır, empati eksi bir milyon, kendini beğenmişliğin kitabını yazmış bir tipti. Babasının okula yaptığı bağışlar sayesinde dersleri anca geçiyordu; hoca kâğıdı okurken bile yüzünün kızardığını görmüşlüğüm var. Zorbanın tekiydi. Aslında… tam Karan’a layık biri. İkisi yan yana gelse, tencere kapak değil; resmen iki adet ukela deluxe set olurlardı. Ama ben? Ben neden bu kadar sinirlendim? Ne alaka yani? Bana ne? İstediğiyle konuşsun, flört etsin, tavlasın, reddedilsin… Umrumda mı? …Değil. Değil mi? Göğsümde bir şey sıkıştı sanki. Sinirim bana değil, ona değil… başka bir yere çarpıyordu. O kızın ismini söylerken yüzündeki o hevesli ifadeyi gördüğüm anda içimde bir kapı sertçe kapanmış gibiydi. “Tamam Elif,” dedim kendi kendime. “Sakin ol. Bu sadece… sinir. Başka hiçbir şey değil.” Ama derinlerde bir ses fısıldıyordu: “Bana ne diyip durma. Gayet de sana.” Kendimi toparlayıp odadan çıktım. Karan yüzünden aç kalmayacaktım yine. Mutfağa geçtiğimde, Karan hâlâ masanın kenarında oturmuş sandalyede kendini sallıyor, ben de elime bıçak alıp domates doğrayıp sandviç yapmaya karar verdim. Sinirden kabuğunu bile soyamıyordum. “Ne oldu sana? Suratın ekşidi yine… limon mu yedin?” diye üsteledi. “Yok,” dedim dişlerimin arasından. “Benim bir şeyim yok. Gayet iyiyim. Yok birşeyim.” Karan kaşlarını kaldırdı. O an anladım… Bu çocuk sadece yakışıklı değil, aynı zamanda gereksiz derecede gözlemciydi. “Rus güzeli için bu kadar sinirlendiğine göre…” Cümleyi bilerek havada bıraktı. Bıraktı ama benim sinirimi de havaya uçurdu. Elimdeki domatesi ona doğru gösterdim. “Bak Karan, şu an o kızın adını bir daha söylersen… bu domates senin alın yazın olur. Anla yani.” Güldü. Resmen güldü! Sanki içimden fırtınalar kopmuyor da ben burada stand-up yapıyorum. Ardından sandalyesinden kalkıp, omzuma hafifçe dokundu. “Tamam kız Elif… Sen kızma. Ben hallederim.” Kızma mı? Ben? Asla. Hiç. Zerre. (Sonra aynaya bakarsam suratım pancar gibi, o ayrı.) Karan kapıya yöneldi, ama çıkmadan önce bana bir kez daha baktı. Gözleri bir an ciddileşti. Bir şey söyleyecekmiş gibi oldu… ama söylemedi. Sadece gülümsedi. “Menemeni yarın yaparsın. Bugün çok tatlısın, kavga etmeyeyim seninle.” Kapıyı çekip gitti. Ben ise elimde bıçak, masaya bakakaldım. Kalbim usul usul atıyordu. Sinirim geçmemişti… ama başka bir şey vardı içimde. Adını koyamadığım, koymak istemediğim, koyarsam başıma bela olacak bir şeyler. Derin bir nefes aldım. “Tamam Elif,” dedim kendi kendime. “Sen sadece… açsın. Açlık siniri bu.” Öyle olduğuna inanmak zorundaydım. Çünkü aksi… çok daha karışıktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD