Duştan çıkıp saçlarımı havluyla kuruttum. Buhar hâlâ banyoyu sarmıştı ama o sıcaklık içimdeki soğukluğu çözemiyordu. Aynaya baktım.
Kendimi bu kadar yorgun, bu kadar sessiz ne zamandır hissettiğimi hatırlamıyordum.
Yorgunluk sadece bedende değilmiş.
Kalpte bir ağırlık olunca, en derin uykular bile dinlendirmiyor insanı.
Mutfağa geçtiğimde Elif kahveyi hazırlamıştı, Can da pencerenin önüne iki yastık atıp yere oturmuştu. Hemen onların yanına geçtim. Koltuklara yayılmıştık.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ama biz hâlâ suskunluğumuzu yeni yeni bozuyorduk.
İlk cümle Can’dan geldi:
“Biliyor musunuz… Bence bu sefer oldu. Yani… Derya.”
Kahvesinden bir yudum alırken, yüzünde beliren o yaramaz sırıtışla hepimizi güldürdü. Ama gözlerindeki o ciddiyet bu kez şaka yapmadığını gösteriyordu.
“Bu sefer öylesine değil. Hani olur da başıma bir şey gelirse diye yazdığım vasiyetin başına onu eklerim gibi bir his…”
Gülmemle gözlerim doldu aynı anda. Can’ın aşkı hep kahkahayla gizlenirdi ama bu seferki kahkahanın altı kalp doluydu.
Elif telefonu sessizce koltuğun kenarına koydu. Ekran aydınlandı.
“Tuğrul 🤍” yazıyordu.
Yeni bir mesaj daha düşmüştü. Gülmemek için dudaklarını ısırsa da gözleri gülümsüyordu.
Can anında fark etti:
“Aaa bak sen şu gönül telini titretenlere! Elif hanım, Tuğrul komutanla ne muhabbetler dönüyor öyle? Bak bak utanıyor da!”
“Can saçmalama!”
“Cancağzım… Kızın gözlerinden kalpler fışkırıyor, hâlâ mı anlamadık diyorsun?”
“Pıtırcığım… Sessiz aşklar en çok bağıranlardır. Yaz bunu bir kenara.”
Kahkaha salonun havasını değiştirmişti. Ama içimdeki sıkışıklık hâlâ çözülmemişti. Göz ucuyla cama baktım. Sokakta yanan lambalar, gecenin başladığını söylüyordu.
Ama ben hâlâ sabahki veda sahnesindeydim. Savaş’ın gözlerinin içine bakıp o kelimeleri nasıl bu kadar kolay söylediğime şaşıyordum.
“Bazı şeyler olduğu yerde kalmalı, Savaş.”
Kendi sesim kulaklarımda yankılandı. Bu kadar net mi hissediyordum gerçekten? Yoksa bu bir savunma mekanizması mıydı?
Birden Elif’in sesi duygularımı bölüp ortadan ikiye ayırdı:
“Seher…”
“Hı?”
“Sana bir şey soracağım ama kızmak yok.”
“Sor bakalım.”
“Savaş’a ikinci bir şans verme ihtimalin var mı?”
Can hemen atladı:
“Evet evet, ben de bunu soracaktım. Gün ışığım, yüzünü buruşturma hemen. Ciddi soruyorum. O adam seni hâlâ seviyor. Gözlerinden düşüyordu ya…”
Kahvemi yudumladım. Dudaklarımda hafif bir titreme vardı. Ama içimdekileri gizleyemedim bu sefer. Gözlerim yere sabitlendi.
“Kırılmışlıklar… öyle kolay onarılmıyor Can.
Sevmek yetmiyor. Güven olmayınca, sevgi hep yarım kalıyor. Beni o kadar paramparça etti ki şimdi yanaşsa bile… Hangimizi kucaklıyor olurum, beni mi, geçmişteki kırıklarımı mı bilmiyorum.”
Elif kolumu tuttu, parmaklarını sıktım.
“Ama kalbin hâlâ orada, değil mi?” diye fısıldadı. Birden yutkunamadım. O cümle tam boğazıma takıldı. Sadece başımı hafifçe eğebildim. Bazen cevap vermemek, en büyük itiraftı zaten.
Can usulca yanımıza geldi. Arkamızdan sarıldı. Üçlü sarmal bir halde, bir süre öyle kaldık.
“Ne olursa olsun… Yanındayız.
O ateşin başında senin gözlerinde gördüğüm kadarıyla belki zamanla, belki cesaretle, her şey değişir Seher.”
Kafamı Can’ın omzuna yasladım. Elif de başını dizlerime koydu. O gece üç dost, kahve eşliğinde…
Kırık kalbimle , ama hâlâ umutla sarılmış halde…
Yeni bir sabaha doğru sessizce bekledik.
ELİF: “Kalbime Hoş Geldin”
Bugün kamp dönüşünün üçüncü günüydü ama hâlâ o dağın serin havası, o yıldızlı geceler, o sessizlik… Aklımdaydı. Ama artık şehirdeydik. Üniversitedeydik. Ve biz üçlü yine her zamanki gibi bir masanın etrafına toplanmış, notlarımızı, örneklerimizi, fotoğrafları düzenliyorduk.
Can masasının başında bir deftere notlar alırken bir yandan dudaklarını ısırarak gülüyordu. Belli ki içinden geçen bir espriyle cebelleşiyordu. Seher sessizdi. Ama bu seferki sessizlik kırgın değil, odaklıydı. Ve gözlerinin arasında derinlik vardı artık. Ben ise elimdeki kurumuş yaprak örneklerine bakarken gözüm sürekli saate takılıyordu.
Saat 17:03. Yüreğim, o saati bekliyormuş gibi aniden hızlandı. Ve o an…
Kapıdan biri girdi. Sivil kıyafetleri içinde, elinde bir demet papatya, bir de sardunya. Gözüm istemsizce doldu.
Tuğrul.
Kalbim… Cidden yerinden fırlayacak gibiydi.
Bir insanı yıllarca sevebilir, o sevgiyi içinde saklayabilir ve sonra onu bir gün, böyle ansızın karşında görebilir misin? Sonra hayal ettiğin herşeyi yaşayabilir misin? İşte tam olarak öyleydi.
Yavaşça ayağa kalktım. Tuğrul gözümün içine baktı ve o sessiz gülümsemesiyle odayı aydınlattı.
“Senin için.”
Dedi. Ellerimde çiçekleri tutarken kalbim ellerimden akacak gibiydi. Gülümseyerek ona yaklaştım, parmak uçlarımda yükseldim ve yanağına bir öpücük kondurdum.
“Sen de hoş geldin.”
Dedim fısıltıyla. Ama cümlemi bitiremeden, elleri belime dolandı. Ve bir anda kendimi onun sıcacık göğsüne yaslanmış buldum.
Başımı hafifçe kaldırdım. Tuğrul eğildi.
Ve boynuma, ince, derin bir öpücük kondurdu.
Nefesim tutuldu. Sanki zaman durmuştu.
Sadece ikimiz vardık orada.
Arka plandan Can’ın sesi geldi, tabii ki dayanamazdı:
“Ya bırakın be kardeşim! Siz bu aşkı yaşarken biz burada duvara mı âşık olalım? Gün ışığım, senle bana yazık değil mi?”
Seher kıkırdadı. Ben kahkahamı tutamadım.
“Can’cığım, aşk insana çiçek açtırır ama seninki hâlâ tohum. Sulamıyorsun çünkü!”
Can hemen laf çarpıttığımı anladı ama ben çoktan Tuğrul’la göz göze gelmiştim tekrar.
“Yemek yiyelim mi birlikte?” dedi sessizce.
Başımı salladım. Ve birlikte üniversiteden çıktık.
Akşam karanlığı şehre yavaş yavaş çökerken, Tuğrul beni şehrin yukarısında bir tepeye götürdü. Işıklar aşağıda, sanki yıldızlar yeryüzüne düşmüş gibiydi. Ben ellerimi montumun cebine sokmuştum, hafifçe rüzgar esiyordu. Ama o yanımdayken, üşümüyordum.
Sessizliğimizi bozan tek şey kalbimizin atışlarıydı.
Sonra… Omzuma dolan bir kol.
Ve sırtımdan belime uzanan bir sıcaklık.
“Buradan şehir bile başka görünüyor…” dedim.
Tuğrul başını eğdi, göz göze geldik. Gözleriyle içimi okudu. Ve o an…
Zaman yeniden durdu. Sanki dünya dönerken biz yerimizde kalmıştık.
Yavaşça eğildi. Ve dudaklarımız buluştu.
İlk öpücüğümüz. İlk gerçek, korkusuz temas.
İçimde yıllardır kelebeklerin çırptığı yer, sonunda huzur bulmuştu.
Hiçbir şey demedik. Zaten kelimelere gerek yoktu. Ben o gece onun kollarında, şehre değil,
Kalbime baktım.
İlahi Bakış | “Bir Varlık, Bir Yokluk Arasında”
Gün batımının turuncuya çalan tonları şehri ağır ağır örterken, rüzgâr hafifçe esiyor, sokaklar sakinleşiyordu. Bazı vedalar sessizdi, bazı duygular kelimelere sığmazdı.
Bazı aşklar ise… Görmeden, dokunmadan, uzaktan sevmeye mahkumdu.
Seher, ince bir trençkot geçirmişti üzerine. Saçlarını toplamamıştı bu kez. Rüzgârla birlikte savrulan kestane dalgaları, yürüyüş yolunun kenarındaki ağaçların hışırtısına karışıyordu.
Adımlarını yavaşça atıyor, başını hafifçe göğe çeviriyor, derin bir nefes alıyordu.
O an… Onun geldiği, yürüyüş yaptığı bu yolu çoktan ezberlemiş biri daha vardı.
Ama adı geçmeyen, varlığı hissedilen
Savaş.
Bir bankın arkasında durmuştu. Uzaktan, adımlarıyla toprağı incitmeden yürüyen o kadını izliyordu.
Hayatını alt üst eden, sonra yeniden anlamlandıran…
Ve şimdi, sadece uzaktan izleyebildiği kadın.
Bir söz vermişti.
“Bir daha karşına çıkmayacağım.”
Duruşu, verdiği söze ihanet etmeyecek kadar gururluydu. Ama bakışları her seferinde ona dönüyordu.
Seher yürüdü. Kimi zaman yavaşladı, kimi zaman kaldırım kenarındaki çiçeklere uzandı.
Gözleri uzaklara dalsa da… Kalbi, bir noktayı biliyordu.
Bir yerlerde izleniyordu belki, hissediyordu.
Savaş’ın elinde kasketi vardı.
Başını önüne eğmiş, göz ucuyla Seher’in kıvrılan yürüyüşünü izliyordu.
Yüzünde keskin, ama içi ezilmiş bir ifade…
Onu sadece uzaktan seven, sadece uzaktan koruyabilen bir adamın ifadesi.
“Bir adım atsam… sadece adını söylesem… belki dönerdi yüzünü.
Ama ya gözlerime baktığında, o eski sözlerimi hatırlarsa?
Ya ona yeniden dokunduğumda, acısı kabarırsa?
Onu bir daha kırmak… Beni benden alır.”
Seher bir ağacın yanına geldi. Elini gövdesine koydu. Gözlerini kapattı. Derin bir nefes çekti içine, sanki içindeki fırtınayı bastırmak için doğadan güç alıyordu.
Savaş’ın kalbi öyle bir an sıkıştı ki, sanki Seher içindeki kırıklığı toprağa gömmeye çalışıyordu.
Ama adam, her nefesinde, onun canını nasıl acıttığını bir kez daha anlıyordu.
Bir kuş sesi çığlık gibi göğe karıştı.
Seher başını kaldırıp kuşlara baktı.
Bir gülümseme süzüldü dudaklarının kenarından. Kırgın, ama özgür. Yaralı, ama gururlu.
Savaş’ın bakışları daha fazla dayanamadı.
Sırtını duvara yasladı. Elleri titredi.
Gözlerini yumdu. Ve sadece bir cümle fısıldadı dudaklarından:
“Keşke… zaman geri aksaydı.”
Ama zaman geri akmazdı. Söz verildiği gibi, adımlar geri dönmezdi. Aynı gökyüzünün altında, farklı yollarda yürürlerdi artık.
Seher tekrar yürümeye başladı. O yavaş adımlar, karanlığa karışırken Savaş da olduğu yere çöktü. O da kendi karanlığına…